
Doğumgünümün Ardından

Vize Almak İsterseniz Diye...
Vukuatlı Nüfus Kaydı...
2 Biyometrik fotoğraf...
Banka Cüzdanı...
Tapu fotokopisi...
Kredi kartı fotokopisi...
Eski pasaportlar...
Nüfus Cüzdanı fotokopisi...
Utanmasalar sabıka kaydı...
Yetmedi mi kişilik testi, IQ ve EQ testi sonuçları...
Tam teşekküllü devlet hastanesinden sağlık raporu ve hatta bir de akıl sağlığı raporu...
Velinizden imzalı kağıt...
Patronunuzdan izin kağıdı...
Falan filan...
Bu yukarıda saydıklarımdan bazıları gerçekten istenenler, bazılarını ben uydurdum ama yakında o uydurduklarımı da istemeye başlayabilirler...
SAYGIN Türkiye'nin ASİL VE NECİP vatandaşlarının AVRUPA kapısındaki halleridir...
AB'ye girdik giriyoruz ya... Sıkın dişinizi! Az kaldı
İlgililere sunarım...
Arz ederim hatta...
Sivrisinek saz...
Hayal...

Hastalık Durumları - Bölüm II
Neyse, 39.5 ateşi yapan "durum" ortadan kalkmış ama ardında yeni bir "durum" bırakmıştı: SİNÜZİT! Eveeeettt!!! Gözlerimin arkası ile boğazımın başladığı yere kadar olan o boşluk nahiye, bende boş değil! Kafamı salladığımda dünyam dalgalanıyor, öyle anlatayım! Şimdi yeni bir antibiyotik tedavisi ile, 14 gün içinde, bu doluluğun yokolacağını umuyoruz.
Evde hayat aslında güzel, kanepe-koltuk-yatak üçgeninde oldukça yatay bir düzlemde yaşıyorum. HİÇ şikayetçi değilim. Zaten üzerimdeki inanılmaz yorgunluk hala geçmiş değil. Sanki haftalardır taş taşımışım da, Çin Seddi'ni inşa etmişim gibi bir haldeyim. Salondan mutfağa geçerken nefes nefese kalıyorum HALA! Pazartesi sabahı doktorun verdiği yeni ilaçların arasında, bir de durumuma uygun nitelikte ağrı kesici olduğundan, artık başım ağrımıyor. Bu iyi bir şey, çünkü artık kitaplarımı çok daha rahat okuyabiliyorum. Belki yarından itibaren, ders bile çalışabilirim. Şubat ayındaki Rajastan turunun notlarını hazırlayabilirim mesela. Bu arada Shantaram bitti bitiyor. Bugünlerde İdefix'ten ısmarladıklarım da gelir herhalde. Okumakta olduğum diğer kitap Food Energetics, müthiş bir araştırma kitabı. Yiyeceklerin ruhsal-duygusal-besleyici özelliklerini anlatıyor. HIZLI ya da YAVAŞ yiyecekler diye bir ayrım olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ama şimdi biliyorum ve eğer bunların dengesini tutturamazsam ben de hızlı ya da yavaş olmaya eğilimli olurmuşum; bunu da öğrendim:))Hep aynı tür yiyecekleri bedenine alan, alıştığı modelin dışına çıkmayan veya fanatik vejetaryan-vegan-frutaryan- çiğ gıdacı takılanların eninde sonunda dengeyi yitirip, nasıl çamurlara saplandığını anlatıyor. Dengeli Beslenme denen şeyin, sadece kaloriler, yağ oranları, şu kadar sodyum, bu kadar potasyum v.s gibi sayılara dökülen değerler olmadığını ve hatta aslında bunların dışındaki boyutun daha önemli olduğunu söylüyor. İnsanların yemek seçimlerine bakarak, neredeyse kişiliklerini okuyor. Meraklısına hitap edecek türde, bence kayda değer bir başvuru kitabı... Tabii bir de işin eski zaman bilgeliği kısmı var ki, beni en çok heyecanlandıran kısmı o. Daha henüz oralara gelmedim, bakalım kadim öğretiler ne diyor bu konuda? Bu arada konu ilginizi çekerse kitabın yazarının sitesine tıklayın: www.stevegagne.com
Evde olmak güzel, okumak güzel, yazmak güzel... Bir de kitabımı toparlayabilirsem, nefis olur ama bende bir tembellik, bir yaydırmaca... Neyse, her şey zamanında! Şimdi dinlenme ve hücrelerimi yenileme zamanı. Yorgun bedenimi serme zamanı... Paul Lafargue'a selam olsun: TEMBELLİK HAKKI'mı kullanma zamanı...
Hastalık Durumları
Son haftalarda üst üste olaylar yaşadım. Önce İtalya'da çantamın çalınması ve acentanın tur avansı da dahil olmak üzere para, opera biletleri, pasaportum, nüfus cüzdanım ve kredi kartlarım gibi herşeyimin gitmesi, ardından bir koşu Ankara'ya gidip, bir günde pasaport çıkarma macerası -ki beni tüketti- , sonra bu beklenmedik hastalık ve Güney Hindistan'a gidememek... Biraz fazla geldi üst üste...
Bir şeyler oluyor yine galiba. Yıldızlarda bir hareketlilik var herhalde. İnşallah en kötüsü geçmiş, bitmiştir.
Bu hastalık günlerimde evde kalınca, ilk günlerde hiç bir şey yapamadım. İnternete girip mail kontrolü bile yapacak gücüm yoktu. Konsantrasyonumu toparlayamadığım için, kitap da okuyamıyordum. TV'nin karşısında aptal aptal uzanıp, her türlü saçma Sit Com'u izledim. Aldığım ilaçlar uyku yapıyordu, bol bol uyukladım. Nuriye Hanım tam bir anne şefkatiyle şımarttı beni. Hayatımda hiç içmediğim miktarda su içtim. Baş ağrım hiç ama hiç geçmedi. Hala devam ediyor. Bakalım daha ne kadar sürecek?
Bu arada nefis bir içecek tarifi: Ihlamur, çubuk tarçın, gül, elma kabuğu, limon parçaları...Güzelce demleyin. Süzüp için. Sıcak hatta oda sıcaklığında bile içilebiliyor. Durup durup bunu içtim. Normal çayı istemedi vücudum nedense...Oysa hayattaki en büyük dualarımda biri "Allahım beni çaysız bırakma"dır. Buna rağmen bu sefer içemedim. İstemedi bünye...
Şimdi Shantaram'ı okumaya devam ediyorum. 900'e sayfaya yakın kitap, öyle hop diye bitmiyor tabii ki. Arada Elif Şafak'ın FİRARPEREST'ini okudum bitirdim. Sanırım gazetelere yazdıklarını toplamış bir kitapta. Deneme tadında...Zaten oldum olası deneme severim...Bir çırpıda okudum ve yine Elif Şafak'ı ÇOK KISKANDIM. Kim ne derse desin, ben bu kadını yetenekli buluyorum. Dili kullanma tarzı hoşuma gidiyor. Evet, Osmanlıca hayranı ve evet, cemaat destekli. Evet, DİŞİ ORHAN PAMUK olmak istiyor. Evet, polemiklerle besleniyor. Hepsini biliyorum ama bunlar onu beğenmeme mani olmuyor. Kocasına gıcık oluyorum, önüne serilen imkanları kıskanıyorum, güzelliği neredeyse içimi acıtıyor. Ama yine de okurken "Vay anasınıi ne güzel yazmış" demekten başka şey gelmiyor elimden. Aşk nefret ilişkisi benimkisi. Yeni romanını da heyecanla bekliyorum açıkçası. Bakalım, ne zaman çıkacak?
Neyse, okumayı sürdürdüğüm bir başka ilginç kitap ise FOOD ENERGETİCS. Yiyeceklerin ruhsal, duygusal ve besleyici güçleri hakkında yazılmış kapsamlı bir çalışma. Okurken hem çok büyük keyif alıyorum hem de bir çok şey öğreniyorum. Ne mutlu!
Şimdilik bu kadar. Bakalım daha kaç gün evdeyim?
SHANTARAM - Tanrı'nın Huzur Bahşettiği

Perşembe günü Güney Hindistan'a gidiyorum. Bu sefer bir ilk yaşanacak benim için. Faruk Pekin'in liderliğini yaptığı bir tura "apranti" olarak katılacağım. Büyük bir deneyim olacağını şimdiden hissedebiliyorum. Onun gibi bir Hindistan Üstadı'ndan kimbilir neler neler kaparım? Aslında tur benim turum olmamasına rağmen kendimi heyecanlı hissediyorum. Göreceklerim, duyacaklarım, hissedeceklerim ve öğreneceklerim şimdiden mutlu kılıyor beni.
KADER SENİ GÜLDÜRMÜYORSA, ESPRİYİ ANLAYAMADIN DEMEKTİR.
Yetmez mi dostlar?
Tayland-Myanmar'dan Dönüş Yolunda

- Bangkok Sheraton Royal Orchid'in Chao Praya'ya taşan terasında oturup, nehir boyunca kömür taşıyan mavnaları seyretmek.
- Chiang Mai Rati Lanna'da, Mae Ping kıyısındaki dev ağacıma bakarak sabah kahvemi yudumlamak.
- Gözümün önünde hazırlanmış Pad Thai'yi keyifle gövdeye indirmek.
- Sukhotai WAT Sİ CHUM'daki kocaman BUDA heykelinin, zarif elini okşamak.
- Myanmar'ın kalbi Shwedagon'da akşam gezisi...TEK BAŞIMA!!!
- Bagan'da İrrawady manzaraları eşliğinde, tapınak tepesinden gün batımı.
- İnle Gölü'nde sabah, henüz gün doğmadan, sıcacık battaniyelere sarınıp, gölün ortasında kazıkların üzerinde kurulmuş otelden kıyıya tekneyle transfer. Sabah sisi etrafımı sararken...
- U Bein köprüsünde, bacaklarımı göle sarkıtarak gün batımı. Rahiplere laf atarak...
- Bangkok'daki masajcımdan 90 dakikalık bir şımartılma. Senelerdir aynı kadın ve senede sadece bir defa!!!
- Turun sonunda Bangkok havalimanının CİP salonunda, bir haftalık kesintiden yeniden internete kavuşma ve mesaj kontrolü.
Eve dönüyorum... Çok uzun kalmayacağım. Sadece 4 gün...Sonra hemen Güney Hindistan'a geçiyorum.
Ne de olsa dünya büyük!
Sonbahar mı? Bilemedim...
Havadan yakınan yaşlı, dırdırcı kadınlara döndüm ama kusura bakmasın kimse! Son zamanlarda kendimle ilgili yaptığım bir takım çalışmalarda, bu mevsim kaymalarına fena halde takıldığım ortaya çıktı. Şaşırdım mı? Hayır! Benim gibi yazlık-kışlık kıyafet ayrımı yapmayıp, her mevsim her kıyafeti giyebileceği bir yerlere uçan biriyseniz, uzun vadede bir yerlerde bir vida oynamaya başlıyor. Mevsimlerin döngüsüne uygun yaşamak çok önemli aslında. Doğduğun coğrafyadaki tabii!!! Yoksa bir eskimonun ya da tropikal bir bölge insanının aynı mevsim döngülerinden bahsedemeyeceği ortada...Ben nasıl bir yerde doğdum? 4 mevsimin yaşanabildiği şanslı bir coğrafyada! Döngü nasıldır peki? İlkbahar'la tabiat uyanır, canlanır, Yaz gelince herşey fışkırmış ve olgunlaşmıştır, Sonbahar geldiğinde tempo yavaşlamaya başlar ve yapraklar yavaş yavaş dökülür, hasat biter, Kış geldiğinde de tabiat kendini dinlenmeye çeker ki yeniden canlanabilsin...İşte bu benim doğduğum coğrafyanın doğal döngüsü... Oysa biz ne yapıyoruz? Yaprakların dökülmeye başladığı sonbahar mevsiminde okulları açıyoruz, yeni projelere başlıyoruz. Kış geldiğinde tabiat uyurken deliler gibi çalışıyoruz. İlkbahar geldiğinde kışın dinlenemediğimiz için bahar yorgunluğu diye inim inim inliyoruz. En olgun mevsimimizde de deniz kenarına inip, yan gelip yatıyoruz. Okulları kapatıp çocukları da kendimize benzetiyoruz. Doğa bunu yapmıyor. Doğa kışın kendini nadasa çekiyor. Hayvanlar kış uykusuna yatıyor. Ağaçlar yapraklarını döküp dinleniyor. Tabiatta bir tek biz insanlar kışın vites büyütüyoruz. Oldu mu şimdi o zaman? Oldu gibi dursa da olmuyor işte! Dedim ya, uzun vadede vidalar gevşiyor, tıkırtı yapmaya başlıyorsunuz. Ben başladım vallahi ne yalan söyleyeyim?
Yine de dün adada nefis bir gün yaşadım. Hava limonata gibiydi. Dostlarla nefis yürüyüşler ve adanın en güzel, en kişilikli evlerinden birinde, nefis bir bahçe içindeki şahane bir Art Nouveau köşkün gölgesinde, çam ağaçları arasından denizi seyrederek, harika bir öğleden sonra ve akşamüzeri geçirdim. Havaya söyleyecek tek kelimem olamazdı, olmadı da zaten!
Bu akşam Bangkok'a gidiyorum. İki haftaya yakın bir süre, Tayland ve Myanmar hattında olacağım. En özlediğim coğrafyaların başında geliyor Hindiçini...Aung San Suu Kyi'yi de serbest bıraktılar Myanmar'da. Bakalım durum nedir, bir kolaçan edelim! Oralardan da bildiririm...
İyi Bayramlar...
Berlin - Dresden
Berlin her zamanki gibi vakur ve ihtişamlıydı. Aradan sadece 11 ay geçmiş olmasına rağmen, en son gittiğimden beri sanki şehir daha da güzelleşmiş. Gittikçe ısınıyor, gittikçe ışıldıyor ve beni her seferinde büyülüyor Berlin. Ama turun benim için en özel kısmı, Dresden'de kaldığımız akşam yaptığım ufak bir keyif molası oldu: Dresden Filarmoni Orkestrası'yla başbaşa bir gece! Estonyalı besteci Arvo Part'ın son derece ilginç bir parçasını sundular: FRATRES for Violin and String Orchestra... Eğer bir konserde canlı dinlemesem, başka şekilde aklıma gelip de dinleyebileceğim türde bir parça değil açıkçası, amma ve lakin, konser sırasında böyle sıradışı müzik parçalarını dinlemek, insanın ufkunu açıyor. Mesela şimdi evde o CD olsa -ki şu anda saat 01.20- koyardım CDçalara ve dinlerdim... Evet belki melodisi beni gevşetmezdi ama en azından eskisi kadar germezdi de... Lütfen internette bulursanız bir kere dinleyin. Arvo Part, öyle bizdeki konser salonlarına taşınacak tarzda müzik yapmıyor dolayısıyla ancak "ararsanız" bulursunuz. Bizdeki konserlerde değil Arvo Part, Şostakoviç'i bile zor dinliyoruz. İstanbul'da genellikle kulağa hoş gelen melodileriyle, tanıdık konçertolar veya senfonilerle dolu programlar hazırlanıyor ki bu uzun vadede kendini tekrardan öteye gitmiyor. Hani atonal? Hani -mesela-Schönberg? Her sene Beethoven 9.Senfoni dinlenmez ki! Dikkat ediyorum İstanbul'daki büyük orkestralarımız, birbirlerine benzeyen konser programları yapmaktan vazgeçemiyorlar. Biliyorum ki Türkiye'nin kültürel ortamında buna bile şükretmemiz gerekiyor ama gönlümden geçenleri de saklayacak değilim. Mesela İDSO, İstanbul'un devlet orkestrası olarak, her ay, hadi her iki ayda bir, sıradışı konserler adı altında, az icra edilen, dinleyicinin sınırlarını zorlayıcı konserler verse...Meraklısı bu konserleri takip etse... Hoş kadın şefimiz Sera Tokay'ın kurduğu oda filarmoni orkestrası, bu ihtiyaca yönelik çalışmalar yapmıyor değil ama yeterli değil. Senede sadece iki konser yetmez... Keşke daha da çok olsa...Kulaklarımız daha çok Stravinsky, Schönberg, Arvo Part, Ligeti duysa... Keşke...Keşke...
Dresden'deki ikinci parça Rachmaninoff'dan 2. Senfoni'ydi... İlk defa tamamını canlı olarak dinledim ve tek kelimeyle bayıldım. Görkemli ve göğüs kabartan bir melodi... Duygulu, romantik ve sürükleyici...
Konsere yalnız gittim, kimseyi benimle gelmek için kandıramadım. Dresden'de 1960'ların sonunda, "komünist mimari" felsefesinde inşa edilmiş kültür sarayının aynen muhafaza edilmesi, restore edilerek yenilenmesi ve şehrin gözbebeği orkestrasına ev sahipliği yapmaya devam etmesi içimi burktu. 2010 Avrupa kültür başkenti güzel şehrimi düşündüm ve aklıma geldi: HANİ BENİM KONSER SALONUM? Bir sürü salonumuz var ama GERÇEK bir konser salonumuz YOK!!! Kültür bakanımız Ertuğrul Günay Bey, AKM'nin 2009 sonbaharında açılacağı konusunda kişisel garantisini vermişti. Sene 2010 ve sonbahar bitmek üzere...AKM'de tık yok! Ertuğrul Günay hala yerinde... Garantisi kendinden menkul!!!
Gel de ağlama!!!
Neler olup bitiyor peki?
Aslında majör bir değişiklik yok. Her zamanki hayat akışı devam ediyor. Dünya kazan ben kepçe... Yeni insanlar, yeni dostluklar ve hepsinin sonunda güzel eve dönüşler. Bir süre evde kalıp, sonra yeniden yollara düşmeler. Aynı yani...
Eylül ayı gerçekten inanılmaz tempoluydu. İki haftalık Nepal-Tibet-Bhutan üçlemesini yapıp döndüğüm akşamın hemen ertesi sabahında, kendimi yeniden bir uçakla Gürcistan'a uçar bulduğumda, temponun farkına ben de vardım. Benimle turdan dönen gezgin dostlar, "acaba kaç günde kendimize geleceğiz" tartışmaları yaparken, ben akşam eve gelip, çamaşır yıkayıp, ütülerimi yapıp valizim hazırladıktan sonra hemen ertesi sabah yenide yola çıktım. Ne mutlu ki, Karadeniz maceramız da, en iyi şekilde bitti be eve gelip biraz dinlendim.
Bundan sonraki ilk seyahatin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını da içeren hafta içinde Berlin ve Dresden'e olacak. Ondan sonra Milano, La Scala gelecek. Sonra Asya yolları yeniden ve Tayland & Myanmar, Güney Hindistan, Rajastan derken zaten kış bitecek.
Ömür de aynen bu hızda geçiyor ya...Göz açıp kapayana kadar bir de bakmışsın, süre dolmuş!
Bir kitap okuyorum, bitmek üzere: Being Happy! Her zamanki gibi altını çize çize okuduğum için, bazı yerleri buraya alıntılamayı düşünüyorum.
Bir başka kitap daha: Tuesdays with Morrie... Bir yaşlı adam, bir genç adam ve hayatın anlamı üzerine Salı buluşmaları. Düşünüyorsunuz: Hayatıma anlam veren şeyler nedir? Ne şekillendiriyor? Önceliklerim? Sevdiklerim? Daha az sevdiklerim? Sevmeyip mecburiyetten hayatımda tuttuklarım? En kısa zamanda eleyeceklerim? Hayallerim? Korkularım? Müthişti, alıntılayacağım...
Dün akşam Fazıl Say konserindeydim. Müthiş bir sanatçı ve biz ona memleketçe büyük haksızlık ediyoruz. Ne de olsa "elindekinin kıymetini bilmeyenler" toplumuyuz ya, elimizden kaçtığında ardından methiyeler düzeriz... Seviyorum seni Fazıl Say, Allahaşkına gitme bir yerlere...
Sulawesi'nin Toraja Diyarı
Makassar'dan karayoluyla 330 kmlik bir yol ama 9 saatte ancak gidilebiliyor. Pirinç ekili düzlükler, tarlaların içine kurulu balık ve karides çiftliklerinin arasından gidilen ilk dört saatin sonunda, ParePare'de tekrar denize kavuşuluyor. Ardından yol yavaş yavaş yokuşa vuruyor ve dağlık bölgeye doğru ilerliyorsunuz. Kireçtaşı tepelerin arasından tırmanan yol, son üç saatte sadece virajlardan ibaret ve yorucu ama bazı anlarda öyle manzaralar görülüyor ki, yoruldum demeye utanıyor insan. Tırmandıkça bulutlarla yakınlaşıyorsunuz, aslında nem yüklü bulutlar size doğru iniyor. Sivri zirvelerin etrafını sarıyor, vadilere sızıyor ve hülyalı bir diyara girişin sinyallerini vermeye başlıyor. Tam da daha fazla dayanamam artık dediğinizde, yol bitiyor zaten. Toraja Diyarı'ndasınız artık!!!
Dünyanın en tuhaf 10 yeri diye bir liste yapılsa, burası kesinlikle ilk üçte yer alır... Benim ilk üçümde zaten senelerdir. Her yer dağlık, kireçtaşı zirveler. Bitki örtüsü muhteşem, adını bilmediğim bir sürü ağaç, çalı ve çiçek. Doğabilimci Wallace'ın ayrımına göre Asya değil Avustralasya bitki ve hayvan çeşitliliğine sahip bir ada burası. Hatta anakaradan o kadar uzun zaman ayrı kalmış ki, aslında kendi biyotasını oluşturmuş Sulawesi...İşte bu adanın dağlık bölgesinde, bu alışılmadık bitki örtüsü ile giyinmiş garip mi garip bir halkın ülkesi: TORAJA!!!
Neden mi garip? Şöyle anlatayım: Dağlık bir yerdesiniz. Etrafınız dimdik yamaçlar ve keskin, diş gibi zirvelerle dolu. Bir köye doğru yoldasınız...Ağaç gövdelerinden yapılmış kalın kazıklar üzerinde oturan gemiler görüyorsunuz aniden. Sanki o dik yamaçların dibindeki görünmeyen kayalara oturmuşlar gibi... Ya da dev kızaklara çekilmiş de bakımları yapılacakmış gibi...Allah Allah? Dağda geminin ne işi var ? Rüya olmalı herhalde diye düşünüyorsunuz. Yok yok,rüya değil! Bu gemi şeklinde yapılmış ŞEYLER, aslında Torajalıların evleri!!! Köye ulaşıyorsunuz, evleri daha yakından görüyorsunuz. Kırmızı-siyah-sarı ve kiremit renklerinin hakim olduğu resimlerle süslü bu evlerin önünde, onlarca bufalo boynuzu gökyüzüne yükseliyor. En çok bufalo boynuzu kimin evindeyse, orası belli ki, köyün şefi!!! TONGKONAN deniyor bu evlere ve her Torajalı'nın ait olduğu bir tongkonan var. Tongkonan ATA EVİ olarak kabul ediliyor. Sizin soyunuz , sopunuz ait olduğunuz Tongkonan'la belli oluyor. Birbirleriyle aynı yönde dizili tongkonanların karşısında aynı paralellikle ALAUNG'lar bulunuyor. Bunlar tongkonanlardan daha küçük ama yine de çok süslü ve köyün erzak depoları olarak kullanlıyorlar. Onlar da iyice cilalanmış, parlatılmış kazıkların üzerinde inşa edilmişler...İyice parlatılmış olmasının sebebi, hububata fare veya başka hayvanat dadanmasın, dadanırsa da çıkamayıp geri kaysın... Boynuzlar ne işe yarıyor peki? İşte bu Toraja halkının en önemli geleneği hakkında bilgilere götürüyor bizi...
Diyelim ki biri öldü...Ölen kişi için HEMEN bir cenaze töreni yapılır. Beden HEMEN gömülür. Sonra asıl iş başlar. Ölen kişinin ailesi, ölünün ESAS cenaze töreni için, tüm aile fertlerine, tüm Tongkonan fertlerine haber verir. Köy halkı zaten haberdardır durumdan ama ailenin ve Tongkonan'ın başka şehirlerde yaşayan fertlerine de haber verilmesi gerekir. Ailenin ekonomik durumu ve sosyal statüsüne göre hazırlıklar yapılır. Hazırlıklar içinde davetlilere sunulacak yiyeceklerin ve kurban edilecek hayvanların hazırlanması belki de en önemli bölümdür. Kilolarca pirinç, sebze, çocuklara şekerleme, çay, bira, viski ve sigara...Bunlar su gibi akmalıdır cenaze merasiminde. Bolluk, bereket olmalıdır. hem ailenin prestiji için, hem de ölünün ruhunun şad olması için. Bir de işin kurban bölümü vardır. İşte bu noktada kurban edilecek BUFALO sayısı o kadar önemlidir ki, bazen aileler 2-3 sene boyunca para biriktirip, bu merasimi ancak öyle yapabilmektedirler. Ne kadar çok bufalo kurban edilirse, ölen kişinin ruhunun atalarının yanına o kadar kolay ve hızlı çıkacağına inanırlar. Bu ruhu mutlaka yukarıya, ataların yanına göndermek gerekir zira eğer bu dünyada kalırsa, ailenin geri alanına huzrsuzluk verir...Bufalolarla birlikte bir sürü tavuk-horoz ve domuz kurban edilir. Etleri gelen misafirler arasında paylaştırılır. Ancak bu tören sırasında mutlaka anlatılması gereken bir şey var: Ölü, gömüldüğü yerden çıkarılır ve süslü bir tabuta yerleştirilir. Misafirler tabuta ziyaret yaparlar. Ölüye de ikramlarda bulunulur...Eski zamanlarda, Hıristyanlık öncesi geleneklerde, ölünün bedeni bazı doğal eczalarla adeta mumyalanır ve ölü evin içinde muhafaza edilirmiş. Şimdilerde bu yapılmıyor ama yine de büyük merasim için ölü gömüldüğü yerden çıkarılıyor.
Cezane töreni üç gün kadar sürüyor. Son gün tabut, mezarlığa taşınıyor. Modern mezarlıklar Tongkonan şeklinde yapılmış. Bir aile için ortak kullanılıyor. Eski mezarlıklar ise tüyler ürpertici resmen. Mağaralık yerlerde, pirinç tarlalarının arasında geçerek ulaşabiliyorsunuz. Bazı mezarlıklarda tabutlar, dimdik, duvar gibi yamaca kitap rafları gibi çakılmış düzeneklere yerleştirilmiş. Çürüyen bazı raflar yere düştüğü için, tabutun içinde onca seneden sonra her ne kaldıysa, etrafa saçılmış. Arada sırada insanlar bu mezarlıklara gidip, sağa sola saçılmış kemikleri toplayıp bir araya getiriyorlar. Kimin kemiği, kimin kafatası bilinmiyor. Mağaraların içlerinde bulunan mezarlıklarda ise, çok tuhaf manzaralarla karşılaşılıyor. Ölüyü ziyarete gelmiş olan kişiler, ona sigara, viski ve para sunuyorlar. Biz bakıyorsunuz, bir kafatası, dişlerinin arasında bir sigara!!! Hey Allahım!!! Bir de yamaçlara oyulmuş nişlerin içinde, gözlerini üzerinize dikmiş bakan yüzlerce kukla var ki, bir anda kendinizi ruhlarla çevrilmiş gibi hissetmenize sebep oluyor. O kuklalar, mağaraların içinde yatan ölüleri temsil ediyorlar ve bence çok ürperticiler.
Bir de başka tuhaflık var: Eskiden eğer bir bebek doğduktan üç ay sonra ölürse, o zaman melek kabul ediliyor ve gömülmüyor, mezarlığa da götürülmüyormuş. E peki ne yapılyormuş? Kutsal kabul edilen dev ağaçların gövdelerinde bir delik açılıp, o deliğin içine yerleştiriliyor, sonra da delik dışarıdan , doğal liflerle yapılmış bir yama ile kapatılıyormuş. Ağaç büyüdükçe, bebeğin üstüne kapanıp, bebeğin gövdesini kendi içine alıyormuş. Böylece o dev ağaç yaşadıkça bebeği de yaşadığına inanıyorlarmış. Bu ağaçlardan hala var ve anlatılanlara göre, geleneklere çok bağlı olan aileler, gizlice bunu sürdürüyorlarmış...
Endonezya'nın genelinde Müslümanlık hakim. Sulawesi'nin sahil kısmında da öyle ama içerideki bu Toraja Diyarı'nda, Hollandalı misyonerler ellerini çabuk tutmuş ve Hıristiyanlığı yaymışlar. Tabii burada Torajalıların domuzlarla olan geleneksel kurban ilişkisi de önemli. İslam'ın domuzlara karşı tutunduğu tavır, buranın eski geleneklerine ters düştüğü için de, Hıristiyanlık daha kolay benimsenmiş... Benimsenmiş derken zannetmeyin ki, alıştığımız Hıristiyanlık var burada... Kiliseler var tabii ama halkın binlerce yıllık adetleri, kilisenin adetlerinden çok daha kuvvetli olarak devam ediyor.
Seneler önce bir laf etmiştim: O kadar çok yer ve garip şey gördüm ki dünyada, artık hiç bir şey beni şaşırtamaz! Ne kadar büyük laf etmişim meğer!!! Bu lafın üzerine yolum Sulawesi'ye düşmüştü ve bu lafı ettiğime utanıp, öyle dönmüştüm memlekete... Seneler sonra yeniden gittiğime çok memnun olarak, geri döndüm...
Yeni Hayat / 2

Yeni Hayat!!!

Endonezya Dönüşü
Türkbükü Manzaraları
Bulunduğum yer meşhuuuuur! Türkbükü'ne çok yakın ama biz bir kere bile gitmedik oraya. Pek çok kez içinden geçtik arabayla ama durmadık bile. Koylarda müthişşş tekneler, yatlar demirlemiş. Sahilde "sosyetik" olarak adlandırılan ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini anlayamadığım bir sürü "beach club" . Zaten biz herhalde giremeyiz, bizi almazlar muhtemelen zira o kulüplerin kapısına baktığınızda sadece ve sadece, erkek arkadaşımın tabiriyle, "agresif görünümlü araçlar" görüyorsunuz. Bir tane normal, dört kapılı, sedan türü aile arabası yok. Ya simsiyah camlı, tank büyüklüğünde jipler ya da her biri bir ev parası eden, hayatımda ilk defa gördüğüm bazı lüks otomobiller... Bizim Renault'yu oraya park bile ettirmezler... Aslında jip kullananlara biraz hak veriyorum zira ortalık delik deşik! Binek arabalar zorlanıyorlar gezerken... Türkbükü, ki memleketin en pahalı butik otelleri ve yazlık konutları, rezidansları orada, toz bulutu içinde yaşıyor... Milyon dolarlık villalardakiler, toz solumamak için, tankerlerle su getirtip evlerinin önündeki yolları ıslatıyorlar. Tabii yolların asfaltı, parçalı bulutlu olduğundan, asfaltın kalmadığı yerlerdeki toprak o boşa akıtılan suyla, kızıl renkli bir çamura dönüşüyor. Dolayısıyla milyon dolarlık rezidanslarından çıkan sosyetikler, ya çamura ya da toza bulanmadan bir yere gidemiyorlar.
Bir de gecesi 500 Euro'dan başlayan butik oteller var... Onların durumu daha da acıklı bence. Zira bu butik oteller zaten genellikle dağın başındalar...İçine iki "trendy" obje - tablo - mobilya - havuz koyan her otel, artık kendini butik otel olarak nitelemeye başladı, ki bu da ayrı konu! Neyse, buradakilerin çoğu, vallahi abartmıyorum, resmen dağın başındalar. Herhalde müşterileri denize indirmek için bir yöntem düşünmüştür bu otellerin işletmecileri... Tabii tozlu ve çamurlu yollar, derin çukurlar ortamı kebabi Bodrum tatilinden çok, meşakkatli Camel Trophy'e dönüştürüyor ama ne gam! Türkbükü' ndeler ya! Yeter!
Peki hiç mi güzel yanı yok?
Ahh ahh, olmaz mı?!
Herşeye rağmen dün akşam bir ay doğdu Türkbükü'nün üzerine, benim bile ağlayasım geldi! Yani, NASIL ANLATSAM; NERDEN BAŞLASAAAMMM? BODRUM BODRUM!!!
Verandamdan ...
Peki verandada oturup ne yapıyorum? Valla, yine ders çalışıyorum. Önümüzdeki ay yine yollara düşüyorum her zamanki gibi. Bu sefer ise istikamet Endonezya! Çok çok heyecanlıyım. İlk defa tur götüreceğim oraya...Yani daha önce Bali'ye gitmiştim ama tabii ki kültür turu konsepti bambaşka, hele bir de FEST'le olunca daha da keyifli. Zaten turun yarısını önceden tanıdığım ve çok sevdiğim insanlar oluşturuyor. Hem de Java, Bali ve Sulawesi adaları var programda. Kültürel anlamda inanılmaz bir deneyim olacak gelenlere. İşte onun için, harıl harıl ders çalışıyorum, bir ton güzel şey öğreniyorum ve bu öğrendiklerimi/derlediklerimi bu sefer turuncu kaplı defterime yazıyorum. Bu sefer turuncu dememin sebebi, aslında her zaman siyah kaplı Moleskine defterler kullanmam. Ama bu sefer, Endonezya'nın renkliliğine paralel bir renk olsun istedim ve geçen yıl erkek arkadaşımın hediye ettiği turuncu defteri seçtim kendime... Endonezya hakkında derlediklerimden ilginç bir seçkiyi belki yarın bloga koyabilirim. Çünkü Endonezya'da gerçekten HER ADA BİR DÜNYA!!!
Tatil? Okuma Maratonu?

- Jean Christophe Grangé'nin son kitabı ÖLÜ RUHLAR ORMANI'nı okudum, bitti ama açıkçası pek beğenmedim. Yani eğer sıkı bir Grangé fanatiği değilseniz, vaktinizi daha iyi şeylere vakfedin derim ben... Yok eğer illa da Grangé okuyayım diyorsanız, eski kitaplarından LEYLEKLERİN UÇUŞU'nu okuyun, olsun bitsin!
- Michel Faber'in iki kısa romanını okudum, bitti, çok beğendim:)) Biri, dünyanın en ünlü A CAPPELLA müzik topluluklarından birinin, çok önemli bir konser öncesi, Belçika'daki bir şatoda yaptıkları iki haftalık provanın öyküsü... Müzikle ilginiz varsa, daha çok keyif alacaksınız okurken. İsmi CESARET BEŞLİSİ...Diğer bir kitap ise YÜZDOKSANDOKUZ BASAMAK. O da, bir bacağını Bosna'da kaybetmiş bir genç arkeolog kadının, bir manastır kazısı sırasında yaşadığı, aşk+dostluk+gizem dolu birkaç ayı anlatıyor.
- Şu anda elimde Ferit Edgü'nün nefis bir eseri var: BİÇİMLER RENKLER SÖZCÜKLER. Resim ve Yazın sanatının beraber okunduğu güzel bir sanat kitabı. Özellikle Almanya ve Avusturya turlarımda müzelerde büyük faydasını göreceğim bir kitap.
Sırası gelince diğerlerini de yazacağım. Tabii ki birkaç Enis Batur kitabı da getirdim yanımda her zamanki gibi. Onlarsız çıkmam yola...Ancak hemen söyleyeyim: SEL YAYINLARI'nı takip edin. Nefis kitaplar basıyorlar. Piyasa işi değil hiçbiri ve okumaya kıyamazsınız. Hele GECEYARISI KİTAPLARI serisindeki kitaplar var ya, inanılmazlar gerçekten. Nasıl güzel bir seçki! Evet yaa, iyi aklıma geldi...Saat da geceyarısını geçti zaten. Bu yazıyı burada bitirip kendime güzel bir GECEYARISI KİTABI seçeyim şimdi...
Yaşasın TATİL!!!
Lance Armstrong Güzellemesi

Örnek alınası insandır.
Dünyanın en iyi sporcularındandır.
İnatçıdır.
Selesinin yüksekliğini milimetresine kadar kendi ayarlayacak kadar disiplinlidir.
Dünyanın en zorlu spor müsabakası olan Tour de France'ı, 7 defa üs üste kazanarak "gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi" ünvanını sonuna kadar hak eden kişidir.
Bütün bedenini sarmış olan kanserle inatla savaşıp, onu yenendir.
İşte o hastalığı sırasında "öldü bu adam artık" deyip kendisini hasta yatağında terk edenlere ve de özellikle eski takımına inat, dünyanın en zorlu yarışını üst üste 7 kere kazanan mucizedir.
Zaferine inanmayıp onu kötülemek için "Bu adam kanser ilaçları sayesinde dopinglendi" diyenlere "Ben 1 Ocak sabahı Pirenelerde, kar altında antreman yapıyordum; ya siz neredeydiniz?" deyip, gülüp geçendir.
Sporu bıraktıktan 3 sene sonra, kanser konusunda farkındalığın arttırılması için yeniden Tour de France'a dönüp, yine de 3. olmayı başarandır. Bir sürü insan bunu hayal bile edemez üstelik!
2010 senesinin aktif spor yaşamındaki son yılı olduğunu, 4 çocuğuna ve eşine daha fazla zaman ayırmak istediğini söyleyen yüce insandır.
Çok da yakışıklıdır üstelik...
Severim, sayarım...
2010 Tour de France'da başarılar diliyorum. O'nu podyumda görmek istiyorum.
Kitaplar, Kitaplar... Naçizane Tavsiyeler...
Bu seferki paketten çıkanlar:
- Can Yayınları, Gerilim serisine başlamış. Ben bilmiyordum ya da farketmemişim geçen haftaya dek. Jasper Kent'in ONİKİ isimli bir romanını aldım. Napolyon'un 1812 yılında Rusya'ya yaptığı büyük sefer sırasında yaşananları anlatan, enteresen bir eser. Bütün Rus şehirleri yenilmiştir ve sırada da imparatorluğun kalbi Moskova vardır. Moskova'yı korumak için son çare olarak, sadece geceleri ve yalnız başına savaşan 12 efsanevi savaşçı çağrılır... ve olaylar zinciri böylece başlar. Tarih ve gizem iç içe...Biraz sayfaları karıştırdım, heyecanlandım...
- Jean Christophe Grangé'den ÖLÜ RUHLAR ORMANI diğer bir kurgu roman... Gerilim kitaplarının, LEYLEKLERİN UÇUŞU'ndan beri sevdiğim ve hepsi olmasa da bir çok kitabını okuduğum ustası Grangé, bu sefer de gerim gerim gereceğe benziyor beni. Yalnız başınayken hayatta okuyamam ben bu tip romanları. Zaten gerilim filmlerini de hiç seyretmem ama bu adamın yazdıklarını merak ediyorum. Haa bu arada, eğer LEYLEKLERİN UÇUŞU'nu okumadıysanız, bu yaz kendinize bir iyilik yapın ve mutlaka okuyun...Evet kitap bir "çok satar" olabilir ve evet edebiyat açısından çok çok parlak da olmayabilir ama fikir ve kurgu açısından MÜKEMMEL bir macera/gerilim kitabı...
- Diğer bir kitap ise, İş Bankası Yayınları'ndan çıktı. Geçen seneden beri listemde ve aklımdaydı. Sonunda getirttim: Thierry Zarcone'un yazdığı YEŞİMTAŞI YOLU. İpek Yolu'yla paralellik taşıyan, Türkistan'da çıkarılıp Çin'de satılan yeşimtaşının izlediği yolun hikayesini anlatıyor kitap. Yeşimtaşı, hepimizin bildiği gibi Çin'de hem dini hem de siyasi önem taşır ve YANG ilkesinin en kusursuz simgesidir. Yeşimtaşı'nın merkeze alındığı bu güzel kitapta kentler, vahalar ve seyyahların öyküleri var...
- Ben kitap alırım da, içinde Enis Batur'um olmaz mı? Piyasada bulamadığım bazı kitapları nihayet buldum ve daha yeni olanlarıyla birlikte getirttim:
- KARA MİZAH ANTOLOJİSİ: Müthiş bir derleme...Ancak Enis Batur böyle bir şeye kalkışırdı herhalde...Ve de kitabı basanlar da en az Batur kadar deli olmalılar. Nefis nefis...Kitapta kimler yok ki? Marquis de Sade'dan, Neyzen Tevfik'e, Orhan Veli'den Edgar Allan Poe'ya, Aziz Nesin'den Samuel Beckett'e bir geçit resmi ki, kelimeler yetmez! Bulun, alın, okuyun ve kitaplığınızda her zaman yakın bir yerlerde tutun.
- CÜZ, KIPKISA METİNLER ise bir başka Enis Batur şahseri...Bazı metinler tek cümle, hatta bazıları ise tek KELİME!!! Dil cambazlığı ve kıvrak zeka bir araya gelince, işte bu kitaplar çıkıyor ortaya...
- Bir diğer Enis Batur kitabı ise BAŞKALAŞIMLAR XXI-XXX... Deneme-temrin-eleştiri-eskiz hepsi bir arada. Ve tabii ki görsel pek çok malzeme...Bayılıyorum, bayılıyorum...
- Ben bir kitap yazarsam ŞEHR'ENİS gibi olur. OKUYUN! Gezi kitabı değil, tam da benim yazmayı hayal ettiğim gibi gezi denemeleri. Kısacık, ama "anlayana sivrisinek az" tadında gezi yazıları.
Şu sıralarda, bir başka sevdiğim yazarın kitabını okumaktayım: Selçuk Altun'dan KİTAP İÇİN... Selçuk Altun, bence yurdumuzun tartışmasız en iyi yazarlarından biri. Sığ ve tatsız olana dimdik karşı çıkıyor. Entelektüel birikimi o kadar yüksek ki, çoğunluğa fazla gelebileceğini/geldiğini adım gibi biliyorum ama okunmazsa olmaz yazarlardan...Eğer hiç okumadıysanız hemen alın: ANNEMİN ÖĞRETMEDİĞİ ŞARKILAR, SENELERCE SENELERCE EVVELDİ, YALNIZLIK GİTTİĞİN YOLDAN GELİR, BİR SEN YAKINSIN UZAKTA KALINCA... İnanın müthiştir ve üstelik okurken bir ton şey öğrenirsiniz. "Has edebiyat" okumuş olursunuz...Kitabın fonunda hep bir müzik vardır sanki, öyledir resmen...
Az sonra yeniden internette kitap alışverişi yapacağım. Yeniler gelince onları da yazarım.
Haa bu arada bir soru: İHSAN OKTAY ANAR nerelerde kaldı? SUSKUNLAR'dan sonra büyük bir SUSKUNLUK içinde de...
Batum



- Adjara Devlet Müzesi'ni gezin. Hem arkeolojik hem de etnografik olarak pek çok ilginç bilgi edineceksiniz.
- Resim ve Heykel severleri Batum Devlet Sanat Müzesi'ne yönlendirmek lazım.
- Batum'un en önemli ve büyük ibadet yeri olan Kutsal Meryem Katedrali'ne gidip, Gürcistan SSCB'den ayrıldıktan sonra yeniden ibadete açılan kilisenin yenilenen modern vitraylarını görün.
- Batum şehir merkezinin biraz dışında yer alan büyük botanik bahçesini görün. SSCB döneminde de bütün Sovyetlerin en büyük botanik bahçesiymiş. En az bir saatlik yürüyüş bence şart!
- Ülkemizden doğan Çoruh nehrinin denize döküldüğü yeri görün ve deltasındaki kuş cennetinde yürüyüş yapın.
- Gonio Kalesi'ni gezin. Osmanlı döneminde kalenin duvarlarının üzerine, Türk tipi ilaveler yapılmış. Bir de içinde hamamla cami varmiş ama bugün hiçbii görülmüyor.
- Adjara Dağları'na doğru gidip, geleneksel Gürcü köylerinin arasında dolaşın.
- Gürcü şaraplarını tadın ve Gürcü mutfağının bence en lezzetli ürünü olan cevizli sosa ekmek bandırın...
- Akşam saatlerinde, renkli ışıklarla ve müziklerle danseden fıskiyeli çeşmelerin şovlarını kaçırmayın.
- Hareketli Batum limanının kıyısındaki kafelerde oturup, limana giriş çıkış yapam gemilerin manevralarını seyredin. Zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz bile...
Bu barada ADJARA'ya Türkler Acaristan diyorlarmış...Çok hoşuma gitti...
Bir hafta sonunu değişik bir yerde geçirmek isterseniz, Batum hemen şuracıkta... Yalnız bence, paraya azıcık kıyın ama mutlaka Sheraton'da kalın... Hem TAV'ın havalimanı hem de Sheraton oteli Batum'da büyük katmadeğer yaratmış durumda...
Ege Notları Haziran 2010 Bölüm 2 / Karaburun ve Ildırı

Saramago, İlhan Selçuk ve Şehitler


Ege Notları Haziran 2010 Bölüm 1 / LABRANDA
Balkanlar'a Doğru
İlk defa geçen yıl yapmıştım bu rotayı ve her gün içim sızlamıştı gezerken. İnanılmaz bir tarih dokusu var oralarda ve insan ne yapacağını şaşırıyor. Osmanlı orayı tam anlamıyla memleket benimsemiş ve bir sürü yatırım yapmış. Hiç düşünmemiş ki bir gün elinden kayıp gidiverecek! Ama maalesef, aymazlıklar ardı ardına eklenince, en gitmez sanılan yerler sadece bir sene içinde elimizden gidivermiş işte! İşin acı tarafı, aynı oyunun 2000'li yıllar versiyonu oynanıyor ve hala aynı aymazlık sürüyor Türkiye'de. Parçalanıp bölünmek üzereyiz ve en elimizden gitmez sandığımız yerlerde, sular ısınıyor uzun zamandır. Bir yanda Diyarbakır, diğer yanda yeni yazıldığı şekliyle WAN!!! Pes be kardeşim! İnsan hiç mi ders almaz tarihinden!!! Almıyormuş işte demek ki, alamıyormuş!
Bir kere daha oralara gidip, bunları düşüneceğim. Bir kere daha içim sızlayacak ama olsun! Oralarda olmak yine de çok keyifli olacak...
Mutluluk...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...
Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...

-
Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca, Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve sanat...
-
Avrupa’daki en sevdiğim başkentlerden biridir Viyana. Sık sık yolum düştüğü için de pek mutlu olurum. Geçtiğimiz günlerde yine bir g...
-
İstanbul’un kara ve kışa teslim olduğu şu son günlerde, ben evde olmanın mutluluğunu ve sükunetini yaşadım. Bol bol kitap okudum v...