Anish Kapoor İstanbul'da Sergisi Kapsamında ''Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri'' Paneli Bölüm II

Dün başladığım panel notlarıma geri dönmek ve yazımı tamamlamak istiyorum. 
Anish Kapoor İstanbul'da sergisi kapsamında düzenlenen ilk panelin konusu Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri idi. Panelistlerin kimler olduklarını bir önceki yazıdan bulabilirsiniz. Sadece şunu hatırlatmak isterim: New York MOMA direktöründen tutun da, Berlin İslam Sanatları Müzesi ve Londra V&A Müzesi direktörlerine kadar, dünya sanatına yön veren insanları dinlemek tam bir ayrıcalık oldu ve ben ana be an zenginleştiğimi hissettim.
Dün kaldığım yerden devam edecek olursam, öncelikle Güler Sabancı'nın çok güzel bir sorusuna değinmem gerekir. 
Bundan sonrasını yine günlüğümden aktarıyorum:

Sabancı şöyle dedi: Abu Dhabi müthiş bir müze yaptırıyor. Louvre Abu Dhabi olacak. Şu anda dünyanın her yerinden sanat eserleri satın alıp koyuyorlar. Bu bir şehri dünyanın sanat merkezlerinden, özellikle de çağdaş sanat merkezlerinden biri yapmaya yeter mi? Cevaplar yine bence net değildi ama orada çok hoş bir tartışma ve ardından da ortak karar doğdu: Paranın el değiştirmesiyle birlikte sanat eserlerinin de yer değiştirmeye başladığı gerçeği! Ve bu noktada FREER COLLECTION örneği verildi. (Washington DC'deki ünlü Smithsonian kompleksi içinde Asya koleksiyonu ile tanınan müze) Savaş sonrasının karmaşık dönemlerinde ve Çin'deki halk devrimi çalkantısı sırasında o eserlerin Çin, Japonya başta olmak üzere Asya'nın pek çok ülkesinden toplanıp Amerika'ya getirildiği söylendi. Bugün de başkentin en önemli bulvarındaki nefis bir müzenin içinde sergileniyor bu eserler. Günümüzde de Detroit kenti iflasını ilan ettikten sonra müzesini kapattı. Şehrin ekonomisine katkı sağlayabilmek için müzenin eserleri satışa çıkarıldı. Yani söylenmek istenen şey, sanat eserlerinin çeşitli yollarla yer değiştirdikleri ve bunun da normal olduğuydu. Tabii bu mümkün ama yine de bazı şeylerin yerinde kalmasının önemine de vurgu yapıldı. Ve söz konusu LOUVRE olduğu için, yine o örnekten yola çıkarak şu soru ortaya atıldı: Fransızlar Mona Lisa'yı satarlar mı hiç? Ben adım gibi eminim ki böyle bir şey söz konusu dahi olamaz bir Fransız için...Ve paneldeki Fransız'a, Bay Jarrige'e soru yöneltildi. Jarrige, Musee Guimet'nin eski direktörü, bence hafif kaçamak bir cevap verdi. belki içinde bulunduğu durumda böyle bir diplomatik cevap vermek en doğrusuydu da ondan öyle yaptı. Ve şöyle dedi: O bizim krala hediye edilmişti. O kralın soyu ve mirasçıları hala yaşıyorlar. Biz bir başkasına hediye edilmiş bir şeyi nasıl satabiliriz? Bu mümkün değil...Aile fertleri var zaten bizden önce. Ve yine tekrarlıyorum: Bir Fransız'a silah zoruyla bile Mona Lisa'yı sattıramazsınız! Bazı şeyler yerinde kalmalıdır. Öyle güzel ve özeldir...Ben de aynen böyle düşünüyorum.

Paneldeki önemli konulardan biri de müzeler ve ülkeler arası eser / sanat paylaşımı oldu. Yani eserlerin sergilenmek üzere başka müzelere ve başka ülkelere gönderilmesi... Konuşmalardan ve beden dillerinden anladığım kadarıyla müze direktörleri bu konuda çok dikkatli ve seçici davranıyorlar. V&A'nın direktörü bu konuda üzücü bir örnek verdi: Bir seferinde Mısır'da bir sergi açtık. Ortak sunum için Kahire'ye eserler yolladık. Ancak eserler tamamen zarar gördüler. Bu da bizim için çok büyük bir ders oldu. Bence direktörler haklı. Bu nadide eserler bence de dünyanın, insanlığın mirası ve kim daha iyi bakabilecekse, daha iyi koruyabilecekse onun elinde olmalıdır. Kültür ve sanata ülke bütçesinden önemli paylar ayırıp bunu doğru kullanabilen ülkelerin elinde olmalıdır bu eserler. Değerlerini bilenler ve anlayanlar sahip çıkmalıdır bu eserlere... Yoksa hepsi gerçekten heba oluyor, yok oluyor... Uşak müzesinde yaşanan KARUN HAZİNELERİ felaketini ve bende yarattığı büyük utancı hala unutabilmiş değilim... Hazineyi Türkiye'ye getirebilmek için dünyanın parası harcandı, davalar, avukatlar senelerce uğraşıldı ve sonunda hazine memlekete geldi. Geldi de ne oldu? İlk soyan müze müdürü olmadı mı? Hatırlayanlar olacaktır eminim: Tam bir ''Organize İşler'' dümeniyle o eserlerin kopyaları yapılıp müzeye yerleştirildi ve orjinalleri satıldı. Ayrıca her Berlin'e gittiğimde, Pergamon Müzesi'ni her gezdiğimde ve gezdirdiğimde içim tabii ki cız ediyor ama bir taraftan biliyorum ki eğer o tapınak bizim topraklarda kalsaydı bugün hiç YOKTU!!! Olmayacaktı!!! Bizde maalesef ahlaksızlık öyle boyutlara ulaştı ki, yurtdışındaki eserlerimizin artık orada kalmasını çok daha hayırlı buluyorum. Hiç olmazsa dağılıp gitmez, un ufak edilmezler. 

İki gün boyunca paneller ve sergi sayesinde çok şey öğrendim, ufkum daha da genişledi. İnsanı hayatta tutan şeylerden biri kesinlikle sanat! İçinde sanat olmadan sürdürülen bir yaşamın çok boş ve sıradan olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu yüzden, SSM'ye, Sn.Nazan Ölçer'e, Sn. Güler Sabancı'ya ve bu sergiyi bu şehre taşımak için emek vermiş herkese çok teşekkür ederim. Ve bu sergi vesilesiyle bu paneli düzenleyenlere de kocaman bir teşekkür daha!

Ancaaakkk...Bir de yergim var: Nerede diğer müzeciler? Nerede yurdumun önce gelen galericileri? Nerede sanat yazarları? Nerede bizim sanat dünyamızın kanaat önderleri? İçinde magazin olan  her yere gidip boy gösterirler ama böylesine önemli bir panelde neredeydiler? Düşünün şehrimizin MODERN MÜZESİ'nin başkanı bile o güzelim panelde yoktu! YOKTUUUU!!! MOMA direktörü orada, Londra V&A orada, Berlin, Harvard v.s orada ama İstanbul Modern YOK!!!!! Sn. Oya Eczacıbaşı sadece serginin açılış günü oradaydı. Sergiyi şöyle bir gezip gitti. Sanki rakipler ne yapmışlar acaba diye görmeye gelmiş gibi... Diyeceğim o ki, kırk fırın ekmek yememiz lazım... Lafta bizden iyisi yok ama realitede görgü ve kültür eksikliğimiz aşikar! 

ANISH KAPOOR İstanbul'da... Ve müthiş bir PANEL: Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri I. BÖLÜM



Çağdaş Sanat denince, aklıma ilk gelen isimlerden biridir Anish Kapoor. Bundan seneler önce New York'taki mabedim METROPOLİTAN Müzesi'nde, sanatçının ayna çalışmalarından birini gördüğümde, hakkında hiç br şey bilmediğim bu HİNTLİ'ye aşık olmuştum. Biraz okuyunca, yaşamını İngiltere'de sürdüren Kapoor'un, alışıldık kalıpları tamamen reddeden yaklaşımını anlamaya çalışmıştım kendimce. Hint kökenli diyorum hala, oysa bal gibi biliyorum ki onun skalasındaki sanat insanlarını, herhangi bir ülkenin sınırlarıyla tanımlamaya kalkışmak, onların özgür ruhuna ket vurmak oluyor bir yerde. Neden milliyetiyle tanımlamaya devam ediyoruz sanatçıları? Bilmiyorum...Sanki Hintli yada Türk veya Danimarkalı deyince bir şey mi değişiyor? Bu kalıbı madem beğenmiyorum, öyleyse bir daha kullanmayayım...
Neyse...Anlatmaya çalıştığım şeyden yine uzağa düştüm.
Eylül ayı beraberinde Kapoor sürprizini getirdi İstanbul'a. Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan sergide, sanatçının granit ve kumtaşı heykelleri başta olmak üzere pek çok eserini görebiliyoruz.
Serginin açılış günü bir de konferans düzenlendi. Anish Kapoor bir powerpoint sunumu eşliğinde, eserlerini ve sanatını anlattı dinleyicilere. Ben Delhi'deki Çağdaş Sanatlar Müzesi'nde Kapoor'un belki de en kapsamlı sergilerinden birini görmüş olduğum için, bu sunumda anlatılan pek çok eseri zaten yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Dolayısıyla benim için, o eserleri bir de yaratıcısından dinlemek bulunmaz bir nimet oldu. 
SSM'deki sergiye gelecek olursak... Bundan sonraki yazacaklarımı günlüğümden direkt alıntılıyorum:

Sergi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Ben Delhi'deki ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ'nde, harika bir Kapoor sergisi gördüğüm için, buradaki biraz hafif kaçtı. Tabii bu tamamen benim kişisel defom. Tabii SSM'ye ve NAZAN ÖLÇER'e haksızlık ya da saygısızlık yapmak aklımın ucundan geçmez. Ne de olsa bu sergi için müze binasında duvarlar kaldırıldı, binanın statiği sonuna kadar zorlandı. Kolay değil bu eserleri buralara kadar getirip sergilemek. Eserler hem kütle olarak ağır hem de yapıyı dönüştürmeyi gerektirecek tarzda talepkar... Bu sergiyi getirmek cüretkar bir proje!!! Bunların hepsine şapka çıkarıyorum tabii ki... Ve teşekkür ediyorum...
Kapoor gerçekten, her anlamda çok yönlü bir sanatçı. Gerek form, gerek malzeme kullanımı ve gerekse boyutlar olsun hep sıradışı işler yapıyor. SSM'deki sergide onun daha çok mermer, kumtaşı ve granit eserleri yer alıyor. Hepsi birbirinden güzel ancak bu sunum Kapoor'u biraz salt YONTUCU konumuna indirgemiş...Lütfen söylediklerim yanlış anlaşılmasın! YONTU SANATI ve SANATÇILARINI hafife alır bir söylem içinde değilim ben... Sadece bu sergideki eserlerin çoğunlukla yontu olarak seçilmiş olması, Kapoor'u daha ziyade bir yontucu olarak algılamamıza yol açıyor ve bu doğru değil demek istiyorum. Özellikle pigment işlerinin olmayışı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, oysa o işler bambaşka bir lezzet içeriyorlar. Keşke olsalardı dedim içimden çok kere...Bir kaç tane duvar işi var. İnsan dokunmak istiyor...Yani duvarda yarıklar var ve içlerinden dışarı taşan, çıkan, püsküren bazı malzemelerle adeta canlı bir doku yaratmış Kapoor. Merak edip yaklaşıyorsunuz...Sanki duvarın içinde bir canlı var... Ya da duvarın kendisi canlı ve yaralanmış, o yaradan dışarı bir şeyler taşıyor...O işler inanılmaz bence... 

Sergiyi gezdikten sonra günlüğüme bunları yazmışım...
Ertesi gün yine SSM'deydim. Müthiş bir panel vardı. Konusu: Klasik Müzelerde Çağdaş Sanat'ın Yeri...
Panelin moderatörü Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman'dı.
Katılımcılar tam anlamıyla bir KİM KİMDİR geçidiydi... Hemen sıralayayım:
Sir Norman Rosenthal- Anish Kapoor İstanbul'da sergisinin köratörü. Londra Kraliyet Akademisi'nin eski başkanı...Karısı da PRADO'nun eski müdürü...Şimdi artık serbest küratörlük yapıyor Rosenthal.
Prof. Dr. Martin Roth- Londra Victoria&Albert Müzesi Direktörü
Dr. Glenn D. Lowry - New York MOMA Direktörü
Prof. Dr. Jean-François Jarrige - Chantilly Şatosu Conde' Müzesi Yönetim Kurulu Üyesi ve benim Paris'teki favori müzem olan Musee Guimet'nin eski direktörü
Dr. Thomas W. Lentz - Harvard Üniversitesi Sanat Müzesi Direktörü
Deepak Ananth - Sanat Eleştirmeni ve Bağımsız Küratör
Prof. Dr. Claus-Peter Haase - Berlin İslam Sanatları Müzesi Eski Direktörü

MOMA'nın direktörü Lowry sadece bir saatliğine geldi ve gitti...Ama o kadarcık varlığı bile yetti ortamı ısıtmaya...
Konu son derece netti: Klasik müzeler, çağdaş sanata da yer vermeli midirler? Vereceklerse ne kadar vermelidirler? 
Günlüğümden alıntılayayım:

Sorunun muhatabı olan yukarıda sıraladığım kişiler genellikle uzun ve karmaşık cevaplar veriyorlardı ama yine de ben duymak istediklerimi duydum:
Müze Guimet'nin eski direktörü bence en net cevabı verdi. Ben de kendisine bir 10 puan verdim. Şöyle dedi: 
''Klasik bir müze, sırf çağdaş sanata yer vermezsek trandlere uymamış oluruz, demode kalırız diye olur olmaz bir çağdaş sanat sergisi açmamalıdır. UYUM olmalı her halükarda dedi. Müzenin içindekilerle diyalog içinde bir sergi olursa ne ala ama sırf çağdaş sanat da yapıyoruz diyerek müzenin ruhuna aykırı şeyler yapılmamalı'' dedi. KATILIYORUM! 
Harvard Ünv. Müzesi Direktörü kendisinden bir örnek verdi:
Bizim müzemiz klasiktir. Müzemdeki 27 küratör de klasik sanatçılardır. Şimdi müzemizde yeni bir salon inşa ediliyor ve orası çağdaş sanat bölümü olacak. Küratörlerim '' Çağdaş Sanat bizi ve her yeri istila ediyor'' diyerek direnç gösteriyorlar ve ben her gün bununla başa çıkmaya çalışıyorum.
Bir ara hafif gerilimli bir ortam oldu. Konu çağdaş bir sanatçının eserlerine kim, nasıl ve hangi parametrelere göre değer biçiyor? Yani bir sanatçının işinin müzelik olmaya yetecek kadar değerli olduğuna kim karar veriyor? Güzel soru! Ve burada sanat piyasası spekülasyonlarına değinildi hafiften. Salondaki herkes bunu yakalayabildi mi bilmiyorum ama sanat eserleri alan/satan insanların el birliğiyle, o sanatçının eserlerini müzelere sokturmak gayretinde olduklarını, hatta baskı yaptıklarını çünkü bu sayede o sanatçının eserlerinin fiyatının yükseldiğini söylediler. Yani bir tür ARTIST UPGRADE! Spekülasyonun ağa babası!!! O laftan sonra müzayedeci RAFİ PORTAKAL salonu terk etti. Tesadüf mü sadece yoksa üzerie mi alındı? Kötü niyetli miyim?

Bu yazıya yarın devam etmek istiyorum. Yarın Güler sabancı'nın sorduğu çok güzel bir soruyla başlayan harika bir tartışma konusuna değineceğim.

Sonbahar???

Hayıırrrrr!!! Henüz hazır değiliiimmmmmmm!!! Bırakın beni ben denize gitmek istiyorummmmm!!!
Bodrum'dan yeni dönmüş birinin bu sözleri söylemesi hem normal hem de tuhaf... Normal çünkü o insan genellikle tatilin getirmiş olduğu ruh halinden kurtulamamıştır. Tuhaftır aynı zamanda, çünkü kardeşim daha yeni gelmedin mi, doymadın mı tatile? diye sormak istersiniz... Ayıplarsınız o kişiyi hatta ve vakit/para/bilumum şartları bir araya getirip de tatile çıkamamış olan diğer insanların varlığından söz ederek, onu utandırmayı bile düşünebilirsiniz. Ben de tamamen katılıyorum. Yeni döndüm, daha dört gün oldu. Dinlendim ve bol bol okudum. Daha ne olsun? Ama ne var biliyor musunuz? İki hafta içinde sadece ve sadece 2 kere denize girebildim. Bu ne şimdi yaa? Tembellik mi? Olabilir... Ama daha önceki senelerde de farkına vardığım bir durumu bu sene bir kere daha idrak ettim: Ben tatile çıktığımda, özellikle böyle durağan moda geçip, kimsenin benden hiç bir şey beklemediği bir günlük akışa kavuştuğumda, gevşeyebilmem minimum bir hafta on gün alıyor. Ve ben ancak ondan sonra harekete geçebiliyorum ve denize gitme enerjisini kendimde bulabilmek de ancak bundan sonra oluyor. İşte işin özeti bu! Havluları topla, kitabı defteri al, güneş gözlüğü, deniz gözlüğü, keyif sigarası, cep telefonu, pareo, plaj giysisi falan derken bir sürü şeyi doldur çantaya ve atla arabaya in denize... Gittiğimiz plaj da öyle uzak değil ve denizi muhteşeeeemmm!!! Üstelik tam da benim sevdiğim gibi gölgelik bir sürü yeri var ağaçların altında. Ama bütün bunlar büyük bir enerji gerektiriyor benim için. En azından gevşemeye başladığım ilk günlerde bu durumu kaldırabilecek kadar güçlü olamıyorum.  İşte bu durum yine yaşandı ve ben koskoca yaz/deniz tatilinden sadece 2 defa denize girerek geri dönmeyi başardım! Şimdi tabii İstanbul, sonbahara doğru koşarken, yaptığım saçmalığı fark edip, geri dönmek istiyorummmm diye sızlanıp duruyorum. Eh! Akılsızlık!!! Hep böyleyiz işte: Elimizdekilerin kıymetini ancak kaybettiğimizde anlıyoruz. Ben de tatilin, denizin kıymetini dönünce anladım! 
Bodrum'daki yerimiz her anlamda çılgın kalabalıktan uzak bir yerde. Bir tepenin tam üstündeyiz. Çok hoş manzaralarımız oluyor. Kafamı dinliyorum o doğanın içinde. Olağanüstü kayalar var her yerde. Dokunup onlarla konuşuyorum. 
Öte yandan İstanbul'daki arkadaşlarımı özledim her zamanki gibi. Gelince onları görmek çok güzel oluyor. Ailem onlar benim...
Aklım Bodrum'da kaldı tabii ama burada olmak da çok güzel. Biraz fotoğrafla neden bizim o tepeyi sevdiğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Daha ciddi ve kapsamlı yazılarımı önümüzdeki günlerde paylaşacağım.

Hebil Koyu üzerinde Gündoğumu

Bulutlar

Gündoğan üzerinde Günbatımı

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...