Yazmak...Ya da yazmamak...

Yazı denince akan sular duruyor benim için ama yine de bir tuhaflık var benim yazıyla olan ilişkimde. Eli kalem tutan biriyim, o belli...Yani gerçek anlamda da elimden kalem düşmez. Sabahları kalkar kalkmaz ilk iş olarak bir kahve hazırlayıp, SABAH SAYFALARI adını verdiğim defterimin başına otururum. Defterin boyutuna göre, 3 sayfa da olur, 5 sayfa da... Kimi zaman coşarım, anlatacaklarım içimden dökülür ve o zaman 8-9 sayfaya kadar çıktığı olur yazdıklarımın. Sonra ağzımda bir laf sürekli: Bir kitap yazmam lazım!!! Evet, lazım da...Ne bekliyorsun kardeşim? Elini tutan mı var? Aklını mı toparlayamıyorsun? Eskiden olsa vaktim yok derdin, olay geçerdi. Oysa şimdi kendime vakit de yarattım. VAKTİM VAR!!! E o zaman, neyi bekliyorum ben hala? Evde sürekli bilgisayar başındayım. Elimde sürekli bir takım defterler, kitaplar ve kalemler. Ama eksik olan şey belli: DİSİPLİN! YAzı öyle baştan savılacak bir şey değil. Yazı öncelikle sebat, disiplin ister. Masa başına oturmanı ister. Sosyal medyayı kapatmanı, hatta cep telefonunu bile ortadan kaldırmanı ve sadece içine dönmeni ister. Yazı kıskançtır, seni kimseyle paylaşmak istemez; sadece onun olmalısın. Yazı dürüstlük ister, kendine ve yazdıklarına. Yazı senin zamanını ''her gün'' ister. Öyle ilham gelsin yazayım dersen, otur yerine, başla yazmaya ilham gelir der sana... Gerçekten de öyle... Masa başına oturup, bir şeyler yazıktırmaya (böyle bir fiil olduğunu sanmıyorum ama aklıma çiziktirmek fiilinden geldi) başladığında, bir şeyler oluyor ve içindeki dışarıya dökülüveriyor. En azından bir kıpırdanma başlıyor içinde ve ondan sonra, kendiliğinden çözülüyorsun. O an çok nefis bir an. Hiç bitmesin istiyorsun. Hep öyle bulut gibi hafif olmak istiyorsun. Ellerin tuşların üzerinde uçuşuyor ya da deftere yazıyorsan eğer, kalem tutan elin bir anda hafifliyor ve satırların arasından sıyrılıveriyorsun. Nefis bir his... Hep böyle kolay olsa diyorsun. Su içer gibi, nefes alır gibi yazsam diyorsun...Sonra bir şey oluyor: Kapı çalıyor, telefon geliyor, akıllı telefonuna bir mesaj düşüyor çeşitli tonlamalarda. Eğer önemli bir şey mi acaba diye eline alırsan o telefonu, işin bitti demektir... Çünkü gayriihtiyari email gelmiş mi, facebook'ta ne olmuş, bana yorum var mı diye dalıveriyorsun batağın içine, saplanıp kalıyorsun, çıkamıyorsun. Ondan sonra ilhamkaçtı oluyor (bu da benim tamlamam) ve tıkanıp kaldığına lanet okuyorsun. Bu nokta BATTI BALIK YAN GİDER noktasıdır. Zira geri dönüp de yeniden konsantre olacak kadar özdisiplinin olmadığından yazı maceran en azından o günlük bitmiş demektir.
İşte bu ahval ve şeraitte dahi aslında sana düşen şey, o akıllı telefonu bütün seslerini kısarak bir tarafa koymak, eğer sana ait bir odan varsa kapısını kapatmak ve yazdıklarının son üç dört satırını ya da son paragrafını okuyup, yeniden yazmaya koyulmaktır. Burada sen diyerek, sanki birine hitaben yazıyormuşum gibi ama aslında kendimle sohbetteyim şu anda. 
Neyse, bu yıl artık yazı çıkacak. Çıkmalı...Çıkartmalıyım...

Osman Erk Fotoğraf Sergisi ''ÇİZGİLER''







Büyük gün yaklaştıkça beni daha da fazla heyecan sarıyor. Haziran'ın son iki haftası, eğer yolunuz DATÇA taraflarına düşerse, YAKAKÖY'deki UKKSA'ya uğrayın. 15 Haziran'da başlayacak bir fotoğraf sergisi ilginizi çekebilir. Osman'ın değişik yerlerde çektiği fotoğraflardan oluşan, ilginç bir sergi. Konusu ÇİZGİLER!!! Çağdaş, neredeyse minimalist diyebileceğim nitelikte, tam Osman'ın analitik düşünce yapısını yansıtan kareler... Öyle romantik gün batımları, mavi deniz üstü yeşil ağaç beklerseniz çok yanılırsınız! Hiç de öyle değil!!! Dışarıdaki bakir doğayla tamamen tezat oluşturacak nitelikte, sıradışı fotoğraflar bunlar ve sergilenecek ortam da müthiş bir yer: UKSSA, yani Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi... http://ukksakademi.com/
Biz geçen Eylül ayında, birkaç günlüğüne Datça taraflarına kaçmıştık. Selimiye ve Bördübet'e de uğradığımız bu gezinin en sürprizli yanı bu sanat akademisi olmuştu; ben çok etkilenmiştim. Orayı gezmeye gittiğimizde, bu sanat vahasını kuran kişinin, Osman'ın eski dostlarından Nevzat Metin olduğunu görüp, daha da çok keyiflenmiştik. Sonrası çorap söküğü gibi geldi... Ve Haziran ayında, 2 hafta boyunca, Osman'ın fotoğrafları bu ilk görüşte aşık olduğum yerde sergilenecek...
Bu sergi için, bir de nefis katalog/kitap yaptırıyor Osman. Bütün arkadaşlarına hatıra olarak sunacak... Çok güzel, ÇOOKKK!!!

İstanbul Mail Art Sergisi





Dün büyük gündü bizim için. Arts-In ekibinde, özellikle de işin lokomotifi olan sevgili Meral'de doğal olarak tatlı bir heyecan vardı. Dünyadan akıp gelen 67 eserle birlikte, Türkiye'den gelen 37 eseri, atölyemizde sergileyecek olmanın mutluluğu, yüzlerimizden okunuyordu. Serginin hazırlık aşamasını ben birebir yaşamıştım. Yani MAİL ART prensiplerine uygun olarak, Meral'in gelen her eseri fotoğraflayıp, bu sergi için özel olarak açılmış olan blogda yayınlamasını, her gelen eserin sahibine, yine MAİL ART prensiplerine uygun olarak, kendisinden bir eser göndermesini, o eserlerin gönderiminde kullanılacak zarfların titizlikle hazırlanmasını saygıyla izlemiştim.  Maalesef, eserlerin yerleştirilmesi işine yardımcı olamadım ama belki de iyi ki olmamışım. Zira dün atölyeye girdiğimde bir de ne göreyim? Duvarlarımız daha önceki KÜÇÜKLER sergimizden alışık olduğum gibi eserle dolu ama bu sefer ayrı bir güzellik var: Bazı eserler tavandan sarkıyor!!!! Kalın şeffaf plastik bir materyal üzerine, eserler öyle bir özenle yerleştirilmişler ki, bu sayede eserin her iki tarafını da görebiliyorsunuz. Zira MAİL ART'ta eserin içi, dışı, zarfı kısaca her tarafı işleniyor...Kimi sanatçılar resimlerle, kimileri şiirlerle, kolajlarla ama herkes kendi tarzına göre duygularını ve mesajlarını aktarıyor. Bu tavandan sarkan sergilemeyi geçen haftalarda NewYork Guggenheim'daki Japon GUTAI sergisinde görmüş ve çok etkilenmiştim. Orada da posta kartı boyutundaki eserlerin sergilenmesinde aynı yöntem uygulanmıştı. BAYILDIM!!!! Hilal arkadaşımız, Meral'e yardım etmiş ve ortaya gerçekten nefis bir iş çıkmış. Ellerine sağlık...
Tabii burada aslan payını MERAL AĞAR'a vermek lazım. O bu işi yarattı, takip etti, haberleşti ve sergiyi düzenledi. Teşekkürler sevgili MERAL, hepimize ilham veriyorsun!!!
İşte size dünkü sergi günümüzden birkaç kare...
Meral beni açılışta MAİL ART üzerine minik bir sunum yapmak üzere görevlendirince, bana da konuşma yapmak düştü. İki de eserim vardı. Onları da yeniden paylaşırım... 






New York İzlenimleri

İki hafta önce New York'taydım. Önce küçük bir grupla ve ardından da arkadaşlarımla harika vakit geçirdim bu çok sevdiğim şehirde. Oralarda yaptıklarımı daha önceki yazılarımdan birinde aktarmıştım. Şimdiyse bazı instagram fotoğrafları ile birkaç izlenim paylaşmak istiyorum. Aslında bu fotoğrafları ingilizce sanat blogum olan www.ikosworld.blogspot.com üzerinden paylaştım ama orası henüz çok taze bir blog olduğu için her dostuma ulaşmayabilir. Buradan da tekrarlamak istedim. 

Central Park beni her zaman çok etkilemiştir. Neden mi? Çünkü emlak ve arazi fiyatlarının inanılmaz seviyelerde olduğu MANHATTAN gibi sıkışık bir yerde, sadece eğlence ve dinlenme için bu kadar büyük bir alan bırakılmış olması, bana her zaman bir mucize gibi gelmiştir. Bilenler bilir: Central Park'ın yüzölçümü, MONACO Prensliği'nden büyük! Tabii bu tam anlamıyla bir uygarlık göstergesi. Para kazanmak uğruna, bizde, her bir metrekareye AVM ve REZİDANS dikildiği için, ben böyle şeyler karşısında etkileniyorum. Orada TOKİ yok tabii ne yazık! Bizimkiler gibi uzak görüşlü, engin ufuklu yöneticiler de yok tabii...İşte o yüzden, şehrin göbeğindeki bu park, yıllardır yerli yerinde duruyor. Kimse burada eskiden kışla vardı deyip, parkı yok etmeye çalışmıyor...O yüzden, işte size iki güzel kareyle, central Park'tan bahar getirdim.

 Bir akşam ünlü Metropolitan Operası'nda Verdi'nin Rigoletto'sunu seyrettim. Eser, yorumcular ve orkestra her zamanki gibi müthişti tabii ama benim orada yapmayı esas sevdiğim şey, en alt kata inip, duvarlardaki eski fotoğrafları izlemek. İşte aşağıdaki fotoğrafı, oraya inen merdivenlerden çektim. 
 Bahar her yere sirayet etmişti. SOHO'daki en trendy mekanlardan THE MERCER KİTCHEN'da da bahar dalları nefis bir manzara sunuyordu. Yandaki kurabiyelerle...
 New York'un en iyi gizlenmiş sırlarından biri, şehrin en şık otellerinden Le Parker Meridien Hotel'in içinde yer alıyor. Otele girdiğinizde, son derece etkileyici bir lobi ile karşılaşıyorsunuz ama sürpriz o değil! Esas sürpriz, lobideki bordo kadife perdeli duvarı izleyerek ulaştığınız yerde bekliyor sizleri: The Burger Joint! Şehrin en gırgır yerlerinden biri bence... Döküm saçım, duvarları yazılarla dolu... Ama nefis bir hamburger, eski usül patates kızartması ve buz gibi birasıyla insanı resmen baştan çıkarıyor. Aşağıdaki kare de oradan bir izlenim... 

Yeni Bir Blog: http://ikosworld.blogspot.com/

Uzun zaman düşündüm ve sonunda sadece sanata adanmış bir blog açtım nihayet... 
Buradan okuyanlar biraz bilirler: Hayatta en çok istediğim şeylerden biri resim yapmak ve sanatla uğraşmaktır. Ve yine biliyorsunuz ki, ATÖLYE ARTS-İN bana muhteşem bir ortam sunuyor bu konuda. Harika dostlarla beraber yepyeni dünyalarda geziniyoruz. Sürekli üretiyoruz, bir şeylerle meşgul oluyoruz. Vakit nasıl geçiyor anlaşılmıyor bile. Günün sonunda evlere dönme vakti geldiğinde, açık söyleyeyim, hiç ayrılmak istemiyorum. Her konuda özgürce uçuyoruz kendi kanatlarımızla. 
İşte ben de burada neler yapıyorum, bunları paylaşmak istiyorum.
Bu yeni site İngilizce olacak zira uluslararası MAİL ART sanatçıları grubuyla temas halinde olunca, bu gerekli bir şey. 
Blogun adresini başlığa koydum ama bir defa da burada tekrarlayayım: 
http://ikosworld.blogspot.com/

Arada ziyaret ederseniz, fikirlerinizi paylaşırsanız, katkıda bulunursanız çok sevinirim...
Teşekkürler...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...