Göller Bölgesi -2-



Bir önceki yazımda Göller Bölgesi gezimizin Elmalı kısmını anlatmıştım.
Bu yazımda da size, bulutlarla oynaşan zirveleri ve zengin tarihiyle büyüleyici Sagalassos’tan ve oraya giderken gezdiğimiz antik kentlerden bahsetmek istiyorum.
Terzi kendi söküğünü dikemez derler ya, işte bazen aynısı bana da oluyor. Dünyanın binbir köşesine uçup duruyorum ama kimi zaman kendi memleketimin güzelliklerini keşfe maalesef geç kalıyorum. Nitekim ne zaman bahsi açılsa içten içe, söylemeye bile utanıyordum henüz Sagalassos’u görmediğimi… Bu eksiğimi kapatabilmek için, Elmalı’dan sonraki günlerde, göller bölgesinin bu güzel köşesine odaklandım.

Tabii altımızda arabamız olunca, içimizdeki kaşif daha da hareketleniyor! Sagalassos’a giderken bile yolda rahat durmadık ve bir iki yere daha uğrayıp, gidişimizi daha da zengin kıldık. İlk durağımız Burdur – Antalya karayolu üzerindeki Ariassos oldu.

Ariassos Roma Kapısı

Öyle çok bilinen bir antk kent değil Ariassos. Güneydeki Pamfilia ile daha dağlık Pisidia’nın kesişme noktasında, resmi kayıtlara göre M.Ö 2 yüzyılda kurulmuş. Yakınından eski kervan yolları geçiyor. Hatta bu kervan yolu üzerinde, çok sonraki yüzyıllarda inşa edilmiş kervansarayların kalıntılarını görebilirsiniz. Her ne kadar Kalkolitik döneme kadar uzanan bazı toprak altı buluntular ortaya çıkarılmışsa da, gözle görülebilen yapılar, o kadar eskilere kadar uzanamıyor. Roma öncesi, Hellenistik dönemden izler çoğunlukta ama yine de gözlerinizin keskin ve arkeolojik bilginizin ortalamanın üzerinde olması lazım ki görünen kalıntılardan anlam çıkarabilin! Yine de şehrin tam girişinde ziyaretçileri karşılayan üç kemerli Roma dönemi kapısı ve onun altından başlayan ana caddeyi görünce, bir zamanlar bu şehirde hareketli bir yaşam sürüldüğünü anlıyorsunuz. Tiyatro, hamamlar, stadium ve hükümet binaları olarak tanımlanan kalıntılar, burada yaşanmış depremin boyutu hakkında da kuvvetli bir fikir veriyor. Hoşuma giden bir detay da şu oldu: Antalya’nın kuzeyinde, Toroslar’ın günay yamaçlarında kurulu Termessos kentinden başlayan bir yol, Ariassos’a kadar uzanıyormuş! Bu yolun kalıntıları, Ariassos’un batı kapısının yıkıntıları arasında seçilebiliyor. Şehir surlarından kalan bölüm sadece 300 metre civarında, o da pek iyi durumda değil ama orjinalinde neredeyse 1.5 km kadar uzanıyormuş! Nekropol olarak adlandırılan bölümde ise çok sayıda lahit var. Tabii pek çoğu define avcıları tarafından tahrip edilmiş! Ama insan bir şehrin boyutuna bir de lahitlerin sayısına ve nekropolün büyüklüğüne bakıyor! Şehir böyle büyük bir nekropol için gözüme biraz küçük sanki!  Kimbilir neden? Son dönemlerinde, Hıristiyanlık yagınlaştıkça bölgenin piskoposluk merkezi olarak onurlandırılmış Ariassos. Bugün, Çubuk Beli’ni geçtikten sonra  Akkoç köyü yakınlarından bir sapakla kolaylıkla ulaşılabiliyor. Arabanızla neredeyse o üç kemerli Roma Kapısı’na kadar ulaşabiliyorsunuz.

Biz bu kervan yolu üzerinde iki de kervansaray gezdik: Susuz Han ve İncirli Han. İkisinde de restorasyon çalışmaları var. Aslında Antalya-Burdur yolu üzerinde bu gezdiklerimiz dışında iki tane daha han bulunuyor. Bu hanlar Anadolu Selçuklu devleti dönemine uzanıyor. Ancak tabii ki bu yollar, Anadolu’nun halkı tarafından yüzlerce yıldır kullanılan yollar olduğundan, bu hanların kurulduğu noktalarda daha da eskilere uzanan yapıların izlerini görebiliyorsunuz.  Susuz han, 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1244-1246 yılları arasında inşa edilmiş olduğu düşünülse de, kitabesi olmadığından tam bir tarih verilemiyor. Bucak ilçesinin Susuz köyünde bulunuyor. Yörede hala çıkarılan yerel kesme taşla inşa edilmiş. Taç kapısı oldukça iyi durumda ve çok görkemli. Han’ın sadece kapalı kısmı ayakta kalmış. Diğer taraflarından kullanılmış olan taşları bugün köyün eski evlerinin duvarlarına gömülü halde görebilirsiniz. 2008 yılında Burdur Müzesi müdürü Ali Ekinci başkanlığında yapılan kazılarda, kervansarayın yakınlarında, Geç Bizans dönemine tarihlenen tabaklar, kaseler ve sırlı seramikler gibi çok sayıda parça bulunmuş. Geçtiğimiz yıllarda hayırsever bir iş adamı, epeyce para harcayarak, hanın restorasyonuna katkı sağlamış. Hanın kapalı kısmı artık kullanılabilecek duruma gelmiş. Dileğim, Susuz köyüne bir kazanç kapısı olmasıdır.

Diğer han ise, Bucak ilçesi İncirdere yolunda, kitabesinden anlaşıldığına göre 2. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından inşa edilmiş İncir Han ya da İncirli Han’dır. Yalnız, okuduklarıma göre bu han uzun sure bakımsız kalmış ve hatta hayvan barınağı olarak kullanılmış.  Birkaç sene önce ödenek çıkmış ve şimdi temizlik ve restorasyon çalışmaları yapılıyor. Kervansaray’ın yanıbaşındaki su kaynakları hala pırıl pırıl! İstiridye kabuğuna benzeyen müthiş bir taç kapısı var. Bu hanın da avlusundan eser yok, sadece kapalı kısmı ayakta. Bölgenin insanlarıyla konuştuğumuzda eskiden beri bu yerin Bucaklılar için bir mesire yeri olduğu, hafta sonları insanların çoluk çocuk oynamaya, piknik yapmaya, rahatlamaya geldiklerini anlattılar. Hepsi dört gözle bekliyor hanın yeniden hayat bulmasını!

Bu ziyaretlerden sonra yolumuzu ovalardan dağlara çevirdik. Bucak’tan geçip, tam bir kartal yuvasına benzeyen Kremna antik kentine ulaştık! Bucak ilçesinden yaklaşık 15 km tırmanıyorsunuz ve Çamlık köyüne ulaşıyorsunuz. Yolların durumu hiç fena değil ama taş ocaklarından yüklü çıkan o dev kamyonlara dikkat! Bir virajda burnunuzun ucunda beliriveriyorlar! Bu arada taş ocaklarıyla ilgili bir duygumu da paylaşmak isterim: Ben bu taş ocaklarını, güzelim yeşilliklerin içinde, dağların tepelerin bağırlarına açılmış devasa yaralara benzetiyorum! Ve sanki gittikçe çoğalıyorlar! Orman diye giriyorsunuz ama bir süre sonra küt diye o güzelim ormanın içinde kocaman bir yarıkla karşılaşıyorsunuz. Doğanın sükunetini kocaman vinçler, korkutucu kesiciler, art arda patlatılan dinamitler bozuyor! Ortalık toz duman! Her patlama 3.6 büyüklüğündeki bir depreme eşitmiş! Üstelik su kaynaklarını kurutup kirletiyor bu ocaklar! Ülkemizde 5000 ruhsatlı taş ocağı var. 20.000 başvuru daha varmış ayrıca! Benim canım acıyor, sinirim bozuluyor. Kim kime veriyor kocaman dağların tapusunu? Kim kime veriyor o dağları blok blok kesip satma ve sonunda da  yok etme hakkını? Manzarayı seyrederken, bir anda hançer saplanıyor göğsünüze! Bunun bir sınırı yok mu? Bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Neyse, daha fazla canınızı sıkmayayım ama bu duygumu sizlerle paylaşmadan edemezdim!

Kremna'da Gökkuşakları

Kremna'da Bulutlar


Sonunda art arda virajlarla yüksele yüksele Kremna’ya ulaştık. Bilet gişesine benzeyen bir yerde, yolumuzu asma kilitli bir kapı kesince, arabamızı bırakıp yokuş yukarı yürümeye başladık. Tırman tırman bitmiyor! Sonunda bir düzlüğe ulaştık ve nefesim kesildi: Aman Allahım o ne manzara! Bütün dünya altımıza serilmiş, bir yanda Karacaören baraj gölü, diğer yanda Taşyayla! Sıra sıra uzanan tepeler ve karlı zirveler! Uçaktan bakar gibiyiz! Nitekim Kremna 1000 metre yükseklikte, üç tarafı uçurum olan bir kayalık düzlüğün üzerine kurulmuş. Zaten Kremna kelimesinin Yunanca anlamı Uçurum demekmiş. Bir dönem eşkıya yatağı olmuş! Normal! Arabayla bile ulaşması zor! Ovalardan geçen kervanları soyup dağa kaçan haydutlar, bu kale gibi kayalığa saklanıyorlarmış. Roma devrinde, İmparator Probus idaresinde, bu eşkıyayı ele geçirmek için kenti bir kaç kere kuşatmak zorunda kalmışlar. M.S 2 yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında, Kremna’nın artık bir Roma kenti olduğu, kazılarda bulunan Hadrianus’lu sikkelerin çokluğundan anlaşılabiliyor.   Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar kitabında kentin adının ‘’Doruk Kenti’’ anlamına geldiği yazıyor. Kentin merkezine ulaştığınızda uçurumu da doruğu da görüyorsunuz!
Kremna'dan ovalara bakış

Kremna'ya adını veren kayalık uçurumlar


Kalıntıların arasında agora meydanını, tapınakları, 235 metre uzunluğundaki sütunlu yolu seçebiliyorsunuz. Ayrıca şehrin surları da etkileyici.  Kremna’nın ilk ziyaretçilerinden , ABD’nin ünlü üniversitelerinden Cornell’de Yunan dili hocası Prof. John Robert Sitlington Sterret, 1885’de buradaki yazıtları ve tarihi yapıların üzerindeki yazıları kaydetmiş ve diğer ciddi çalışmaların yolunu açmış. Prof. Jale İnan ise 1970-1972 yılları arasında yoğun bir kazı çalışması yürütmüş Kremna’da. Bu arada yörenin köylüleri de buldukları heykelleri Burdur Müzesi’ne satmışlar. Nitekim bugün Burdur Müzesi’nde, bu heykellerle birlikte, Jale Hoca’nın çıkardığı çok sayıda eseri görebilirsiniz.


Bu seyahate çıkarken kafamdaki en önemli nokta, yazımın başında da belirttiğim gibi, Sagalassos’tu. Bu olağanüstü şehri daha fazla geç kalmadan görmek, tanımak istiyordum. Dolayısıyla, bütün bu güzel yerlerden sonra, iki yanı da çam ormanlarıyla kaplı, manzaralı ve virajlı güzel bir yolla nihayet Burdur’un yaklaşık  4100 nüfuslu, tertemiz havalı ve sakin ilçesi Ağlasun’a vardık. Burdur’a 35, Isparta’ya 40 km mesafede bulunan Ağlasun, öyle sanıldığı kadar erişilmesi zor bir yer değil. Isparta’ya her gün uçak var. Oradan da bir araçla bir, bir buçuk saatte Ağlasun’a ulaşabilirsiniz. Hafta sonu kaçamağı yapılabilir. Üstelik Ağlasun çevresinde sadece Sagalassos değil, yukarıda saydığım diğer yerlerle birlikte başka pek çok yer daha var.  Burdur ve Isparta’yı da kattınız mı rahat rahat 3-4 günlük malzeme çıkar o bölgeden. İşin içine kanyon yürüyüşleri ve Kovada Gölü Milli Parkı’nı da latmak isterseniz, bence bir gün daha ekleyin derim.

Yollarda görüşürüz...

Göller Bölgesi -1-





Mesleğim gereği dünyanın pek çok ülkesine, farklı kültürüne ve coğrafyasına seyahat etme fırsatım oluyor Ancak yine de , her yurtiçi gezi benim için güzel yurdumu keşfetme, tanıma ve daha da çok sevme imkanı yaratıyor. Şubat ve Mart aylarında arka arkaya yaptığım Hindistan ve Nepal turlarımdan sonra, baharı karşılamak ve bir iki özel yer keşfetmek amacıyla bu sefer eşimle yollara düştük. Keşfetmek derken yanlış bir anlaşılma olsun istemem! Bu yerlerin hiçbirisi bilinmeyen yerler değil tabii ki, sadece biz kendi aramızda bunlara keşif gezileri dediğimiz için aynı terimi sizlerle paylaşmak istedim. Ne zamandır istiyorduk, bastık gittik Göller Bölgesi’ne!

İstanbul’dan, yeni adıyla, Atlas Global’in, koltuk araları gerçekten çok daha insaflı uçaklarından birine atlayıp, Antalya’ya uçuverdik. Yağışlı hava ve türbülans inişte beni epeyce korkuttuysa da, sağ salim vardık. Hemen iç hat terminal çıkışında, internet üzerinden kiraladığımız arabamızı teslim alıp, kendimizi sahil yolundan Finike’ye vurduk. Niyetimiz o gece Elmalı’da konaklamak ve adını hep duyup da bir türlü misafir olma fırsatı bulamadığımız bu küçük kenti daha iyi tanımaktı. Tabii ki yol üzerindeki iki antik kenti gezmeden yukarı yaylalara çıkmayı düşümüyorduk bile. Limyra ve Arykanda kentlerini gezip öyle çıktık Elmalı’ya.
Kısaca bu iki antik kenti tanıtayım sizlere:
Limyra, Finike’den dağlara doğru kıvrıldığınız zaman, 9 km sonra ovanın bittiği noktada, tatlı tatlı akan bir nehrin kıyısında karşınıza çıkıveriyor. Bugün o bölgeye Turunçova diyorlar. Yıkıntıların hemen yanıbaşında Torunlar köyü bulunuyor ama sit alanının sınırları oldukça iyi belirlenmiş olduğu için, arabanızı bırakıp, rahat rahat gezebiliyorsunuz. Limyra, M.Ö 5. yüzyıldan itibaren yerleşim görmüş. M.Ö 4 yüzyılda Anadolu’da Pers hakimiyeti yaşanırken, Likya Bölgesi’nin kralı Perikle, bütün Likya kentlerini bir sancak altında toplayıp Perslere karşı direniş örgütlerken, Limyra bütün bölgenin başkentliğini üstlenmiş. Aradan yüzyıllar geçip, Roma hakimiyeti kurulduğu dönemde ise, M.Ö 2. ve 3. yüzyıllarda bir parlak devir daha yaşamış kent ve depremlere rağmen, yeniden inşa edilebilmiş. Hıristiyanlığın yayıldığı Bizans devrinde, piskoposluk merkezi olmuş, sonra da 8. ve 9. yüyıllarda yaşanan Arap akınları sonrasında terk edilmiş.

Lymros çayı şehrin tam ortasından geçiyor. Hatta öyle ki, eski kente ait pek çok kalıntı, özellikle de kentin ana caddesi, nehrin altında kalmış durumda. Aslında bu haliyle bence çok etkileyici. Bir zamanların anlı şanlı kentlerinin yüzyıllar sonra düştükleri bu durumları görmek, her şeyin geçici olduğunun bir kanıtı gibi geliyor bana! Sütunlar, eski mermer yol kaplaması ve yola inen basamakların hepsi nehrin berrak sularının altında yatıyor. M.S 140’larda, Roma devrinde onarım gördüğü anlaşılan tiyatro, beklenmedik derecede iyi durumda. Kazılarda ortaya çıkarılan, başta heykeller olmak üzere pek çok eser ise, Antalya’nın o güzelim müzesinde sergileniyor. Görmediyseniz, mutlaka görün!
1970’li yıllardan beri Avusturyalı arkeologlar kazı yapıyorlar Limyra’da. Kazı evini de uzaktan gördüm. Nefis bir düzlüğün üzerine kurulmuş, yanıbaşından nehir geçen, söğüt ve çınar ağaçlarıyla yaz aylarında gölgelenen, ben burada yaşarım dedirten bir ortam yaratmış çalışanlar. Kazı zamanlarının hep en sıcak aylara denk geldiğini düşünecek olursak, bu gölgelerin ne kadar kıymetli oldukları ortaya çıkar! Ama açıkçası çok isterdim orada, kazı ekibiyle bir süre geçirip, kazma kürek sallamayı! Akşam olduğunda da Lymros çayının şırıltısıyla rüyalara dalmayı!





Limyra’yı gezdikten sonra, daha yükseklere ulaşmak için, Toroslar’ın aralarına daldık. Kıvrıla kıvrıla yükselip, Şahinkaya olarak bilinen sarp kayalığın dibine kurulmuş Arykanda’ya ulaştık. Manzara seriliverdi önümüze! Bulutlar zirvelerin üzerine taç gibi inmişken, bir anda güneş çıkıverdi. Kentin en yüksek noktasında inşa edilmiş HELİOS Tapınağı’nın sahibi GÜNEŞ bizi selamladı adeta! Arabamızı bırakıp, yamaca tırmanmaya başladık.
Bütün şehir, oldukça eğimli bir arazi üzerine kurulu olduğundan, taraça taraça yükseliyor. M.Ö 4. Yüzyılda, Likya Kralı Perikle döneminde, Limyra’ya bağlıymış kent. Bunu kazılarda ortaya çıkarılan çok sayıda Perikle sikkesinden anlıyoruz. Sonra Büyük İskender’in gelişiyle tüm Anadolu’da olduğu gibi, bu bölgede de bir takım idari değişiklikler yaşanmış olmalı. Roma devrinde, Likya  Birliği son bulunca, Arykanda da Roma’ya bağlanmış. M.S 1. ve 2. yüzyıl bu şehirde pek çok yapının onarıldığı, genişletildiği ve Arykanda isminin pek çok kaynakta sık sık kullanıldığı bir dönem olmuş.
O eğimli ve kayalık araziye böyle bir kentin nasıl kurulduğunu hayal ederken bile insan zorlanıyor. Taşların taşınması, kayalıkların düzlenmesi, istinat duvarlarının inşası, tapınaklar, idari binalar ve şehir meydanı agora gibi mekanların oluşturulabilmesi için, kimbilir ne kadar çok insan çalıştı, ne kadar çok enerji harcandı! Ben yapılardaki duvar işçiliğine hayran kaldım! Devasa taşlar birbirlerine yap-boz gibi bağlanmışlar! Aklıma İnkalar’ın ünlü kayıp kenti Macchu Pichu geldi hep gezerken! Onlar 15 yüzyılda yapmışlar, bizim Anadolu’nun insanları oradakilerden 1600 yıl önce! Yanlış anlaşılmasın! Niyetim biri diğerinden daha üstündür demek değil! Sadece şunu göstermek istiyorum: Bizim memleketimizde de, hem coğrafi konum hem de  mucizevi taş ustalığı konusunda en az Macchu Pichu kadar etkileyici yerler var demek ki! Bu bilinsin!


Roma döneminde inşa edilmiş stadyuma şaştım kaldım. Şehrin en tepede inşa edilmiş gözetleme kulesinden sonraki en yüksek noktada yer alıyor. Diyorsunuz ki kim tırmanır buralara ama çıktığınızda görüyorsunuz: Manzara şahane! Stadyum’un hemen altında, bölgenin en iyi korunmuş tiyatrosu yer alıyor. Çok büyük değil ama basamaklar, sahne binası gayet iyi durumda. At nalı şeklindeki orkestra bölümünden anlıyorsunuz ki, önce tam bir Grek tiyatrosu düzeninde inşa edilmiş, sonra yeniden düzenlenmiş. Bölgenin en yüksek zirvesine bakıyor! Bu eski adamlar işi iyi biliyorlarmış! Tiyatroları hep manzaranın en güzel olduğu yere inşa edip, hem gösteriyi hem de doğayı seyrediyorlarmış! İki gösteri bir arada yani! Ben de basamaklara oturup, kuş seslerini ve çam yapraklarının arasında ıslık çalan rüzgarı dinledim. Sislerle çevrili karlı zirveleri seyrettim. Bulutların arasından çıkıp çıkıp içimizi ısıtan güneşi selamladım. Ne kadar şanslı olduğumuzu, dünyanın her anlamda en güzel ve en zengin topraklarından birinde yaşadığımızı, o binlerce yıllık tiyatroda bir kere daha hatırladım.
Akşamüstü iyice serinleyen hava, artık yeniden yola koyulup o gece başımızı sokacak bir yer bulmamız gerektiğini hatırlatınca, arabamıza dönüp, yola koyulduk. Kafamdaki plan belliydi: Gece Elmalı’da kalacaktık!


Elmalı diye tutturmamın iki sebebi vardı: 1- Atatürk’ün Kuran-ı Kerim’i ilk kez Türkçe tefsir etmesi için görevlendirilen iki kişiden biri olan Elmalı’lı Hamdi’nin doğduğu toprakları görmek istiyordum. 2- Yüzyılın definesi olarak da anılan Elmalı Sikkeleri’ne adı verilen bölgeyi tanımak istiyordum. Bu kaçırılan definenin hikayesi rehberlik hayatım boyunca hep anlattığım şeylerin başında geliyordu. 1984 yılında Elmalı’nın Bayındır köyünde, bir kaçak kazı sırasında, yaklaşık 1900 sikkelik bir hazine bulunur. En büyük kısmı Amerikalı iş adamı William Koch’un elinde olan hazine uzun uğraşlar ve davalar sonunda yurda döner. Hala nerede olduğu bilinmeyen 150-200 adet sikke daha var. Bakalım onlar nerede ortaya çıkacak?
Torosların arasından yükselerek, etrafı karlı zirvelerle çevrili harika bir ovayı geçip, öyle vardık Elmalı’ya. Hava kararmaya yüz tutmuştu iyice. Akıllı telefonumun yardımıyla bir otel bulup, yerleştik. Sabah kahvaltısından sonra hiçbir şey yememiş olduğumuz için artık iyice acıkmıştık. Hemen kendimizi şehrin ana caddesine atıp, Elmalı’nin ünlü şişçilerinden birine girmeye karar verdik. Aslında  sonraki günlerde fark ettik ki bu tarz şiş o bölgede hemen her yerde yapılıyor. İnce bir şiş köfte gibi hazırlanıp, ızgarada pişirilen bu et yemeği, ısıtılmış pide üzerinde servis ediliyor. Yanında ızgara soğan ve yeşil biber ile getiriyorlar sofraya. Lezzeti mi? Et yemeyen eşim bile yedi dersem yeterince açıklamış sayılır mıyım acaba?
Sabah ise bölgenin susamıyla yapılan tahin ile pekmezi karıştırıp, ekmek bandırarak zenginleştirdik kahvaltımızı. Sonra da eski mahallelere doğru tırmandık. 138 adet tescilli ev ve konak var bu mahallelerde. Yavaş yavaş restore edilip turizme kazandırılacaklar.
Elmalı’ya evliyalar kenti diyen de var. Vahhab-ı Ümmi ve ünlü mutasavvıf Niyazi Mısri’nin hocası Sinan-ı Ümmi’nin türbeleri burada. Manevi yönü çok kuvvetli olan Elmalı’nın çevresinde de çok sayıda eski dergah ve türbe bulunuyor. Elmalı’nın yerlileriyle konuştuğumuzda hepsi özellikle Ramazan ayının çok güzel yaşandığını ve Kadir Gecesi’nde Elmalı’nın başka şehirlerden gelen ziyaretçilerle dolup taştığını, gece boyunca sokaklarda ve caddelerde Kuran okunup, namaz kılındığını, o gece dükkanların sabaha kadar açık olduğunu, kimsenin uyumadığını öğrendik. Böyle bir geceye tanık olmak isterdim. Bir Elmalı’lı hanım şöyle dedi: Döşeğini kapan gelir, kimse uykuyu düşünmez bile! Biz de ihtiyacı olana evimizi açarız. Bu bizim geleneğimizdir!
Tüm Ege ve Akdeniz bölgelerinde, Antalya da dahil olmak üzere, en büyük Osmanlı camisine ev sahipliğini Elmalı yapıyor dersem şaşırırsınız değil mi? Ben de şaşırmıştım! 1610 yılına tarihlenen Ömer Paşa Camii, kare planı ve merkezi kubbesiyle Mimar Sinan ekolüne uygun şekilde inşa edilmiş. Klasik dönem sonrası Anadolu’da inşa edilmiş en önemli külliyelerden biri kabul ediliyor Ömer Paşa külliyesi! Cami de onun mücevheri! Külliyede ayrıca, bir hamam ve camiyle ortak kullanılan şadırvanlı avlunun diğer tarafında medrese bulunuyor. İçinde bir başka evliya, Ahi Baba’nın türbesi var. Aslen Manavgat’lı olan Ketenci Ömer Paşa, kapıağalığından çavuşbaşılığa yükselmiş ve sonra da beylerbeyi olmuş. Doğu’da ve Batı’da pek çok sefere katılmış, bu camiyi de Saraybosna fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırmış. Hatta denilen o ki, külliyenin ortasındaki dev çınarın fidanını bile Saraybosna’dan getirmiş! Doğru mudur değil midir bilmiyorum ama dinlemesi bile güzel!
Yine pek az bilinen bir başka zenginliği daha var Elmalı’nın: Elmalı Yeşil Yayla Yağlı Pehlivan Güreşleri! Bu sene 662. defa düzenlenen bu güreşler, Edirne Kırkpınar’dakilerden bile eski! Bunu da bilmiyordum, orada öğrendim!
Elmalı’nın bir bir başka güzelliği de sedir ormanları! Türkiye’nin en yaşlı ağacı, 2000 yaşındaki bir sedir ağacı da Elmalı yakınlarındaki bu ormanlarda bulunuyor! Bu yıl o bölgeye ilk defa bahar yürüyüşü düzenlenmiş. Bundan sonra her bahar başlangıcında yürüyüş tekrarlanacakmış. Özel izinle girilebilen sedir ağacı koruma alanına girip yürümek için güzel bir fırsat değil mi?
Bu daha ilk gün! Bir hafta dolanıp durduk Göller Bölgesi’nde. Bir yazıya sığmaz, dolayısıyla haftaya da bu gezimizden izlenimlerimi paylaşacağım. Yine de hemen aklıma gelen şu son cümleyi yazayım: Dünya güzel elbette ama Türkiyemiz daha güzel!

Yollarda görüşürüz,

NEPAL AĞLIYOR!!!

Çok üzgünüm. 
Nepal'de büyük bir deprem oldu: 7.9! 
Pek çok bina, tapınak, ev ve tarihi eser yerle bir... Can kaybı henüz belli değil. Ortada birkaç binle ifade edilen bir kayıp var ama inandırıcı gelmiyor bana. Daha fazla olmasından korkuyorum. 
Zaten çok fakir olan Nepal halkı bu durumdan çok kötü etkilenecek. Biliyorum!
Ülkenin imkanları o kadar kısıtlı ki geçtiğimiz aylarda THY uçağını pistten kaldıramadıkları için Kathmandu havalimanı bir hafta kapalı kalmıştı. Şimdi o imkansızlıkla nasıl olup da enkazı kaldırıp, alttaki insanlara ulaşacaklar bilemiyorum. Eminim ölü sayısı artacaktır bu sebeple. 
Çok üzgünüm! 
Böyle zamanlarda çaresiz kaldığım için çok da öfkeleniyorum. Tuhaf duygular, yıkıcı aynı zamanda.
Diliyorum ki uluslararası yardımlar bir an evvel yerine ulaşsın. Daha fazla can kaybı olmadan enkaz kaldırma çalışmaları başlasın.
Dayan NEPAL!
Namaste!

INSTAGRAM'da Tibet Impressions


Yumbulakhang Seat of the first Tibetan King


Yumbulakhang Birthplace of Tibetan Culture
Yamdrok Valley and Fields


Samye Monastery


Sacred Yamdrok Lake

Potala Palace

INSTAGRAM'da Bhutan Impressions


Dream or what?


Rinpung Dzong

From my Window


Paro Market

Paro Market

Festivaller Diyarı BHUTAN ve TSHECHU Geleneği




Genç Rahip Adayı


Beş Renkli Dua Bayrakları

1990’lı yılların sonlarında Butan’a ilk adım attığım zaman, ‘’Butan mı? Orası neresi?’’ diyenlere o kadar çok laf anlatmak zorunda kalmıştım ki, aradan onca sene geçmiş olmasına ragmen ‘’Himalayalar’ın eteklerinde bir krallık’’ diye başlayan o uzun konuşmamı neredeyse kelime kelime hatırlıyorum. Gerçekten de o zamanlar Butan, adı sanı duyulmamış , haritada yeri gösterilemeyecek kadar ırak ülkelerin başında geliyordu. ‘’Ben Butan’a gidiyorum’’ dediğimde gözlerini devirip ‘’ Nereden buluyorsun bu acayip yerleri?’’ diyordu yakınlarım. Oysa artık devir değişti. Bundan birkaç sene öncesine kadar her anlamda kapalı bir kutu olan bu küçük krallık, dünyanın cazibe merkezlerinden biri haline geldi. Ülkemizde de bu gelişmelere uygun bir şekilde, Butan hakkında daha fazla konuşulur oldu. Yerli yabancı pek çok gezi-turizm dergisinde Butan hakkında yazılar çıktı, Ertuğrul Özkök gibi ünlü gazeteciler oradaki manastırlarda yaşadıklarını yazıya döküp iyice merak uyandırdılar, renkli fotoğraflar ve hatta belgesel kanallarında yayınlanan özel programlar sayesinde,  Butan artık eskisi kadar bilinmez olmaktan çıktı.
Dochu La Geçidi'nde 108 Stupa


Yine de Butan’a gidip gezebilen insan sayısı, diğer ülkelerle kıyaslandığında çok az zira ülkeye gitmeden önce sıkı bir planlama aşamasından geçilmesi gerekiyor. İlk yapılması gereken şey Butan’daki lisanslı bir yerel acentayla temasa geçmek! Bu acenta sizin için otel, araç ve rehber organizasyonunu yapıp, bu sayede vizenizin alınmasını sağlayacaktır. Yani öyle uçak biletimi alayım, indikten sonra başımın çaresine bakarım, keyfim nereyi isterse oraya giderim diyebileceğiniz bir yer değil Butan! Her şeyinizin noktası virgülüne kadar düzenlenmiş olması gerekiyor. Tek kişi bile gitseniz size bir araç ve rehber tahsis ediliyor, başka türlü gezmeniz mümkün değil! Bu durum kimi özgür ruhlu gezginlerin canını sıksa da şimdilik değişeceğe pek benzemiyor.
Bir önemli konu da işin mali yönü: Ucuz bir yer değil Butan! Eskiden ülkeye kabul edilen turist sayısı senede 2500 kişiyle sınırlıyken de ucuz değildi, şimdi bu sınırlama olmamasına ragmen hala önemli bir bütçe ayırmayı gerektiriyor. Minimum harcama olarak resmi bir rakam da var elimizde: Kişi başı günlük 250 USD! Bu rakamın içinde son derece yalın konaklama, yemek, araç ve rehber bulunuyor ancak eğer biraz daha iyi şartlar isteyecek olursanız o zaman bu 250 USD’nin üzerine ekleme yapmanız gerekecek demektir!

Ben mesleğim gereği senelerdir Butan’a gidip geliyorum dolayısıyla ülkenin geçirmekte olduğu değişimi yakından gözlemleme fırsatı buldum. Başta başkent Thimpu ve Paro olmak üzere ülkenin dört bir yanında son derece şık ve lüks oteller açıldı. Hava taşımacılığı sadece Druk Air’in elindeyken, geçtiğimiz yıl seferlere başlayan Bhutan Airlines ile hem çeşitlilik hem de rekabet arttı. Yolların gelişmesiyle birlikte ülkenin içindeki ulaşım da kolaylaştı ve daha fazla yer gezilebilir hale geldi. Artık Butan kapalı bir kutu değil! Tabii ben her sorulduğunda, ‘’Niyetiniz varsa, bir an evvel gidin Butan’a’’ diyorum herkese. Çünkü turizmin beraberinde getirdiği değişimleri/dönüşümleri başta kendi ülkem olmak üzere dünyanın pek çok yerinde yaşadım. Iyi yönleri olduğu kadar kötü yönleri de var turizmin. Hele hele kitle turizmi denilen o devasa çarkın içinde özgünlüğünü yitirmemek neredeyse imkansız artık. Herkes pastadan pay kapmak istiyor. Üstüne bir de küreselleşme denilen o korkutucu fenomen eklenince, dünyanın her yerinde aynı markaları, aynı dükkanları, aynı yiyecekleri ve aynı reklam yıldızlarını görür oluyorsunuz. Insanlar bile aynı giyinir oluyorlar.

Oysa Butan böyle değil! Butan’da sokaklarda yürüdüğünüzde insanları yerel giysileri içinde görebilmek büyük bir haz! Erkekler GHO denen Japon kimonosu ile İskoç kiltinin karışımı gibi olan giysileriyle son derece ağırbaşlı bir görünüm içindeler her zaman. Kadınların  uzun etek ve ceketten oluşan KİRA’ları, yakalarına taktıkları kıymetli broşlarıyla daha da zenginleşiyor. Özellikle DZONG adı verilen kale-manastırlarda düzenlenen TSHECHU’lar sırasında giyim kuşamlarına daha da özen gösteren halkın arasına karışıp, Budist rahiplerin icra ettikleri kutsal dansları izlemek tam bir hayat deneyimi oluyor!
Paro Vadisi'ne Bakış


İşte bu noktada size TSECHU’lardan bahsetmek isterim. Bildiğiniz gibi Butan’ın nüfusunun %80 gibi çok büyük bir kısmı, Tibet Budizmi ya da Lamaizm olarak da bilinen, içinde pek çok sıradışı ezoterik uygulamayı da barındıran VAJRAYANA Budizmi’ne inanıyorlar. Bu inancın Himalaya coğrafyasına ve Tibet’e kadar yayılmasındaki en büyük pay, büyük üstad Padmasambhava’ya aittir. Gezgin bir keşiş olan Padmasmabhava, M.S 8. Yüzyılda Hindistan’ın kuzeyinden bu zorlu coğrafyaya adım attığında, karşısında dünyanın geri kalanından izole yaşayan halk toplulukları ve onların animist inançlarını bulur. Efsanelerde Padmasambhava’nın bazı ritüeller, mantralar ve en sonda da çoşkulu bir dans sayesinde, dağ zirvelerinde ve vadi kuytularında yaşayan kötü ruhları, gözle görülmeyen engelleyici şeytanları dize getirdiği ve Budizm’e bağladığı anlatılır.  TSHECHU adı verilen festivaller, bu efsaneleri günümüze taşıyarak, halkın maneviyatını güçlendirmeyi amaçlar.

TSHECHU’lar sırasında 4 gün boyunca toplam 17-18 dans icra edilir. Özel masklar ve giysilere bürünmüş dansçı rahipler, Padmasambhava’nın Budizm’in düşmanlarına karşı vermiş olduğu mücadeleyi ve onlara karşı kazandığı zaferleri anlatırlar. Nefesli ve vurmalı çalgılardan oluşan geniş bir orkestra ise, bu hareketli danslara eşlik eder. Son günün şafağında, büyük üstad Padmasambhava’yı, eşleri ve sekiz reenkarnasyonuyla çevrili gösteren 30x45 m ölçülerinde dev TONGDREL açılır. Bu, manastırın yuksek duvarlarından aşağıya sarkıtılan büyük bir resimdir. İnananlara göre TONGDREL’in açılışı kutlu bir olaydır ve bu resmi görmek bile, bir nevi arınma kabul edilir.

TSHECHU’lar ülkenin her yöresindeki manastırlarda, Tibet Ay Takvimi’ne dayanarak yapılan hesaplamalara göre düzenlendiği için takvim her sene değişir. Ancak manastırın bulunduğu coğrafya da bu değişiklikte rol oynar. Bundan dolayı anlamı 10. GÜN demek olan TSHECHU’lar ülkenin her manastırında farklı bir tarihte düzenlenir. İşte bana kalırsa bu festivaller Butan’ı gezmek, halkı yakından tanımak için en güzel fırsat! Bu noktada bir hatırlatma yapayım: İlkbahar ve sonbaharda düzenlenen Paro ile Thimpu Festivalleri, istatistiklere göre ülkeye en fazla ziyaretçinin girdiği dönem olarak görülüyor. Eskiden olsa planlamanıza en az bir yıl önce başlamanız gerekir derdim ama artan otel ve uçaklar sayesinde çok kalabalık bir grup değilseniz altı yedi ay önceden başlamanız da yeterli olacaktır.

Yeme içme konusunda meraklıysanız, Butan’da sizleri mutlu edecek birkaç lezzetli sırrı paylaşabilirim. Benim favorim aslında son derece yalın ama bir o kadar da lezzetli olan HEMADATSİ ! Yoğun bir peynir sosu içinde pişirilmiş taze yeşil biberlerden oluşan bu acı yemeği yanında mutlaka Butan’a has kırmızı pirinçle denemenizi öneririm. MOMO olarak bilinen büyük mantıları, Butan birasıya birlikte deneyin, atıştırmalık olarak son derece lezzettli oluyor. JASHA MARU ise ufak tavuk parçaları, domates, biber ve çeşitli baharatlarla yapılıyor. Lezzet olarak bize çok uzak sayılmaz, biraz tavuk sote gibi… Tereyağlı çay yani SUJA içmenizi kuvvetle öneriyorum zira kulağa her ne kadar pek sevimli gelmese de lezzeti inanılmaz. Aslında çay değil de çorba niyetine içerseniz o zaman daha da mutlu oluyorsunuz. Ayrıca TSAMPA denen kavrulmuş arpa unu ile bu çayı karıştırıp macun kıvamına getirip, minik lokmalar yapıp, eski zamanların seyyahları gibi de karnınızı doyurabilirsiniz. Bir başka ilginç lezzet de yol kenarlarındaki tezgahlarda ipe dizili şekilde satılan, kurutulmuş yak peyniri! Çorbalara katarsanız yumuşayıp tadını daha çok veriyor ama kuru halinde de fena değil. Özellikle trekking yapmaya gelenler yanlarına bu peynirden bolca alıp öyle vuruyorlar zorlu dağ yollarına.

Peki bir de KAÇIRMAYIN listesi versem size nasıl olur?

PARO: ULUSAL MÜZE’yi kaçırmayın. Küçük bir ülke olmasına ragmen Butan’ın ne kadar büyük bir doğal zenginliğe sahip olduğunu göreceksiniz. Paro’nun idari ve dini merkezi olan RİNPUNG DZONG’u görmeden oradan ayrılmayın. Manastırı ziyaret ettikten sonra yürüyerek Paro nehri üzerinde kurulu eski ahşap köprüyü mutlaka görün. Akşamüstü saatlerini ise evlerine gitmeden evvel son aışverişlerini yapan halkın arasına karışarak mutlaka Paro Çarşı’sında geçirin. Akşamın ilk ışıkları yanarken cadde inanılmaz renklere bürünüyor.
Paro Rinpung Dzong


Paro Chu Nehri

Paro Chu Nehri


THİMPU: Ülkenin en önemli kale-manastırlarından, Butan’ın manevi lideri JE KENPO’nun resmi konutu TASHİCHO DZONG’u görün. Butan Kralı’nın da konutu bu manastıra bitişik! Kaçmaz! Ayrıca Thimpu’nun merkezinde yer alan SAAT KULESİ meydanında akşam gezintisi çok keyifli oluyor. Biraz alışveriş de yapabilirsiniz.
Thimpu Genel Görünüm

PUNAKHA: Bana kalırsa ülkenin en güzel ve etkileyici kale-manastırı burada: PUNAKHA DZONG! İki nehrin birleşme noktasında kurulmuş bu müthiş manastır, başrahip JE KENPO’nun kışlık sarayı aynı zamanda. Manzaralar harika, manastır eşsiz!

Punakha Dzong

Punakha Dzong

Punakha Dzong İç Mekan


PHOBJIKA VADİSİ: El değmemiş bir saklı vadi isterseniz, mavi çamlarla çevrili, ortasından küçük akarsuların geçtiği ve yemyeşil düzlüklerde minik tapınakların olduğu bu vadiyi mutlaka görün derim. Yolu zahmetli ama öyle olmasaydı vadi saklı kalamazdı değil mi? Eğer Kasım ayında giderseniz, Tibet’ten kışlamaya gelmiş Siyah Boyunlu Turna’ları görebilirsiniz. Kuş gözlemi yapmak için ideal bir yer ve bir de mütevazı bir araştrma merkezi var. Bir gece kalın, yıldızları seyredin!

TAKSTANG: Yürüyüşle, yokuşlarla aranız nasıl? Sorun yok derseniz o zaman ülkenin en ünlü ve en fotojenik manastırı size bekliyor demektir! Üstad Padmasambhava’nın bir kaplan sırtında tepesine uçup, mağaralarında inzivaya çekildiği kayalık dağların yamaçlarına kurulu, sisler arasındaki bir rüyadan bahsediyorum size. Bir gün ayırın ama hava şartları iyiyse çıkın o yola. Zira çamurlu, kaygan patika tehlikeli olabiliyor. Katır sırtında bir noktaya kadar da gidilebiliyor ama tercih sizin!

Uzun lafın kısası:  Ülkesini ‘’Kişi Başına Düşen Mutluluk’’ politikasıyla yöneten iyi kalpli genç kralı, o kralın gönlünü çalıp evlenen halk kızı güzel kraliçesi, yemyeşil ormanları ve dupduru nehirleriyle tam bir masal diyarı Butan’a geç olmadan gidin!
Festival zamanı gidin ve iyi niyetli halkıyla da tanışın!

Yollarda görüşürüz...


Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...