Sofya

Balkanlar'ın Kraliçesi
Sofya
Sofya, hareketli, kabuğundan henüz çıkmış, uçmaya hazırlanan bir kelebeğe benziyor. Şehirde bugün parlak neonlar, lüks oteller, şık restoranlar ve ışıltılı vitrinler göze çarpıyor.

Üsküp üzerinden karayoluyla geldiğimde, ilk gördüğüm şeyler sosyalist yaşam tarzını yansıtan ciddi görünümlü sarı apartman blokları, ağır ağır geçen eski tramvaylar ve düşünceli görünen insanlar olmuştu. Öncelikle, her yerde sadece kiril alfabesi kullanıldığı için, yazılan hiçbir şeyi anlamıyor olmaktan biraz yabancılık çekmiştim ama yolumu bulabilmek için kelimelerin içindeki harfleri çözüp, diğer yazılanları da az buçuk anlar hale gelince, bir anda kanım kaynamıştı şehre. Sonra yemyeşil parkları ve geniş bulvarları, iyice cezbetmişti beni. "Bir şehri tanımanın en iyi yolu yürümektir" derler ya, işte ben de yürüdükçe alışmış ve benimsemiştim bu kenti. Önyargılı davrandığım için de kızmıştım kendime. Daha sonraları da değişik sebeplerle yolum düştü Sofya'ya ve her seferinde de birçok sürprizle karşılaştım.
OSMANLI İZLERİ

Tarihine uzanacak olursak, Sofya, günümüzden yaklaşık 3000 yıl önce, bir Trakya kavmi olan Serdiler tarafından 550 m. rakımlı, verimli bir düzlüğe kurulmuş ve 9. yüzyıla dek Serdica adıyla anılmış. Eskinin askeri ve ticari yollarının kesiştiği bir noktada bulunduğu için, Roma döneminden itibaren önemli bir yönetim merkezi olarak görülmüş. Sofya'nın altın devri, İmparator Kostantin zamanında, M.S 4. yüzyılda yaşanmış ve o tarihlerde şehir, Hıristiyanlığın erken dönem merkezlerinden biri olarak öne çıkmış. Sofya'da, kentin tam merkezinde yer alan Banyabaşı Camii ile günümüzde Milli Arkeoloji Müzesi'ne ev sahipliği yapan Büyük Cami, beşyüz yıllık Osmanlı devrini hatırlatmaya yetiyor. İkinci Dünya Savaşı'nda ağır bombardıman altında kalan kentte, 3000 bina tamamen yıkılmış ve 9000'i de kullanılmayacak derecede zarar görmüş. Savaş bittiğinde Rus askerleri tarafından alınan şehir, böylece Doğu Bloku'na girivermiş. Sosyalist dönemde hızlı bir sanayileşme süreci geçiren Sofya'da yeni fabrikalar kurulmuş ve kırsal kesimden iş bulma umuduyla şehrin banliyölerine akan binlerce insan için büyük apartman blokları inşa edilmiş. Her ne kadar 1989'da Komünizm defteri kapandıysa da, Sofya'nın merkezi, bugün hala, Neo-Klasik Stalinist mimarinin çarpıcı örnekleriyle dolu. Görkemlerinden etkilenmemek mümkün değil; karşılarında insan kendisini küçücük hissediyor. Asırlık ağaçlarla dolu parklar ve bulvarlar bu ağır havayı yumuşatırken, 19. yüzyılda Rus ve Viyanalı mimarlar tarafından inşa edilmiş balkonlu evler, zarif konutlar ve işlemeli cepheler, şehrin insancıl ve uzun zamandır saklı kalmış neşeli yönünü gözler önüne seriyor.
ŞEHRİN IŞILTILI YÜZÜ VITOSHKA

Bugün Sofya, hareketli, kabuğundan henüz çıkmış, uçmaya hazırlanan bir kelebeğe benziyor. Bugün parlak neonlar, lüks oteller, rezervasyonunuz yoksa asla yer bulamayacağınız şık restoranlar, ışıltılı vitrinler göze çarpıyor. Bu saydıklarımı Sofya'nın geneline yaymak tabii ki mümkün değil ama dünyanın en pahalı 22. caddesi olarak sıralamada en üstlere oynayan Vitosha Caddesi ya da Sofyalıların deyimiyle "Vitoshka", şehrin merkezini boydan boya kesip, modern ve lüks havasıyla insanı şaşkına çeviriyor. Modanın ünlü isimleri, bu caddede birbiri ardına boy göstermeye başlamışlar bile. Yeter ki harcayacak paranız olsun!Caddenin adını aldığı Vitosha Dağı, şehrin sırtını yasladığı bir dev gibi yükseliyor arkada. En yüksek noktası 2290 metreye ulaşan dağ, kış mevsiminde kayak sporuna gönül verenleri memnun ederken, şimdilerde sıradışılık peşindeki paparazzilerden sıkılmış olan Avrupa jet-setinden ünlü simaları da ağırlar oldu. Dağın eteklerinde yer alan Doğu Avrupa ortaçağ eserlerinin en iyi örneklerinden Boyana Kilisesi, içindeki mükemmel freskoları sayesinde, UNESCO tarafından 1979'da Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alınmış.
PARKTA SATRANÇ

Şehrin karakterinin en iyi yansıdığı yer bence sokaklarıdır. Sofya'nın sakinleri açıkhava kahvelerinde buluşup koyu sohbet eşliğinde zamanı unuturlar. Geniş çarşılarında, Bulgaristan'ın meşhur süt ürünlerinden turşuya kadar herşeyi bulmak mümkündür. Çingeneler kentin köşelerinde, gelen geçene rengarenk çiçekler satmak için bin türlü şaka ve numaraya başvururlar. Elleri kolları alışveriş torbalarıyla dolu insanlar, şehrin her köşesine vızır vızır işleyen tramvaylara binmek için kuyruklarda beklerken sokak müzisyenleri, tanıdık, eğlenceli şarkılarla herkesi neşelendirir. Şehrin gölgeli parklarında çekişmeli satranç karşılaşmaları yapılır. Söylenenlere göre, kimi önemli oyuncular arasındaki karşılaşmalar bazen günlerce sürermiş; izlemek için etrafta toplananlar da yağmur, kar demeden her gün, hiç üşenmeden gelir, yerlerini alırlarmış bu parklarda.
KENTİN SEMBOLÜ KATEDRAL VE KİLİSELER

Sofya'da yürümek çok keyifli ve sürpriz doludur; insanı şaşırtır şehir. Mesela, içindeki 12-14 yüzyıl freskolarıyla ünlü Aziz Gregorius Kilisesi, bugün bir otele ait bir avlunun ortasında, hiç beklenmedik bir anda çıkıverir insanın karşısına. Metroya indiğinizde, Roma dönemine ait sur kalıntılarıyla karşılaşır, antik Roma yolunun üzerinden geçersiniz. Bir erken dönem 6. yüzyıl Bizans kilisesi olan Sveti Sofia, bugün şehrin prestijli nikah töreni mekanlarından biri olarak kabul ediliyor. Hemen yanıbaşında yer alan görkemli Alexander Nevski Katedrali'nin 45 m. yüksekliğe ulaşan altın kaplı kubbesi kentin sembollerinden biridir. 20. yüzyılın ilk yıllarında, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'nda ölen 200 bin Rus askerinin hatırasına inşa edilen katedral, Ortodoks inancının en büyük ibadethanelerinden sayılır.
HAREKETLİ KÜLTÜR HAYATI

Sofya'nın kültür hayatı da çok hareketlidir. 500 metrelik bir hat üstünde 9 tiyarto ve opera salonunu görüp de kıskanmamak elde değil. Ülkenin en büyük kültür sanat kavşağı olan Ulusal Kültür Sarayı, içindeki 13 sergi ve gösteri salonuyla 2005 yılında Avrupa'nın en iyi kültür kompleksi ünvanını almış. Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu, Sofya Devlet Opera ve Balesi, Bulgaristan Devlet Senfoni Orkestrası ile 1991'de kurulan Sofya Yeni Senfoni Orkestrası, birbiri ardına sahnelenen temsiller, uluslararası sanatçılar ve ürettikleri ortak projelerle dünyadaki saygın yerlerini koruyorlar. Bilet fiyatları ise her kesimden izleyiciye ulaşabilmek için, inanılmayacak derecede ucuz tutuluyor. Bütün bu kültürel zenginlik, kentin adının anlamını pekiştiriyor gibi: Sofya, Kutsal Bilgelik... İşte, Sofya'ya yolunuz düştüğünde sizi de kente bağlayacak olan o anlatılamaz his, binlerce yıllık tarihinin ışığıyla sizi sarmalayan bu kutsal bilgeliktir.

Bu yazı Skylife dergisinin Ocak 2009 sayısında yayınlanmıştır.

Öylesine bir yazı ve Nünü'ye selam...

Ne yazacağımı bilemeden oturdum bilgisayarımın başına. Yazma disiplininden kopmamak için çaba sarfediyorum yoksa ipin ucu iyice kaçacak. Aslında bir tür sorumlulukmuş bu da...Yani blog açıp, onu beslemek...Çünkü farkettim ki bir süre sonra, hiç tanımamanıza rağmen bazı kişilerle bu ortamda kurduğunuz dostluk, sizi bir şekilde onlara karşı sorumlu kılıyor ve onlardan haber alıp, kendinizden haber vermek gibi temel bir şekle bürünüyor herşey. Aslında benim gibi, işi gereği hep dünyanın bir orasına bir burasına savrulan insanlar için bu ideal bir durum. Etten kemikten olanlarla mecburen ayrılırken, sanal arkadaşlarınızı yanınızda taşıyabiliyorsunuz. Köklerinizi yitirmemenizi sağlıyorlar onlar, oysa benimki gibi gezgin yaşam sürerken, bu da oldukça mümkün. Ben ise, henüz köksüz kalacak denli büyük bir ruh olgunluğuna erişemedim. Bu ihtimal beni hala korkutuyor. Döndüğümde "evime" dönmekten mutlu oluyorum. Bruce Chatwin gibi "Şapkamı astığım her yer benim evimdir" diyebildiğimde, bu korkum da ortadan kalkmış olacak ama şu anda bunun için henüz çok erken.
Neyse...
Bu sıralar keyifsizliğimi üzerimden atmaya çalışıyorum. Geçen gün sevgili dost Nünü ile konuştuk biraz. Blog üzerinden sıkı takipteyiz birbirimizi...Severim onu, hem de çok, o da bilir zaten...Bu satırları onu çok sevdiğimi söylemek için yazıyorum özellikle...Nünücüğüm, dünkü telefon çok iyi geldi bana ve akşamki konuşmam da çok iyi geçti, haberin olsun!
Haftaya uzaklara gidiyorum yine. Bu sefer nereye mi? Vietnam ve Kamboçya! Yaklaşık 10-11 gün kalıp sadece 3 günlüğüne eve dönüp ardından tekrar, 16 günlük bir gezi için aynı bölgeye döneceğim. Bu da demektir ki 2009 senesinin neredeyse onikide biri Hindiçini'nde geçecek...Bu kelimenin Türkçe yazılışı hakkında arkadaşım Saadet'le kısa bir mütala yaptıktan sonra bu şeklinde karar kıldık. Hindiçini!!! Dünyanın en güzel manzaralarının görüldüğü yerdir Hindiçini...Özellikle de kuzey Vietnam! Meşhur Halong Körfezi de buradadır. Kamboçya'da ise Siem Reap yakınlarındaki Angkor antik kentinin kalıntıları, Angkor Wat, Bayon ve Ta Prohm... MUHTEŞEMMM!!! Elimden geldiğince, oralardan da yazacağım tabii ama olmazsa da kusura bakmayın.
Anlamsız ve amaçsız bir yazı oldu biraz ama olsun! Kime ne, değil mi? O yüzden "içimden geldiği gibi" olarak etiketlemiyor muyum zaten?

Keyifsiz Bir Hafta

Epeyi ara vermişim farkında olmadan. En son yazımı neredeyse 8 gün önce eklemişim. Normalde bu kadar uzun ara vermemeye gayret ediyorum ama maalesef kötü bir hafta yaşadım ve şimdi de pek keyifli sayılmam hani... Uykusuzluk yere serdi beni...
Geçen hafta sonu Pazar günü, "İstanbul'un Kadınları ve Kadın Eserleri" isimli turumun Asya durağını yaptım. Havanın da parlak olması sayesinde, beklediğimden de iyi geçti tur. Katılımcılar da pek memnun kaldılar. Turda gezdirdiğim yerler şöyleydi: Atik Valide Külliyesi, Çinili Cami, Validebağı ve Adile Sultan Kasrı, Cevri Hatun Camii, Süreyya Operası Binası, Kadıköy Azize Eufemia Kilisesi, Salacak'tan Kızkulesi, Cedid Valide Camii, Mihrimah Camii ve Külliyesi. Tabii sadece bunlar gezdirmekle kalmadım, ayrıca bu binalarla ilişkili olan tüm kadınların hikayelerini anlattım. Araya destanlar, mitolojik öyküler ve türlü tarihi dedikodu sıkıştırdım. Sabahtan akşama kadar, hiç durmadan konuştum, konuştum...Turun bitiminde ise, Çellistanbul Kuartet'in flüt sanatçısı Bülent Evcil ile Süreyya Operası'nda verdikleri konsere giderek, sabahtan beri konuşup yürümekten yorgun düşmüş bedenimi ve o günün özel bir tarih olmasının getirdiği ağırlıkla sıkışan yüreğimi ferahlatmaya çalıştım. Zira tarih 18 Ocak'ı gösteriyordu ve 8 yıl önce aynı tarihte, hayattaki en sevdiğim insanı yitirmiştim. Ayşegülümü.....Kardeşimi... Can Dostumu... Sırdaşım ve hayattaki en büyük dayanağımı... Yaşamım o gittikten sonra asla bir daha aynı olmadı...
Sonraki günlerde ise bir 20 Ocak vardı ki, o da Ayşegülümün toprağa verilişinin yıldönümü idi ve ne tesadüftür ki, bu sene de aynı tarihte,tıpkı 8 sene önce olduğu gibi güneşli bir günde, bir başka sevdiğim can ile vedalaştım. Yürek söküldü yerinden, kaldı koca bir boşluk! Dolar mı sadece nefes alarak?
21 Ocak'ta ise Pera turu yaptım. Taksim AKM'den başlayıp, Galatasaray'a dek, ara sokaklardaki özel köşeler, evler, pasajlar, dükkanlar ve oralarda yaşamış insanların hikayeleriyle, sabah 10.00dan akşamüstü 16.30a dek taban teptik. Hava muhteşemdi ve gezen ekip de pek keyifli insanlar çıktılar. Tur bittiğinde herkes mutlu ve ben bu turları yapabilmek için öğrendiklerimi layıkıyla paylaşmış olmaktan huzurluydum.
Yarın ise Tepebaşı Turkcell Konferans Salonu' nda Bhutan hakkında bir sunumum var. Biraz konuşup, biraz da dia göstereceğim. Meraklısına haber vermiş olalım...
Bu arada, çok sevdiğim bir dostumun sergisinin haberini vereyim: Türkan Elçi'nin Taksim'deki İstanbul Belediyesi Sergi Salonu'nda açılmış olan resim sergisini gelecek haftanın sonuna dek gezebilirsiniz. Kendisi çok iyi bir arkadaşım olmakla kalmayıp, tanıdığım en çelebi, en bilge insanlardan biridir. Geleneksel düşünce kalıplarına göre, geç sayılabilecek bir yaşta resim yapmaya başladı ve şimdi kişisel sergileri ile hepimizi gururlandırıyor. Sevgili Türkan, seni yürekten kutluyorum. Bana ilham veriyorsun, seni örnek alıyorum.

Nuri Bilge Ceylan Filmleri


Eğer geçen haftakileri kaçırdıysanız üzülmeyin. Ocak ayı içinde her hafta Çarşamba akşamları Nuri Bilge Ceylan'ın ÜÇ MAYMUN' dan önceki filmleri yayınlanacak. Nerede mi? CNBC-E' de... Saat 22.00de...

Geçen hafta 18 dakikalık kısa filmi KOZA ve ardından KASABA yayınlandı. Çok çok güzeldi...Daha önce seyretmemiştim, Ilgaz'dayken yakaladık ve Pürlen'le nefessiz izledik ikisini de.

Bu akşam ise MAYIS SIKINTISI var.

Haftaya, yani 21 Ocak akşamı UZAK var ki benim için 5 yıldızlı filmlerden biridir.

Diğer 5 yıldızlı filmi ise İKLİMLER... O da 28 Ocak akşamı yayınlanacak.

Bu arada çok güzel bir haber: ÜÇ MAYMUN Oscar'da ilk elemeyi geçti.

Ustaya sevgiler ve saygılar...

Radyo Günleri


Yetişme çağındayken pilli bir radyom vardı. Önemliydi benim için. Çoookkk... Kasetçalarların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı ama benim için henüz çok pahalı oldukları zamanlardı. Yalnız kaldığım her anımda radyomu açar, Radyo3 te ne varsa hiç kapatmadan dinlerdim. Klasikten caza, üç dilde haberlerden popa kadar herşeyi ama herşeyi dinlerdim. İçime kapandığım zamanlarımın, sustuğum günlerimin dünyaya açılma şekliydi radyom. Bach'ın müziğini ilk orada dinleyip aşık olmuştum. Mozart, Haydn, Ella Fitzgerald, Jimi Hendrix, Toto, Stan Getz, Louis Armstrong, Beethoven... Tanıdık dostlar gibi olmuşlardı. Karanlık ve yalnız saatlerimi aydınlatıyorlardı. Beni kimsenin anlamadığını düşündüğüm zamanlarımda, radyom hep yanımdaydı. Açar, dinlerdim anlattıklarını... Ben susardım, o konuşurdu...Odam benim sığınağım olurdu, arkadaşım da radyom.

Aradan seneler geçti ve geldim 40 yaşıma. Hayat ince uzun bir çizgi sanırdım, meğer aslında bir döngüymüş. Döndüm dolaştım ve yine radyo günlerime geri geldim. Radyo 3... Eski dost! Yalnız akşamlarımda canıma can, kulağıma ses, ruhumun kırgınlıklarına ilaç oluyor... Seneler sonra ben yine susuyorum, o konuşuyor...
Yine odamdayım...

Kar

Tatlı kış güneşi altında parlıyor her yer. Hava inanılmaz derecede saydam. Renkler ışıltılı. Şehirde bu denli temiz bir ışık ancak çok kuvvetli bir poyraz olursa yakalanabiliyor. Kışın güneş, yaz aylarında olduğundan çok daha cana yakın, naif neredeyse ve daha yaratıcı. Çok daha dostane... Her yeri altın rengiyle yıkıyor. Sanki her yana dore simler serpiştirilmiş. Ağaçların üzerindeki güzelim kristaller, hafifçecik bir esintiyle tüy gibi havalanıp, boşlukta asılı kalıyorlar. İçlerinden yürüyorsun, arkalarından sızan günışığı, bu kristallerin içinden geçip minicik gökkuşakları ve altın rengi bir bulut yaratıyor. Altın tozu...

Kar, değdiği yeri sessizlikle örtüyor. Sessizlik! Hem de battaniye gibi, yumuşak ve ağır. Kıvrılıp uyuyabilirsin. O sessizlik şehirde yok. Oranın kendine has bir homurtusu var içindeyken farketmediğin. Dışına çıktığında, mesela adaya gittiğinde derinden gelir bu tuhaf homurtu. Basso continuo...İstanbul ufukta uzanıp yatmıştır boylu boyunca ve o boğuk ses, dinlenmedeki bir canavarın homurtusunu andırır adeta. Sanki bir sürü kurbanı yedikten sonra, kenara çekilmiş, sindirmektedir. Şehir de kimbilir kaç canı yemiş ve sindirmektedir zaten, değil mi? Garip! Uzaktan İstanbul’un yarattığı his bu ! Ama içindeyken değil...İçindeyken şehrin hayhuyu bunu düşünmeye bile fırsat vermiyor. Gürültüsü, gürültüsünü bastırıyor.

Kar, havayı temizliyor. O kadar ki, en ufak bir araç geçişinde havada asılı kalan koku zerrecikleri, şehirdekinden daha uzun süre farkettiriyor kendini. Şehirde zaten her yer egzost, kömür, benzin, LPG, lağım, ter, kebap kokuyor. Burnun bu karmaşanın içinden tek bir kokuyu seçip de algılamadığı için olsa gerek, bir süre sonra hissizleşiyor zaten ama karda böyle değil. Burada tek bir araba bile geçse, ardında bıraktığı koku uzun süre rahatsız ediyor insanı. “Ne gerek vardı ki şimdi” diyorsun kendi kendine. Yakıştıramıyorsun...

Kar çocukluğuna döndürüyor insanı. Her yere koşasın geliyor. Karlara atıp kendini, yuvarlanasın geliyor. Ağzınla kar tanelerini yakalamaya başlıyorsun. Kar yiyorsun. Kartopu oynuyorsun. Bulutlar rahatsız etmiyor seni, seviniyorsun kar getiriyorlar diye hatta. Şehirde öyle mi? Eyvaah diyorsun, kar geliyor diyorsun, yarın trafik kilitlenir diyorsun, köprü tıkanır diyorsun, randevuları erteliyorsun. Televizyonlar meteoroloji uzmanlarının ağzından çıkan ilk kar hecesiyle, canlı yayınlara geçip “Beyaz Kabus” haberlerini iletiyorlar ve sen de gelenin kar değil, kabus olduğuna inanmaya başlıyorsun. Oysa gelen KAR! Herşeyin üstünü yumuşacık örten, beyazlatan ve neredeyse temizleyen kar... Çocukluğumuzun en eğlenceli günlerini yaşamamızı sağlamış kar...

Kar üşütmüyor burada, oysa şehirde öyle mi? Üşüyorsun, ıslanıyorsun, yapış yapış oluyorsun, ayakların su alıyor, parmak uçların donuyor, burnun akmaya başlıyor, zaten kar da iki saat içinde çamur oluyor. Kar, karlıktan çıkıyor. Bu onun suçu değil ki!. Kendim ettim, kendim buldum! BİZ bu hale getirdik yaşadığımız yeri...Milyonlarca insan, istiflendik şuncacık İstanbul’a, yağmur bile yağacak yer bulamıyor artık, değil ki kar düşsün!

Kar mutlu ediyor insanı. Daha çok, daha çok yağsın istiyorsun. Gece yatarken gökyüzüne bakıp yıldız mı var, yoksa bulut mu diyerek, bir sonraki günün hava raporunu tahmin etmeye çalışıyorsun. “Hay Allah, kar da durdu” diye hayıflanarak uykuya dalip, sabah, gözün gözü görmediği tipiyle uyanınca, “Yaşasınnn, yağıyor” diyorsun. Her sabah, “gece kaç santim daha yağmış acaba” diye ölçüm yapıyorsun arabanın üzerinde biriken kar ile. Biraz abartıyorsun tabii ki... Şehirden gelen telefonlara, “En az iki metre kar var, accayip yağıyor, soğuk tabii, göz gözü görmüyor, fırtına var” diyorsun keyifle. Oysa, şehirde olsan bunun beşte biri tüm hayatını felç etmeye yeter de artar bile. Burada ise, bunlar olmazsa olmaz! Boşuna mı o kadar yol yapıp da geldin buralara!

Çam ağaçları muhteşemler! Her biri dev bir noel ağacı adeta. Güneş çıkınca üzerlerinde birikmiş karlar damla damla erimeye tam başlıyor ki, kısacık gün akşama döner dönmez, o damlalar buz oluveriyor ve dalların ucunda sarkakalıyorlar. Billur yılbaşı süsleri! Doğanın güzellikleriyle kim boy ölçüşebilir ki? Sis bastırdığında aynı ağaçlar başka bir görünüme bürünüyor. Keskin hatlar bulanıklaşıyor ve tam bir Yüzüklerin Efendisi manzarası hakim oluyor her yere. Her an bir ELF’in çıkıp gelmesini bekliyorsun nefesini tutarak. ELF gelmiyor ama sen yine de bekliyorsun. Peri masallarına yaraşan bir manzara ve sadece siyah-beyaz’ın tonları...Ve koca ağaçlar devlerden oluşmuş bir ordu gibi dikiliyorlar karşına. Sisin içinde, hayal gücün de fazla mesai yapmaya başlıyor ve işte o zaman ağaçların içinden kimini kumandan, kimini er yapıp, orduyu sefere çıkarıyorsun. Kötülüklere karşı...Peri masalı ya, sen iyi tarafsın, ağaçlar iyinin yanında. Senin yanında! Ağaçları sevdiğini hatırlıyorsun, şehirde yanlarından kör geçiyorsun ama burada içine işliyorlar. Kar sana sevgini getiriyor geri. Çocukluğundaki gibi...

Yüreğin pırpır ediyor. Gençleşiyorsun. Sabah yatakta kalamıyorsun. Hemen botlarını giyip fırlıyorsun dışarı...Bir de ardından annen seslense “Çocuğum üşüteceksin” diye, sahne tamam! Ama nerdeeeeee??? Büyümüşsün, seslenenin yok. Olsun, kısa da sürse, çocuksun yine...

Ilgaz/2 ... Ergenekon...Fatih Ürek...

Sabah uyandık: ERGENEKON! Neye uğradığımızı şaşırdık... Dağın tepesindeyim, dünyadan uzağım, telefonum bile çalmıyor diye sevinirken, bir anda en Osmanlısından kocaman bir şamar indi suratıma sabah sabah. Düşünüyorum: Daha iddianamesi bile tamamlanmamış bir garabet davanın tuhafın da tuhafı soruşturması için, daha acaba kimler toparlanacak? Kimlerin evine mangalar halinde girilecek ve acaba kimler kiminle ilişkilendirilecek? Hayır şunu hep söylüyorum: Eğer bu dertop edilip toparlanan insanlar "gerçekten" Türkiye'nin düşmanı iseler, o zaman cezalarını bulsunlar. Ama gelin görün ki suçlanan insanların içinde, memleketin en aydın, en güvenilir ve en vatanperver isimleri de var. Bir ara Fatih Ürek ve Sisi'nin de adları geçmişti ama bunu ciddiye bile almıyorum ben. Zaten Fatih Ürek de haberi alınca denizde boğuluyormuş az kalsın:)) Hoş, bence pekala Ergenekon'un başişkencecisi olabilirdi Fatih Ürek. Onun yılan dansını izlemeye hangi yürek dayanabilir ki? En deneyimli casuslar bile - bence - beşinci dakikada bülbül kesilir karşısında:)) Neyse bu kadar sulandırmayayım olayı - her ne kadar yeterince suyunun çıkarıldığını düşünüyor olsam da -...

Yani kusura bakmayın ama hiç kimse bana İlhan Selçuk'un Türkiye düşmanı olduğunu söyleyemez. Hiç kimse Mustafa Balbay'ın organize bir suç örgütüne katılıp, memleketin yıkılması için çalıştığını iddia edemez -eder de ben münasip tarafımla gülerim, kusura bakmayın-.

Diyeceğim o ki, aklıma bin türlü şey geliyor ama burada yazamam ki! Yine de tek istediğim şey şu: En kısa zamanda bu tuhaf komedya sona ersin. Suçlular cezalandırılsın ama suçsuz insanlar bir an evvel özgürlüklerine kavuşsunlar. Bu adını koyamadığım durum bitsin. Ben ve benim gibi düşünen/yaşayan/okuyan/yazan/ üreten/konuşan insanlar, maalesef, hukuk devleti olduğunu iddia eden devletimize eskisi kadar güven duyamaz oldular. Ortalıkta hüküm süren toz duman gürültü, insanların kendilerini neredeyse bir Polis Devleti'nde yaşamaya başladıkları hissiyatına sevkediyor.

Ben yetişme çağındayken, 15-16 yaşındayken galiba, sahaflardan bir kitap almıştım. Adı da Polis Devleti'ydi. Yukarıda böyle yazdığım için değil, gerçekten!!! Sabahın köründe insanların evine yapılan baskınlar, darmadağın edilen kütüphaneler, didik didik aranan kişisel mektuplar ve defterler, hiçbir açıklama yapılmadan ya da akılalmaz saçmalıklarla itham edilerek içeri alınan saygın kişileri anlatan bir kitaptı bu. Veee anlattığı devlet NAZİ ALMANYA'sıydı...

Neyse...

Bugün hiç kar yağmadı...

Ilgaz

Telefonum çalmıyor.
Bir yerlere yetişmek durumunda değilim.
Sabah 09.30a dek uyuyorum.
Kar hiç durmadan yağıyor.
İstediğim kadar kitap okuyabilirim, okuyorum da zaten.
Günde 3 öğün yemek, hazır ve nazır.
Odamızda her türlü çay/kahve imkanımız var. Elektrikli ocak, ekmek kızartma ve bulaşık makinası da işin cabası.
Kar hep yağıyor.
Otelde en fazla 50 kişiyiz, yani kimsecikler yok sayılır.
Müziğim yanımda.
Enis Batur'un harika bir kitabına başlamak üzereyim "Yazboz". Buraya geleli 2 kitap bitti: Alain de Botton "Aşk Üzerine" ve "Bakmak ve Farketmek" . Sanırım bir iki kitap daha biter bu gidişle.
Kar kesintisiz yağıyor.
Tchibo'dan aldığım kar pantolonu bir harikaymış. Ne su geçiriyor, ne soğuk. Dün karların içinde yuvarlanıp durdum ve bana mısın demedi. Ucuz üstelik, dünyanın parasını verip de başka markaların peşine düşmeye gerek yok. Ben test ettim: SÜPER!
Kastamonu pastırması Kayseri'ninkinden güzelmiş. Haberiniz olsun. Biz Pürlen'le dün akşam denedik. Kokumuz dağda kalsın diye:)) Bu akşam da geri kalanı tüketeceğiz.
Kar bembeyaz yağıyor.
Çay saatim gelmiş, az sonra kalkmam lazım.
Akşamüstü odada çay demliyoruz ve sonra da müzik eşliğinde saat 19.30a dek okuma seansı yapıyoruz. İdeal müzik Hille Perl'in Viola da Gamba'lı CDleri.
Dün yağan kar altında şunu yaptım: Yaklaşık bir metrelik karın içine attım kendimi ve boylu boyunca uzandım. Kulağımda ipod'um... Dışarıdaki beyaz sessizliğin içinde, Mozart 23. Piyano Konçertosunun adagiosunu dinlerken, ağzımla düşen kar tanelerini yakalamak için uğraştım. Bembeyaz gökyüzünden suratıma inen kar taneleri simsiyah görünüyor ve sanki hipnoz etkisi yaratıyor insanda. ÇOK GÜZEEELLL...
Veeeee kar hala yağıyor...
Ben çaya gidiyorum...

Ilgaz Dağı Duman Duman...

Ilgaaaz, Anadolu'nun Sen Yüce Bir Dağısıııınnnn....
Çocukluğumuzda hepimiz en az bir kere bu şarkıyı dinlemiş, ya da söylemişizdir, değil mi? Sizi bilmem ama ben okul korosunda olmamın da etkisiyle, sık sık söylemiştim. En sevdiğim bölümü de "Yalçın Kayalıkların Göklere Yükseliyor" kısmıydı. Nedense?!
Evet arkadaşlar, şu anda Ilgaz'dayım. Pürlen iki gün önce, kaptı beni, attı arabaya ve uçurdu buralara. Yol pek keyifliydi... Direksiyonda Pürlen'in eşi Selim vardı ve bana düşen tek şey, ön koltukta oturup, harika müzikler eşliğinde, muhteşem kış manzaralarını içime çekmekti. Bu sırada Pürlen, arka koltuğu kendine kamp alanına dönüştürmüş, uyuyordu. Son zamanlarda çok çalıştığı için, inanılmaz yorgun düştü zavallıcık. Bu tatil ona da çok iyi gelecek şüphesiz.
İstanbul Ankara otoyolundan Gerede'de ayrıldık ve Kastamonu istikametine devam ettik. Aslında daha kısa bir yol daha olmasına rağmen, biz daha uzun olan Karabük-Kastamonu üzerinden geçerek geldik buraya. İyi ki de öyle yapmışız, çünkü özellikle İğdir-Kastamonu-Ilgaz hattındaki manzaralara bayıldık hepimiz. Karabük'ten geçerken, Kardemir'in görünümü tüyler ürpertici geldi. Homurdanan, tıslayıp toslayıp alevler püskürten, dumanlar saçan postmodern bir canavara benziyordu dev tesis. Bir de harika bir çorba adresi keşfettik: Eskipazar'da Petrol Ofisi içindeki kamyoncu lokantasında uzun zamandır içtiğim en güzel Ezogelin çorbasına denk geldim. Malzemeden çalınmamış, kıvamlı... Misss...Pul biberi de basınca, tadından yenmez hale geldi iyice. Pürlen de hemfikirdi. Selim ise mercimek çorbası içti, o da güzelmiş...
Yollar açıktı, kar kış bastırmış ama geçmiş gibiydi. Sadece Ilgaz Milli Parkı'na girerken, lastiklere paletleri taktık ve otele kadar geldik rahatça. Öyle zincir mincir uğraşmaya gerek yok. Paletleri geçiriveriyorsun tekerlere, bir de göbeği var, klik diye kapanıveriyor. Süper pratik...
Kaldığımız otel Ilgaz Mountain Resort. Zaten burada başka yer de yok galiba. Adının sonuna Resort kelimesini takıp 5 yıldız alan şıkırdım sonradan görme yerlere acayip gıcık olurum hep ama burası o gıcık yerlerden değil. Mütevazı, ağırbaşlı ve esas olduğundan başka bir şey olma gayretinde değil. Neyse o! Gelenler de buna uygun; gösteriş peşindeki yeni zengin avam kitle değil. Yani en azından benim şimdiye kadar rastladığım insanlar bende bu etkiyi yaratmadılar. Hele yılbaşından sarkan kalabalık dün dönüşe geçince, otel iyiden iyiye bize kaldı desem yeridir.
Şimdi ise kar raporunu veriyorum:
Dün başlayan kar yağışı hala durmadı. Şu anda en az bir metre kar var. Kar temizleme araçları ana yolu temiz tutmak için durmadan çalışıyorlar. Dün hava çok rüzgarlıydı ama bugün o deli esinti kesildi ve yağan kar adeta bir tül gibi örtüyor herşeyi. Soğuk değil! Ya da hissedilmiyor kuru soğuk olduğu için ama saçaklardan sarkan üç metreye ulaşan buzdan kılıçlar bunun aksini söylüyorlar. Dev çam ağaçlarının üstündeki karların görüntüsü, beni deli etmeye yeter de artar bile. Sis ve kar aşağıdaki tüm vadiyi kapatmış durumda. Normalde oturduğum yerden büyük pistin bulunduğu tepe görünmeli ama görünen hiçbir şey yok. Herşey bir bulutun içine saklanmış gibi.
Dün küçük piste yürüdük. Küçük ama çok sevimli bir kafeterya yapmışlar. Tam orta yerinde kuzine vardı ve bir de devvv soba. Üstünde çay demleniyordu ve giderken de kestane kebap yapıldığını gördük. Hatta bir iki tanesini elimize tutuşturdular, "sıcak sıcak yersiniz yolda" dediler. Ama oranın ennnn önemli keşfi fırında patates oldu bizim için. Dilimler halinde fırın torbasına konup, yumuşacık pişirilmiş ve üzerine de biraz tereyağı konuşmuştu servis edilirken. Eğer dadanırsak, feci olur...
Şimdilik bu kadar. Hemen gidip çorba içmemiz lazım. Geri kalanını daha sonra yazarım...

2009'un İlk Günü / TRT' yi Kınıyorum! Nasıl Bir Başbakan İstiyorum?

Viyana Filarmoni'nin evi Viyana "Musikverein" binası...
2008 Yeni Yıl Konseri' nin son anları

Geleneksel yeni yıl konserinden bir kare


Gece saat 04.00e doğru yatmama ragmen, saat 10.00 civarında heyecanla uyanıp, fırladım yataktan. Her sene sabırla beklediğim Viyana Filarmoni Yeni Yıl Konseri, bu heyecanımın en büyük sebebiydi. Çayımı demledim, kahvaltımı yaptım, Cumhuriyet Kitap ekini okudum ve konser saati yaklaştığında, heyecanla TRT2 'yi açtım. Bir de ne göreyim? SAYIN BAŞBAKAN!!! Yememiş, içmemiş, yılın ilk günü, herkes 1 Ocak mahmurluğuyla kıvranırken, kendini kürsülere atmış, gözleri kocaman, başparmakları dimdik ve alnı kırış kırış, esip gürlüyor, asıp kesiyor. Bir kulak kabarttım; OOOFFFFF!!! Sanki ben başka bir ülkede yaşıyorum. SAYIN BAŞBAKAN'ın anlattıkları, benim tanıdığım ülkeyle örtüşmüyor. İkimizin beslendiği kanallar farklı, algılarımız farklı...Çok belli! Yine de, onun alt tarafı SAYIN BELEDİYE BAŞKANI adaylarını açıklayacağı miting havalı toplantısını, bütün kanalların bu denli önemseyip, diğer bütün programları askıya almalarını beklemiyordum doğrusu. Oysa tam da böyle oldu herşey! Bütün ama istisnasız bütün ulusal çaptaki haber kanallarıyla, onlar yetmezmiş gibi, kendini Türkiye'nin kültür-sanat kanalı ilan etmiş TRT2, kürsüden iri sesle konuşan SAYIN BAŞBAKAN'ı gözümüzün içine sokma yarışındaydılar. Geçen senelerde bu konseri NTV'den izlemiştik hep, bu sene ise anlı şanlı devlet kanalımız, "ülkemizin kültür-sanat kanalı" TRT2 yayınlayacaktı. YAKIŞIRDI HANİ!!! Kendi kendime "Daha konserin başlamasına birkaç dakika var" diyerek, belki de az sonra canlı yayına bağlanılır diye beyhude bekledim. O kanaldan bu kanala atlayarak dolanıp durdum. Nasıl olsa TRT1, TRT3 aynı konuşmayı yayınlıyorlar, öyleyse TRT2 de canlı konser yayınına bağlanırdı, değil mi? AMA NERDEEEE??? SAYIN BAŞBAKAN bütün kanalları zaptetmişti... Vay yayınlamayanın haline! Yoksa tavır mı koyuluyor SAYIN BAŞBAKAN'a? Yoksa muhalefet mi ediliyor? Sonuçta gitti bizim güzelim konser! Hem de ne için? İ.MELİH'in yeniden Ankara adayı olduğunu öğrenmek için!
SANKİ BİLMİYORDUK!
İ.MELİH'i aday göstermeyecek "Cesur Yürek" nerdeeee??? Ahh, SAYIN BAŞBAKAN! Bir kez de şaşırtın beni yaa! Bir kez de haksız çıkartın da, haksızlık ettiğim için, utanayım!
Eh ANKARA...Eğer gidip yeniden İ.MELİH'i seçersen, sana da YUH olsun! Kömür dumanında boğul, çöpünde yüz, yağmur sularında sürüklen ve ne idüğü belirsiz köprülü kavşaklar çarpsın seni!
Buna mı üzüleyim, yeni yıla müzikle başlayamadığıma mı üzüleyim bilemedim... Ama bildiğim bir tek şey vardı ki, o da 1 Ocak sabahının o nefis sükunetinde, iri sesle konuşan bir SAYIN BAŞBAKAN istemiyordum ben! Benim istediğim SAYIN BAŞBAKAN, 1 Ocak sabahını ailesiyle, uzun bir kahvaltıyla kutlayacak biri olmalıydı. Yılbaşı mahmurluğu içindeki halkını, kocaman sesiyle TV ekranlarından taciz etmeyecek bir başbakan istiyordum ben. Hiç olmazsa yeni yılın o tazecik ilk sabahında, başkalarını suçlayıp, sağa sola laf sokuşturacağına, insana huzur verecek bir başbakan istiyordum ben. Amma da çok şey istiyordum ben, değil mi?
Sonuçta dostlar, bütün dünyadaki klasik müzik aşıklarının, nefeslerini tutarak bekledikleri büyük konser, işte böylece uçup gitmiş oldu! Ben delirmeyeyim de kim delirsin?
Neyse ki, NTV, gecikmeli de olsa, Borusan Filarmoni'nin 2008'e Veda konserini verdi de, biraz sakinleştim.
Ama işte arkadaşlar durum bu! Turkiye'de yasiyor olmanin, kultur sanat yonunden nasil dislanmak demek oldugunun bir kaniti daha gerceklesti ve Basbakan'in Melih Gokcek'in adayligini acikladigi canli konusmasi nedeniyle konserden vazgectiler. Haber kanalindan konser vermeye kalkarsan boyle olur! Bu alıntıyı çok sevdiğim bir dostumun yolladığı mailden kopyalıyorum. Haksız mı sizce?
Geçmiş Olsun!

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...