Bugün, Sri Lanka’nın ilk gerçek başkenti olarak kabul edilen Anuradhapura’dan başlamak istiyorum. Kuruluş dönemi olarak M.Ö 5 yüzyıl verilmesine karşın, yörenin bereketli topraklarındaki insan izleri çok daha eskilere kadar uzanıyor. Ülkenin tarihine yön vermiş krallıklardan Rajarata’nın üçüncü başkenti olduğu zamanlarda, diğer bi deyişle M.Ö 400ler ile M.S 10.yüzyıl arasında, yani yaklaşık 1500 yıllık bir dönem içinde, bütün Sri Lanka’nın hem manevi hem de idari merkeziymiş. En önemli özelliği nedir diye sorulduğunda Budizm’in Hindistan dışındaki ilk kök saldığı yerdir dersem, yeterince ifade etmiş olurum. Hatta ben bu söylemi bir adım daha ileriye taşıyıp, eğer Sri Lanka ve Anuradhapura merkezli bu güçlü krallık olmasaydı, onlar Budist geleneğe sahip çıkmamış olsalardı, bugün belki de Budizm yeryüzünden silinmiş eski inançlardan biri olarak anılacaktı. Oysa hiç de öyle olmadı ve Hindistan’dan gelen keşiş Mahinda, Anuradhapura yakınlarında, Kral Devanampiya Tissa ile buluştu ve bu buluşmanın sonunda, Budizm yepyeni bir hami kazanmış oldu. Anuradhapura ise, manevi bir merkeze dönüştü. Hatta Mahinda’nın rahibe olan kızkardeşi Sangamitta tarafından getirilen kutsal Bodi ağacının bir dalı burada toprağa dikilerek, Budizm’in manevi kök salışı taçlandırıldı.
Hemen bir not düşelim: Mahinda ve Sangamitta, Hindistan tarihinin ilk Budist kralı Aşoka’nın evlatlarıydı ve babalarının isteği üzerine, Budizm’in şefkat ve barış kelamını yaymak üzere görevlendirilmişlerdi. Sangamitta’nın beraberinde getirdiği ağaç dalı ise, Buda’nın altında aydınlanmaya erdiği kutsal ağacın bir dalıydı. İşte bu dal Anuradhapura’da toprağa kavuştuğu andan itibaren bu manevi yol adada kök saldı ve bugün de ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğunu aydınlatıyor.

Anuradhapura’daki en önemli ziyaret yeri olan bu ağacın hala yaşadığı tapınak kompleksi Jaya Sri Maha Bodi, dünyanın pek çok yerinden gelen Budist hacıların akınına uğruyor. Dünyanın insan eliyle dikilmiş kayıt altındaki yaşayan en yaşlı ağacı olarak kabul edilen bu ağaç, artık ne yazık ki iyice cılızlaşmış. Yaşamaya devam edebimesi için alttan direklerle desteklenmiş durumda. Ancak ne kadar iyi bakılırsa bakılsın, hayatta her şeyin bir sonu olduğunu hatırlatırcasına, Budizm’in geçicilik prensibinin canlı temsilcisi olarak tapınakta korunuyor.
Anuradhapura’daki en önemli tapınaklardan bir diğeri de, bembeyaz rengiyle bulutlarla yarışan Ruwanwelisaya stupasıdır. Stupalar, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, içine girilmeden, tavaf edilerek ziyaret edilen kutsal yapılardır. Ruwanwelisaya M.Ö 140 yılında, Sri Lanka’nın amansız düşmanı Güney Hindistan kökenli Chola hanedanına karşı kazanılan bir zafer sonrası, Sri Lanka kralı Dutugemunu tarafından inşa ettirilmiş. Uğurlu kabul edilen bir dolunay günü yapımına başlanan stupa, yıllar sonra, binlerce rahip, rahibe ve inananlar eşliğinde, büyük törenlerle kutsanmış. Buda’nın Kutsal Emanetleri, stupanın tam merkezinde yer alan bir hazine dairesine yerleştirilmiş.
 
Ruwanvelisaya
   122 metreye uzanan yüksekliği ile, dünyanın en büyük Budist yapıları arasından gösterilen bir başka stupadan daha bahsetmek isterim: Jetavanaramaya. İçinde Buda’nın kuşandığı kemerin bir parçasının saklı olduğuna inanılan bu stupa ise, kral Mahasena tarafından 200’lü yılların sonunda inşa ettirilmiş. Yapımında 93.3 milyon pişmiş tuğla kullanılmış. Bu tuğlaların karışımında %60 ince kum, % 35 kil kullanılmış. Tonlarca ağırlığa karşı dayanıklı olabilmeleri için farklı pişirme teknikleri uygulanmış. Yoksa binlerce ton ağırlığı altında toz olup giderlerdi bugüne kadar! Ayrıca kireçtaşı tozu, kil ve elenmiş kum karışımı ile yapılan bir dolgu maddesi harç olarak kullanılmış. Mühendislik açısından bakıldığında adanın en önemli yapıları arasında olması hiç de şaşırtıcı değil. Eskiden stupanın üzerinde, içinde deniz kabukları, şeker kamışı şurubu, yumurta akı, hindistan cevizi suyu, doğal reçine, yağ, kum, kil ve çakıl bulunan bir alçı karışımı bulunuyormuş. Bugün bu alçı artık yok, dolayısıyla gözalıcı bir tuğla kütleyle karşılaşıyorsunuz. İnanılır gibi değil! Yapımının 15 yıl sürmüş olduğu sanılıyor ama beraberinde büyük bir manastır kompleksi olduğu için tek başına bir tarihlendirme yapabilmek mümkün değil.
Civarda gezilebilecek o kadar çok tapınak ve kalıntı var ki, hepsini bir seferde gezebilmek için en iyi yöntem, eğer yalnız iseniz, yerel bir taksi ile anlaşıp ona göre bir program oluşturmak. Bu sayede kısa sürede hepsini olmasa da en önemlilerini rahatlıkla görebilirsiniz.
Ülkenin ikinci önemli başkenti Polonnaruwa ise bir başka alem!
Sri Lanka krallıkları içinde en önemlilerinden kabul edilen Polonnaruwa Krallığı’nın aynı adlı başkenti olarak M.S 1070 yılından başlayarak adanın idari merkezi rolünü üstlenmiş. Adayı istila eden ve kontrolleri altına alan Güney Hindistan kökenli Chola hanedanını yenerek, adayı yeniden birleştiren kral I.Vijayabahu, Polonnaruwa’nın kurucusu olarak kabul edilir. Ancak eğer ülke tarihindeki kahramanlardan bahsedeceksek, esas yeri Polonnoruwa’nın efsanevi kralı Parakramabahu’ya vermemiz gerekir. Onun idaresinde geçen zamanlar Polonnoruwa’nın Altın Çağı olarak adlandırılır. Şehir tam bir ticaret merkezi ve tarım cennetine dönüşür. Kralın söylediği ünlü bir cümleye istinaden, mühendislik harikaları olarak kabul edilen barajlar, göller ve sulama kanalları yapılır: Gökyüzü cennetinden dünyaya düşen hiçbir damla kullanılmadan denize kavuşmayacaktır! Bu sebeple, onun devrinde inşa edilen devasa göller ve kanallar, eskiden kuraklığın pençesinde zor zamanlar geçiren adanın, bir anda tarım cennetine dönüşmesini sağlar. Sri Lanka, pirinç başta, pek çok ürünü ihraç eder duruma gelir. Bugün bile, bu göller, kanallar tarımla uğraşan insanların yardımına koşuyor. Bu insan yapımı göllerden iriöylesine büyük ki, adına Parakramabahu Samudra yani Parakramabahu Denizi olarak anılıyor.
Parakramabahu Denizi

Polonnoruwa’da gezilecek yerlerin başında, kralın saray kompleksi olarak bilinen yerden başlamak en güzeli. Burada sarayın kalıntıları ile birlikte, kaidesi fillerle süslenmiş Konsey Salonu’nun ve kraliyet arınma havuzu Kumara Pokuna’yı görebilirsiniz. Oradan devam ederek, kraliyetin hamiliğini yaptığı Budist geleneğin Polonnoruwa’daki en önemli merkezleri Vatadage ve Hatadage binalarını görmek iyi oluyor. Bu kalıntılar her ne kadar artık kutsal mekanlar olarak işlevde değilse bile, içlerine girerken ayakkabıların çıkarılması gerekiyor. Bu yapılardan yuvarlak bir tabana oturan Vatadage, bir zamanlar Buda’nın kutsal dişini saklamak için inşa edilmiş. Girişteki merdivenlerin başlangıcında, süslü ay taşları yer alıyor. Bu ay taşı denen bloklar, aslında, üzerlerinde pek çok simgeyi barındıran yassı eşik taşlarından iberetler. Ay taşı denmesinin sebebi, yarım ay şeklinde olmaları. Ya da yarım daire. Ama bunları gören ilk yabancılar bu adı vermişler, işte o isim hala devam ediyor. Üzerlerindeki figürler, hem hayvanlar hem de tanımsız göksel varlıklardan oluşuyor. Bu yapının karşısında yer alan Hatadage de diğer kutsal emanetlerin saklandığı bir yapıymış. Bu iki yapı kalıntısının dışında, aynı merkezde, pek çok manevi öneme sahip yapının kalıntısını görüyoruz. Anlaşılan bütün krallığın en önemli hazineleri burada saklanıyormuş.
Benim Polonnoruwa’daki favori yerim ise, doğal taşın kendisine dev kabartmalar olarak nakşedilmiş Buda suretlerinin yer aldığı Gal Vihara denen mekandır.  Büyük Kral Parakramabahu zamanında ve onun tarafından yaptırılan bu dev kabartmalar, Buda’yı çeşitli poisyonlarda gösteriyor. Oturan Buda figürü, derin meditasyon anını simgeliyor. Ayakta duran figürün, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, çok üzgün ifadeli hali, akla Buda’nın en sevdiği öğrencisi, şakirti Ananda’yı getiriyor. Yani sevgili öğretmeninin kısa bir süre sonra dünyadan ayrılacağını bilen Ananda’yı hatırlatıyor. Dolayısıyla bu figür Buda mı yoksa Ananda mı hala tartışılıyor. Üstelik kolların göğüs üzerinde çarpraz kavuşmuş hali, yani bu mudra, başka yerlerde görülmez. Ancak kimileri de bu figürün, insanlığın haline acıyan Buda’yı tasvir ettiğini söylüyor. Normalde sadece Buda tasvir edilirken kullanılan lotus yapraklı kaide burada olduğu için, bana kalırsa bu kabartma Buda’nın kendisi ama son sözü söylemek bana düşmez. Bir de yatar durumda Buda kabartması var ki, bu  da büyük üstadın dünyadan ayrıldığı anı, yani Parinirvana anını tasvir ediyor. Bu dev kabartmalar, yamacın doğal taşına nakşedilmiş müthiş eserlerdir. Açık havada olmasına rağmen yakınlarına girebilmek için burada da ayakkabılar dışarıda bırakılır. Belli günlerde hala ayinler, dualar yapılır. Polonnoruwa’nın en etkileyici miraslarından kabul edilir.
Bu iki başketteki tarihi ve manevi önemi bilen UNESCO, buraların daha da iyi korunabilmesi için, Kültür Mirası olarak tescillemiş bu iki başkenti. Dolayısıyla yolunuz günün birinde Sri Lanka’ya düşerse, uğramadan dönmeyin derim.
Bir sonraki yazıda ise, sizlere bir başka Sri Lanka kralının çılgın projesini anlatacağım.











Kalbim kırılınca susarım ben
Kavga etmem
Bağırıp çağırmam
Gözlerim nemlenir o an
Boğazım düğümlenir
Kelimeler silinip gidince
Ben de arkamı döner, yürür giderim

Beceremem öyle çata çat laf saymayı
Becerene ne âlâ ama
Ben onlardan değilim, imrensem de
Öğrendiklerimi unutur, taa en başa dönerim
Heceleri yeniden, teker teker derlerim

Sığınayım isterim asude bir limana
Olmayınca dalarım suskunluğuma
Küslükten değil gücendiğimden
Kinden değil edebimdendir sükutum

Ne kırmak isterim, ne kırılmak
Hayat bunlar için çok kısadır
Lakin susmuşsam eğer, konuşmuyorsam
Bil ki içeride kırılmış bir kalp vardır


Ekim Haikuları



-I-
Gece çok sessiz
Dolunayın ışığı
Şarkı söylüyor

-II-

Her dolunayda
Küçük bir çocuk gibi
Seni özlerim

-III-

Rüzgar durunca
Kokusu bile farklı
Yaz gecesinin

-IV-

Güneş altında 
Kavrulan sarı toprak
Kışı özlüyor

-V-

Göğün altında
Umudun bittiği yer
Hiç olmamalı

Kadınsal Durumlar Ekibi' ne İthaf




30 yıldır tanıdığım kadın arkadaşlarım var. Meslektaşlarım demekten onur duyduğum, kuvvetli ve karakterli kadınlar bunlar. Çok sık görüşemeyiz belki ama birbirimizin kalbinde özel bir yer kapladığımızı biliriz. Allahtan şimdilerde whatsapp grupları kuruyoruz da, her gün haberleşebiliyoruz. Teknoloji bazen de iyi bir şey olabiliyor. Bizim de bir grubumuz var. Adı: Kadınsal Durumlar.
Şu anda, Bodrum havalimanındayım. Uçağım rötar yapacak o belli oldu. Her yer o kadar kalabalık ki! Bu kalabalıklar bana artık hiç iyi gelmiyor. Ruhum sükunet, dinginlik ve az insan arıyor. Kafamı dağıtmak ve kendi dünyama dalmak için, bilgisayarımı açtım.
Yazının başında, 30 yıllık arkadaşlarımdan bahsetmeye başlamıştım. Oradan devam etmek istiyorum. Bu kadınlar yıllardır ekmeklerini taştan çıkaran, babayiğit kadınlar. Hepsi benim gibi turist rehberi olarak başlamışlar meslek yaşamlarına. Aynı heves ve hazla sürdürüyorlar ama Türkiye'nin içinde bulunduğu zorlu şartlar turizmi öldürdüğü için, hepsi artık pek karamsar, gelecekten umutsuz. Geçen hafta buluştuğumuzda içlerinden biri, en son gezisini Kasım 2015'te yaptığını söyledi. Bir diğeri, iş seçeneklerini çoğaltabilmek için 5 ayda İspanyolca öğrendiğinden bahsetti. Ahh canım arkadaşlarım!
İşte geçen hafta o konuşmaların ertesinde, akşam evimin sakin ortamına döndüğüm zaman, içimden bir şiir çıktı. Tabii bu yazdıklarıma ne kadar şiir denirse artık!!!
Başlığı yok, öylesine geldi, yazdım.
Kadınsal Durumlar Ekibi'ne ithaf ediyorum.



İyi biliriz her kuruşun değerini
Çok çalıştık güneşin altında
Sırtımızdan akan ter, bacaklarımızdan toprağa karışırken
Bir yudum su ile söndürüp ateşi
Devam ettik yolumuza 


Düşünmedik deniz kıyısında
Uzanıp sere serpe, keyf edenleri
Veya imrenmedik pırıltılı hayatlarına kimsenin,
Onurumuzla yaşamak ve dik durabilmek için
Hep çalıştık sıcakta, soğukta, yağmurda, karda. 

Iyi biliriz sessizliğini otel odalarının
Evden günlerce, saatlerce uzakta
Bayramı, yılbaşını yalnız kutlamayı
Ve özlemeyi çoluk çocuğu, eşi dostu.

Mahsun gün batımları eşlik etti
Bitmeyen kilometrelerimize
Ve mevsim dönüp de yapraklar düştüğünde
Döndük yuvalarımıza, göçmen kuşlar gibi 

Uzun lafın kısası:
Senin gezmek dediğin güzelim
Bize ekmektir, aştır
Senin eğlence dediğin
Bize hep yalnızlıktır.


Bodrum'dan


RÜZGAR GEÇERKEN


Rüzgar geçerken zeytinin yaprağından
Bir fısıltı düşer kucağıma
Toplarım hece hece, nota nota
Bir şarkı çıkar ortaya

Anamın ninnisi, babamın ıslığı
Çayın fokurtusu sobanın üstünde
Vosvosun kornası takılır sandalın patpatına
Dalgalar yankılanır koydaki kayalarda
Köftenin cızırtısı, çakılın tıkırtısı, radyonun mırıltısı...
Sokaktan geçen yoğurtçunun çıngırağı
Ve Sütçü Şaban Amca: Duuut ye, baaal ye!

Rüzgar geçerken zeytinin yaprağından
Kucağımdan topladığım her nota
Tanıdıktır, şaşırmam
Duyduğum, çocukluğumdur





Grönland Haikuları' ndan Bir Demet




-I-
Güneş kayboldu
Deniz artık gri bugün
Buz daha mavi

-II-
Sırta tırmandım
Ufukta buzdağları
Deniz masmavi

-III-
Rüzgar seslendi
İçli bir şarkı gibi
Dalgalar coştu

-IV-
Geçerken duydum
Buzdağının sesi var
Mavi ve beyaz



-V-
Hava duruldu
Yağmur vardı az önce
Gök boncuk mavi

-VI-
Arktik gecede
Batmayan güneş ve ben
İki yalnızız

-VII-
Evden uzakta
Yerle gök arasında
Martılar dostum

-VIII-
Gitmek çok güzel
Dönecek yerin varsa
Yoksa yalnızsın


-IX-
Sarı sıyrıldı
Gri örtünün altından
Su ışık doldu

-X-
Dört yanım duman
Bugün dünya çok sessiz
Nerdesin mavi?

İzlanda Haikuları


-I-
Yeşil, yemyeşil
Şelalenin kıyısı
Gözün kamaşır






-II-
Siyah, simsiyah
Benzemez başkasına
O vahşi kumsal

-III-
Buzdağlarının 
Arasında ayna var
Gök orda yansır



-IV-
Sürprizli olur
Mor ve pembe çiçekler
Lav tarlasında

-V-
Sakin havada
Kayaların içinde
Bulutla yüzer



-VI-
Bulutsuz bir gün!
Tadını çıkar dostum,
Pek kolay gelmez!

Grönland Şiirleri -2-

Kangerlussuaq Fiyordu 21 Haziran Gece



Dün de dedim ya, hayatımda ilk kez şiir yazdım. Grönland ve orada tanıştığım ıssız ve ırak coğrafya, beni kendimle buluşturunca, içimden taşanlara engel olamadım. Olmak da istemedim.
Ama...
Dün akşam ülkemde, her zaman geçip gittiğim yerlerden birinde, havalimanında, insanlık dışı bir saldırı oldu. 36 kişi yaşamını yitirdi. İnsanın insana yaptığı kötülükler zincirine, bir halka daha eklendi ne yazık ki!
Hani insandı en kıymetlisi varlıkların? 
Hani Yaradan her şeyi insan için yaratmıştı?
Hani bizdik en akıllısı yaratılmışların, en O'na benzeyeniydik?
Kim inanır bunlara artık?
Ben değil! Geçmiş olsun!
Ben Tanrı'mı, Yaradan'ımı doğada buluyorum. Ufkun ardında yitip giden bir gün batımını seyrederken, denizin dalgalarındaki fısıltıları dinlerken, ya da yaprakların rüzgarla dansını seyre dalarken, O'nunla buluşuyorum, konuşuyorum, Bir ve Tek oluyorum.
İşte, dün akşam, havalimanı patlaması haberini alır almaz aklıma ilk gelen şeyler yine bunlar oldu:
İnsanın insana yaptığı kötülüklerin sonu YOK!
Ve yapılan bütün bu kötülükler ve ölen her insanla birlikte, her birimizin içindeki Tanrı da ölüyor. 
Ben artık böyle bir dünya istemiyorum, böyle bir ülke istemiyorum, böyle bir DİN de istemiyorum! 
Dün de yazmıştım: İNSANIN AZ TANRI'NIN ÇOK OLDUĞU COĞRAFYALAR'a gittiğimde, O'nunla buluşuyorum.
İşte bu buluşmanın meyvelerinden ikisini daha, dün akşam yaşanan acılara rağmen, paylaşma cüretini gösteriyorum şimdi.
Okuyan sağ olsun!





ALTIN IŞIK

Yılın en uzun günü
Güneş batmıyor
Dalgalarla altın tozu
Sahil parlıyor ışıl ışıl
Balıklar bile altın
Yüzümde güneş, parlıyorum
Dağlar altın, deniz altın,
Saçımdaki rüzgar altın

xxxxx

Biliyorum bitecek bu günler
Ve kış gelecek
Güneş yükselmeyecek ufuktan
Gözüm karşı tepede bekleyeceğim
Sayacağım günleri birer birer
Zaman geçmeyecek
Gölgeler ülkesinde kapana kısılmış
Tam umudun yittiği an
Göreceğim sırtın üstünde altın ışığı

xxxxx

İşte bu yüzden
Yılın en uzun günü
Karanlıkta solup gitmemek için
Yüreğime dolduruyorum altın ışığı


* Bu şiiri, yılın en uzun günü, 21 Haziran'da, MV FRAM'ın 7. katındaki Explorer Lounge'da, manzaraları seyre dalarak yazdım.


Dünyayı duman sarmış
Her yer çok sessiz bugün
Kanat çırpışı bile suskun kuşların
Balıklar yavaş
Rüzgar asude
Denizin yüzerinde narin kıpırtılar
Ben de sustum, konuşmuyorum
Mutlu Kuzey'de bu öğleden sonra

*18.06.2016 MV Fram Qullissat'a giderken









Grönland Şiirleri



Geçen hafta, uzun bir geziden döndüm: Grönland! 
Batmayan güneş, ıssız kıyılar, masmavi bir gökyüzü, lacivert deniz ve hepsine alışılmadık bir parlaklık katan buzdağları arasında 10 gece 11 gün boyunca olağanüstü bir gemi yolculuğu yaptım. TANRI'NIN ÇOK İNSANIN AZ OLDUĞU YERLER'den biri orası da... Yaradanla bütünleşmenin, nefesini onun nefesinde kaybetmenin en güzel yolu bu coğrafyalardan geçiyor bana kalırsa. Hiçbir tapınağın, kilisenin ya da caminin, hiçbir ibadethanenin vermediği hazzı, birliği, gökkubbenin altında buluyorum ben. Artık böyleyim! Değiştim! Değişiyorum!
Öyle ki, bu gezide, gördüklerim beni öylesine etkiledi ki, içimden şiirler döküldü. Durdurmadım kendimi. Ne geldiyse, bıraktım öylesine. 
Ve şimdi bir cesaret, burada paylaşıyorum...


Arktik Söğüt




SÖĞÜT

Büyümek zor burda
Gücün yetmez rüzgara, kara
Yine de bir kuytu bulup
Dikersin başını asice
Yel gelip yalar geçer
Dik tutarsın, eğmezsin

xxxxx

Büyümek zor burda,
Güneş ha var, ha yok
Olsa bile ısıtmaz, aldatır
Güvenemezsin ışığına, varlığına
Kısacık güler yüzüne, sonra çekip gider
Kalırsın karanlıkla başbaşa
Soğuk vurur, buz vurur
Tutunursun yamaca umutsuzca uçup gitmemek için
Dualarını sayıp dökersin
Ve direnirsin
Dikersin başını asice
Rüzgar geçer
Gece geçer
Kalırsın orada, yamaçta
Ayakta

xxxxx

Büyümek zor burda
Tohum çatlamaz
Çiçek açmaz, meyve vermez
Umutlarını bağrında saklar söğüt
Ve kuytuda
Rüzgarın unuttuğu bir köşede
Tutunur yamaca
Diker başını asice
Direnir, yaşar, büyür...

Eqip Sermia 19.06.2016



UFUK

Ufuk görmeliyim
Açık olmalı etrafım
Rüzgar yüzümde patlamalı,
Soğuk sırtımda

xxxxx

Bir gökyüzü olmalı tepemde
Uçsuz bucaksız, mavi
Bulutlar oynaşmalı birbiriyle
Kimi sarı olmalı, kimi gri

xxxxx

Güneş tam karşımda batmalı
Kırmızıları, pembeleri görmeliyim
Kaybolunca ufkun ardında
Öbür yana dönüp, doğuşunu beklemeliyim

xxxxx

Dağlar denize kavuşmalı
Vadilerinde yürümeliyim
Sabah sisi kalktığında
Çiy damlalarını saymalıyım yaprağın üstünde

xxxxx

Deniz olmalı dağların arasında
Yumuşamalı hava, toprak, taş
Dalgalarına kavuştuğumda
Eriyip gitmeli öfke, korku, telaş

xxxxx

Ufuk görmeliyim mutlaka
Küçücüklüğümü hatırlamak için
Güneş, ay ve yıldızlar
Yukarıdan bakıp şahit olmalılar sessizce

xxxxx

Hava kıtır kıtır olmalı
Dolu dolu nefes almalıyım
Yürürken çakıllar tıkırdamalı ayağımın altında
Bir elim cebimde,
Islık çalmalıyım

xxxxx

Özgür olmalıyım vesselam,
Duvara, pencereye, karşı eve değil
Ufka bakmalıyım

20/21.06.2016





Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...