Guarulhos Küçük Eserler Bienali


İstanbul'daki serginin neşesi ve heyecanı geçmeden, Brezilya'dan bir fotoğraf geldi ve içimi açtı: Sao Paolo Guarulhos'ta, Küçük Eserler Bienali adı altında, dünyanın her yerinden gelecek eserlere açık bir sanat buluşması düzenlendi. Buraya kural gereği, en büyüğü 10x15 boyutunda olan eserler yolladık. Bu eserler, bir sergi salonunda ya da galeride değil, bir barda sergileniyor. Çok şeker!!! Açılışta konserler oldu, şarkılar söylendi ve birlikte kadehler tokuşturuldu. Ben nereden mi biliyorum? İnternet sağolsun! Bienali düzenleyenler bütün bu etkinliklerin fotoğraflarını facebook üzerinden paylaştılar. İşte bir fotoğraf da ben koyayım: En önde görülen eserlerden biri benimki üstteki de Türkan'ın...



İşaretlemeyi bilemediğim için ancak tarif ederek anlatabileceğim. Ön planda, sola doğru yeşil kırmızı, sol anahtarı olan bir eser var. O benimkisi. Benimkinin üzerindeki iki eser ise Türkan'ın resimleri... Çok neşeli değil mi?

Bunlar bana heyecan veriyor. Bunlar beni hayata bağlıyor. Hep yapmak istediğim şeylerdi, yapıyorum, bunlara vakit ayırıyorum. Önceliğim bunlar olsun istiyorum. Bir de kitabımı yazabilirsem, işte o zaman keyfime diyecek olmazzzzzz...

Bugün Noel günü...Bir hafta sonra yılın son günü olacak. Ve ben Viyana'nın soğuk havası içinde dolanıyor olacağım. Yeni yıl kararlarımı düşünüyorum. Hedeflerimi düşünüyorum. 2012'de neler istemiştim, ne kadarını başardım, 2013'ten beklediklerim neler, ne istiyorum, ne istemiyorum, önceliklerim neler? Bunların üzerinde kafa patlatıyorum şimdi... 



İlk Sergim / Atölye ARTS-IN'de ''Küçükler''

Eveeeettttt....Hayatımın ilk karma sergisine de katılmış bulunmaktayım...BENNN!!! Rüyamda görsem inanmazdım ama oldu ve şu anda adım bir sergi afişinin üzerinde, 11 tane son derece yetenekli sanatçının adının yanında yazıyor. 
Bizim atölye ARTS IN, son derece üretken, heyecanlı ve nefis insanların bir araya geldiği bir yuva. Ben haftada bir gün mutlaka gidiyorum, amacım iki güne çıkarmak bu çalışmalarımı. 
Atölyemizin lokomotifi Meral Ağar, on parmağında on marifet, süper bir kadın. Onun sayesinde, hepimiz müthiş bir heyecan ve disiplinle sergimize hazırlandık. 
Arts In, Beşiktaş'tan Maçka'ya giderken , son derece merkezi bir yerde bulunuyor. Küçük bir mekan aslında ama şimdilik bize yetiyor. Şimdilik dememin sebebi, çok uzak olmayan bir gelecekte, en az 300 metrekarelik bir yere taşınacağımızın öngürüsünü yapmamdandır.  Evet, eğer Arts In bu hızda ve bu sinerjiyle büyümeye devam ederse, kocaman bir alana ihtiyacımız olacak...


Bu olay benim için çok anlamlı çünkü hiç bir yere, kuruma ya da galeriye bağlı olmayan kimi akademili kimi vakti zamanında çeşitli hocalardan ders almış 12 sanatçı, 12 birbirinden farklı insan,  aynı çatının altında buluşup, müthiş bir konsept içinde eserlerini sergilemek için, İstanbul'un berbat kar trafiğinde buluştular. Onların arasında eli fırça turmayan bir tek ben vardım ki beni bile nasıl büyük bir tevazuyla aralarına kabul ettiler! Türkiye'de, hele hele İstanbul'da, sanatın ve sanatçının genellikle sadece kazanç peşinde koştukları bir galericilik ortamında, acaba bu yaptığım satar mı endişesiyle yapılan ve sonra da sattığı görülünce aynı şeyin sanayi tipi üretimine geçilen sözde üretkenlik batağında, bu insanların yaptığı şey bence müthiş bir şey. Kimsenin himayesi olmadan, kimseden icazet alınmadan, sadece paşa gönlümüz istediği için sergi açıp, yaptıklarımızı eşe dosta sergilemek istedik. Herkes buyursun gelsin. 
Bugün açılış günümüz olduğundan, olayın ikram kısmı da çok kuvvetliydi. Çay, kahve, meyve suyu ve kırmızı-beyaz şaraplarımız vardı. Bulvar pastanesinden tatlılar, tuzlular ve özellikle de ekler pastalar, Öznur hanımın yaptığı susamlı krokanlar, Sorrento'dan limonlu çikolatalar, kıtır kıtır kurabiyeler, çeşit çeşit peynirler... Yedik, içtik, sohbet ettik, defalarca eserlerimizi izledik... 


Ben de dört küçük eserle katıldım sergimize. İki tane de müzik temalı işim vardı. Bunları burada paylaşmak isterim.
Bunlardan biri BACH:


Bir diğeri de sevgili Fazıl Say için yaptığım minik eserim:


Dedim ya, sergimiz bir hafta daha sürecek. 
Beklerizzzzz...


Adres: Atölye Arts In 
Şair Nedim Cad. Kireçhane Sokak. Gül Apt. No 14/3 Beşiktaş






Ferzan Özpetek'in LA TRAVIATA'SI ve NAPOLİ

Bir şehir bu kadar mı deli olur? Bu kadar mı Akdenizli ve bu kadar mı komik olur? Eğer adı NAPOLİ'yse oluyor işte!
Dün akşamüstü döndük Napoli'den. Kısacık bir kaçamak yaptık ve geri geliverdik. Şimdi her sabah yazılarımı yazdığım masamda oturup kahvemi yudumlarken, sanki hiç gitmemişiz de, ben rüya görmüşüm gibi hissediyorum.
Cuma günü gittik Napoli'ye. THY'nin direkt uçuşuyla kolayca ulaştık güneyin bu deli kentine. Uçaktan indik ve bizi otobüsle götürdüler terminale. İçeri girdik ve bir de gördük ki, yanlış yerde indirmişler bizi. pasaport kontrolünden geçmeden, valizlerin alındığı bantların oraya bırakmışlar. Tipik NAPOLİ!!! Neyse ki polisler de bizim havalarda... Hemen gayrınizami olmasına rağmen ,pratik şekilde arkadan dolaştırıp, pasaportlarımıza giriş damgamızı bastılar. Valiz bantında bizi bekleyen hamallar da NAPOLİ'ye geldiğimizi hissettiriyorlardı zira ellerindeki tabelanın üzerinde FEST değil SEFT yazıyordu. Öyle güldüm ki anlatamam! Dünyanın ennn ucubik ülkelerinde bile böyle bir karışıklık yaşamamıştım ama burası dünyanın herhangi bir yeri değil ki, burası LA BELLA NAPOLİ!!! Burada her şey kendine özgü akar! Her şey NAPOLİ'ye göredir. Ya alışır, uyum sağlar ve seversin ya da topukların popona vura vura kaçarsın. Ötesi yok! Ben sevenlerdenim tabii...Hatta abartacak olursam aşık olanlardanım... Napoli gibisi yok diyenlerdenim... 
Bu seferki NAPOLİ kaçamağımızın esas sebebi, Ferzan Özpetek rejisiyle sahneye konulan LA TRAVIATA operasını izlemekti. Cuma akşamı saat 20.30 da başlayan temsilde, Türk olmanın gururunu ve heyecanını yaşadım. Aslında bu tip şeyler, milliyet sınırlamalarının kalktığı, evrensel sanatın ön plana çıktığı ve çıkması gerektiği şeyler ama ben hala duygusal olarak yaklaşıyorum hala. Yani eğer bir Türk yönetmen ödül alıyorsa, kendim almış gibi seviniyorum. Türk sanatçı yabancı sahnelerde alkışlanıyorsa, üzerime alınıyorum. O sanatçının milli kimliğinin esasen bir önemi kalmasa bile, artık milletlerüstü bir konumda olmasına rağmen, benim için hala Türk olarak anılması önemli oluyor. Dolayısıyla nasıl Fazıl Say'ın Salzburg'da dakikalarca alkışlanmasına sevinçle ağladım, Ferzan Özpetek'in de başarılı olup, olumlu yorumlar almasına sevindim.
Napoli'nin operası TEATRO SAN CARLO, Avrupa'nın hatta dünyanın en eski salonlarından. İçi Napoli Krallığı'nın ihtişamını günümüze taşıyan her türlü şaşaayla, kırmızı ve altın renginin patlamalarıyla dolu. Kraliyet locası inanılmazzz...Akustik müthiş ve koltuklar çoook rahat! Evettt... Genellikle eski opera salonlarındaki koltuklar feci rahatsız olurlar ama buradakiler, yenilenmiş oldukları için olsa gerek, son derece rahattılar. Bunda Napolililerin rahatlarına düşkün olmalarının da bir payı olsa gerek diye düşünüyorum. 
Temsil güzeldi. OLAĞANÜSTÜ değildi ama güzeldi. Özpetek'in damgasını vurduğu bence iki yer vardı özellike: Biri uvertürde, sahnenin perdesine yansıtılan VIOLETTA filmiydi. Daha doğrusu, VIOLETTA'nın güzel yüzü, anlamlı bakışları, hüzün ve aşkla dolu ifadesi tüm uvertür boyunca bizi izledi, biz de onu. Ve böylece bir kere daha anladık ki, izleyeceğimiz öykü, bu güzel kadının öyküsü. Başka hiç kimsenin değil! La Traviata'yı oldum olası ok sevmişimdir. Aryalarını dinlemekten hiç sıkılmam. Geçen Nisan ayında New York Metropolitan sahnesinde NATHALIE DESSAY tarafından icra edilen La Traviata'da resmen havaya girip, ağlamıştım. Burada o kadar duygulanmadım ama yine de hoşuma gitti. Her seferinde ynı şekilde duygu patlaması yaşayamam ya! Özpetek'in damga vurduğu ikinci yer ise, VIOLETTA'nın karanlıklar içindeki hasta yatağının etrafında, o karanlığın içinden ışık hüzmeleri eşliğinde çıkıp giren geçmişindeki figürlerin yarattığı flashback'ler oldu. Bence resmen bir sinema filmindeki flashback'ler gibi etki yaratmayı başardı bu güzel düşünce. Özpetek'in yönetmenlik dehasının yansıdığı en önemli iki nokta buraları oldu bence.
Napoli nasıldı peki?
Nasıl olsun? Eğer NAPOLİ İtalya'ysa, ülkenin geri kalanına başka bir isim bulmak gerekiyor bence. Napoli tamamen kendi kuralları olan, ya da olmayan, yemesi içmesi son derece keyifli, nefis bir liman şehri. Manzara müthişşşş!!! Masmavi bir denize yansıyan VEZÜV dağı ufukta yükselirken, etkilenmemek mümkün mü? Tavanlara kadar makarna dolu minik dükkanlar, eski moda buzdolapları içinde etleri ve diğer şarküteri ürünlerini sergileyen kasaplar, içinden süt fışkıran top top mozzarellalar, kaldırım kenarlarında çöp dağları, balkondan sarkıtılan ve yağmurda ıslanmasınlar diye üzerine muşamba gerilen çamaşırlar, daracık sokaklar, içleri neredeyse görgüsüzce, zenginliği göze sokmak istercesine süslenmiş harikulade binalar, sizi ezmek istercesine hızla geçip giden minik motorinolar... Napoli, hiç bir yere benzemiyor yani...Kuzeyin o edepli, ölçülü, saygılı ama biraz da kasık şehirlerine nazire yaparcasına hayat dolu, edepsiz ve ölçüsüz. Ama aşık olunası, orası başka!!! 
Cuma günü yine gidiyorum bir başka grupla. Heyecanlıyım... 

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...