2009'dan Taleplerimdir...


Eveeeettt... Geldik senenin son gününeeee...Kossskoca bir sene geçti ve ben hiçbir şey anlamadım 2008'den. Olağanüstü hareketli ve büyük değişimlerin başladığı bir sene oldu benim için ama hiç de "iyi bir seneydi" diyemiyorum. Bir kere kocaman bir hayalkırıklığım oldu. Hem de kossskocamaannn... Tanıdığımı zannettiğim bir insanı aslında nasıl da hiç tanıyamamış olduğumu farkettim. Vurucuydu benim için...Yıkıcıydı hatta... Kalktım yine de altından...Her zaman olduğu gibi...I am a survivor! Sonra bir hayalkırıklığım daha oldu ve onu hala atlatabilmiş sayılmam. İçimde bir yerlerde nabız gibi atıyor. Sene boyunca hep uzaklardaydım. Meslek icabı... Bu uzaklaşmalar bana çok iyi gelse de aslında yeni yaşantıma alışmamı biraz geciktirdiler. Yeni yerime, yeni yatağıma...Yeni ev arkadaşıma... Yeni odama...Yeni mutfağıma... Yeni evimin telefon numarasını hala ezberleyemedim ama olsun, öğrenirim nasılsa...Bu senenin en iyi yanı meslek yaşantımda çok iyi bir noktaya gelmiş olmamdı. Çok ders çalıştım, çok uğraştım ama her seferinde de karşılığını aldım. Her seferinde tebrik, teşekkür ve takdirle karşılandım ki bu hiç de azımsanacak bir şey değil. Ancaaaaaakkk...2009'dan taleplerim tamamen bambaşka. Tabii ki klasik sağlık, huzur ve mutluluk gibi şeylerin yanısıra isteklerim aynen aşağıdaki gibidir:




  • Annemin sağlığı en azından şimdi olduğu şekliyle kalsın. Bozulmasın ve morali yerinde olsun.


  • İşlerim planlanan şekle uygun olarak devam etsin. Bütün turlarım çıksın ve ben yine dünya kazan ben kepçe dolanayım.


  • Kazanacağım parayı sadece keyif için harcayayım. Arkadaşlarımla gezerek, tozarak... Bir de kredi kartlarımın borcu bitsin ve ortalarından makaslayayım.


  • Deniz kıyısında kurmayı hayal ettiğimiz yaşama bir adım daha yaklaşayım.


  • Enis Batur'la tanışayım. Bendeki bütün kitaplarını ona imzalatayım.


  • Son senelerde aldığım ve bir türlü veremediğim kiloları vereyim. Artık iyice ağırlaştırdılar beni.


  • Bir araba alayım. Hafta sonları şehir dışına çıkmak ya da rahat rahat İKEA'ya gitmek için.


  • Epeydir boşladığım yelkene yeniden döneyim.


  • Dünyanın bütün sabahları, müzikleri ve kitapları benim olsun.


  • En çok ama ennnnn çokkkkk "Hayatım Hayatın Olsun" diyecek biri gelsin...GELSİNNN...


İştee...2009'dan taleplerimdir... Arz ederim:))



Hepimize bugüne dek yaşadıklarımızdan çok daha güzel bir yıl diliyorum. Umudumuzu yitirmeyelim... Haydi 2009! Bring it on!

Radikal'den Bir Köşeyazısı...Konu Bhutan...


27 Aralık 2008 Cumartesi günkü Radikal gazetesinin ekinde, Kasım ayında FEST ile yaptığım Bhutan turu ile ilgili çoook güzel bir yazı çıktı. Sevgili Fem Güçlütürk yazmış. Ellerine ve gönlüne sağlık diyorum ve hemen aşağıya kopyalıyorum:



Gamı alan ejderha ülkesi


Butan, penis desenli tahta işçiliği mükemmel evlerin arasında pirinç tarlalarının uzandığı ve kötü ruh kovan uzun bayrakların dalgalandığı bir ülke. Bu dünyada böyle bir yaşam, böyle manzara, böyle güleryüz de varmış, Budizm insanı gamsız yaparmış zaar dedirtiyor. Kırıp kafayı uzun süreli göçmek lazım; şehre dönünce yaptığımız saçmalıkların daha net farkına varmak için...


Hep acayip korktum turla bir yere gitmekten. Daha önce bu konudaki hislerimi dile getirmiş, tura katılanlara da, rehberlere de, kalınan orta karar yerlerle abuk turistik mekân ziyaretlerine de hep giydirmiştim. Ta ki, Fest Travel’a teslim olana kadar. ‘Butan’a gidiyoruz’ deyince ‘Ora nere?’ denilen 700 bin nüfuslu Budist ülkeye tursuz, rehbersiz girilmiyor. ‘Turla bi gireyim de sonra takılırım’ yok; kuzu gibi lokal rehber alıyorsun, ensenden ayrılmıyor. Turizm birinci gelir kaynağı zira (tarımla birlikte).

Butan Kralı, ki isim vermek istemiyorum, aklımda değil ve ayrıca söylesem bile zor, yok ya, dur yaziim de ne demek istediğimi anlayın: Kral Cigme Singye Vangçuk (Tibetçe yazıyorlar, kendi dilleri var ortaya karışık) bu yıl krallıktan çekilip oğluna bıraktı tacını ve tahtını. 28 yaşında Oxford’lu taş bir yeni kral var huzurlarımızda. Hani mecburen okulun formasını giyiyordur, “Ben aslında Butan Kralı’yım” dediğinde, “Tabi tabi, ben de Amerikan Başkanı’yım” diye ensesine vurulur, sonra yaz tatilinde ziyaretine gidildiğinde ihtişamdan ağızlar açık kalır... Gözümün önüne hep o filmlerdeki sahneler geliyor. Bir ezilmişlik kültüründen geldiğimiz için mi nedir?

Kral ülkede sigarayı komple yasaklamış.

Bence orta yaş krizine giren ve tekne alıp okyanusa açılma (Emeklilik fonu reklamından arak) hayalleri kuran sigara bağımlısı eski kral kesin bunalımda. ‘Ben artık kral mral değilim, istemem doğum günü’ deyince, kutlamalar iptal oldu. Ama taç giyme töreni ve eski kralın doğum günü şenlikleri var diye her yer bayraklarla donanmış. Yoksa dayanır mı Himalaya rüzgârına kumaş, eski bayraklar lime lime olmuş karda kışta.

Bu arada kral sigarayı bırakacakmış, komple sigarayı yasaklamış. 700 bin kişi olunca nüfus, yasak koyması kolay. Pasaportta soruyorlar yanınızda sigara var mı diye, var dersen el konuluyor ve el altından satılıyor. Ama ülkede gerçekten sigara içilmiyor.

Gelelim tur olayına: Rehberimiz İlknur Akman Ünal, bir Wikipedia kadını diyebilirim. ‘Din’ de mesela, hemen Hinduizm’den girip, Sri Lanka’daki versiyondan çıkıp Japonya’ya uzanıyor. ‘Coğrafya’ de, Everest’in NASA?tarafından son ölçümünü santim santim söylerken, Tibet ölüler kitabını anlatıyor. Zaten beş yaşındayken bir yabancı dergide Butan Kralı’nın resmini görüp âşık olmasıyla başlamış, bu aşkını işine de taşımış. Kendimiz gezmiş olsaydık yarısı kadar etkilenir gelirdik. Öyle bir kapsamlı, tutkuyla ve bütünlük içinde anlatıyor ki olanı biteni, ağzımız beş karış açık dinliyoruz.

İlk kez bir lidere teslimiyetin konforunu, rahatlığını yaşamış olduk. Beşte içtima, altıda teker döner sistemiyle ağır şartlarda turlamış olsak da, beş gecede Paro, Timpu, Punakha, Wangdue gibi yerleri büyük bir gayretle ziyaret edebildik.

Fırça saçlı güzel insanlar

Burası ejderha ülkesi, bayrakları da ejderha zaten. Hindistan-Çin arasında, Doğu Himalayalar’da yani. Kral ‘Asya’nın İsviçresi yapacam’ demiş ki benziyor, olasılık var! Monarşiyle yönetiliyor. Resmi dil Congha.

Kültürel olarak orijinal kalmaya, özlerini korumaya gayretliler. Ondandır, sınırlı sayıda turist alınıyor.

Adamlar ‘go’ denen kıyafetlerini hep giyiyor (Beyaz manşetli robdöşambr). Kadınlar da uzun etekli. Saçları kısa. Adamlar genelde köse, siyah ve fırça saç hâkim. Mongol görünümü var, güzel insanlar, güleryüzlüler. Çoğu, özellikle çocuklar İngilizce’ye pek hâkim.

Hinduizm üstü Budizm yaygın. 8. yüzyılda Pakistan’dan Padmasambava adında bir Tantrist, Butan’a geliyor bir kaplan üzerinde (Guru Rinpoche). İkinci Buda olduğuna inanılıyor ve getirdiği 8 manifestosuna göre ibadet ediliyor. Ülkenin sembollerinden bir tanesi de Guru Rimpoche’nin heykellerinde elinde gördüğümüz ‘vacra’ ya da ‘dorci’ denen şimşek sembolü. Devlet idaresinde Ce Kenpo ve kral var. Kostümlerinin üzerine taktıklar kamne (şal) renklerinden ayırt ediliyor. Bir tek kral ve dini lider Ce Kenpo sarı, parlamenterler lacivert, halk beyaz şal takıyor.

Pirinç tarlaları, fiyonklu penisler

Yollar nerdeyse tek şerit denebilecek kadar dar, virajlı, dağlardan kıvrıla kıvrıla gidiyor. 120 km’yi misal üç saatte gidiyoruz, her virajda korna çalmak şartıyla. Direksiyon sağda. Oteller uçlarda, ya ‘amman’lar var ki yanından geçebildik sadece ya da geçmiş dönemlere göre müthiş geliştiği iddia edilen bungalow veya küçük tatlı odaları olan temizcene orta karar yerler. Fazla hijyen düşkünü varsa, ‘Odamda saç bonesi olmadan, havlu terlik görmeden rahat etmem” diyen varsa, bir zahmet ‘amman’lara.

Yemeklerin hepsi acı, ama çok acı değil. Red chili, green chili milli tat! Red rice yöreye özel. Her yer platolar halinde pirinç tarlası dolu. Yemekler yenebiliyor, ancak ‘bir daha gitsem de yesem’lik bir şeye rastlanamadı. Çayın yanında ‘milk’ sormayan garson yok.

Botanik acayip; begonvil de var, gül de. Ağlayan selvi gibi bir ağaçları, ben kalınlıkta bambuları var. Çam ormanları yaygın. Her yerden mükemmel durulukta nehirler akıyor. Kırmızı pirinç oraya has (Ekilebilir arazi yüzde 3 bu arada, her yer dağlık). Yak diye tuhaf bir hayvanları var (geyikle inek arası), bir de takin.

Evlerin üzerlerinde ejderha, fare, kaplan gibi önem verdikleri desenlerin yanı sıra fiyonklu/kıllı penis resimleri var.

Tangka’ları meşhur. Bez üzerine boyama. Dini figürler, önceden belli standartlara göre boyanıyor, sanatçının ismi yazılmıyor, anonim kalıyor. Özel günlerde açılıyor, sonra sarılarak tepeye toplanıyor tekrar, çünkü güçlü olduğu ve her daim bakılamayacağı düşünülüyor.Stupa’lar kavşak, köprü, geçit gibi tehlikeli yerlere yapılıyor. Hiç olmadı taş taş üstüne koyup stupa’cık dizayn ediyorlar. Büyük olanların içlerinde dua edenler tarafından yapılmış bir hayat ağacı bulunuyor. Kutsal kitaplar, kokulu otlar ve silahlar bile içine yerleştiriliyor.

Dzong gezmekten dzong geldi!

Kutsal yapılar: Lakang (tapınak, Tanrıevi), Gomba (manastır), Dzong (cong, manastır). Stratejik bölgelere kurulan Butan kalelerine verilen ad ‘dzong’. En çok dzong gezdik biz de, hatta hepimize dzong geldi gezmekten diyebilirim.

Çiğnedikleri ve tükürdükleri, ağızlarını kıpkırmızı yapan ve tükürdükleri için de duvarlarda ve yerlerde kiremit renkli boyayla paintball oynanmış görüntüsü yaratan bir ceviz türü var. Özel bir muameleyle kafayı biraz iyi yapıyor, yüksekliğe filan iyi geliyor sanırım (Peru’daki cocatree gibi).

Pul koleksiyonu olan bir müzeleri var Paro’da. Micky Mouse bile var pullar arasında. Bu da dünyaya açık ancak asimilasyona kapalı olduklarının kanıtı.

Sonuçta go’larını giymiş çekik adamlarla bordo şallı rahiplerin fink attığı, penis desenli tahta işçiliği mükemmel evlerin arasında, pirinç tarlaları ve en güzel yerlere yapılmış dzong’larla, kötü ruh kovan uzun bayrakların dalgalandığı ejderha ülkesi, gidilesi, gidilecekse Fest Travel ve İlknur’la gidilesi bir yer. Bu dünyada böyle bir yaşam, böyle manzara, böyle bir güleryüz var dedirten, bizim de nüfus 700 bin olsa keşke diye sorgulatırken, bu Budizm insanı gamsız yapıyor zaar dedirten bir ülke.

Kırıp kafayı uzun süreli göçmek lazım. Tam sindirmek ve şehre dönünce yaptığımız saçmalıkların daha net ve uzun süreli farkına varıp özümüzü koruyabilmek için.

Parti Parti Üstüne...



Dedim ya, 40. yaşım 40 gün 40 gece süren şenliklerle kutlanıyor diye...Alın işte birkaç kanıt daha sizlere...Bu fotoğraflar 25 Aralık akşamı çekildiler. Pastanın güzelliğini görüyorsunuz değil mi? Üzerinde sarışın ve kırmızı rujlu bir kadın, etrafında kitapları ve her daim hazır duran valiziyle uzanmış yatıyor sereserpe...Öyle mutlu oldum ki, anlatamam...
Haa bu arada pastanın yaratıcısı Banu ve Melal'e teşekkürlerimi sunarım. Hafta sonu da beraberdik ama bu sefer yılbaşı kurabiyeleri boyadık onların muhteşem dükkanlarında...Missss gibi brownie ve pasta kokuları içinde, kendimden geçip, olağanüstü şeyler yaptım. Meraklısına internet adresini veriyorum, mutlaka bir tıklayıp sizler de görün ne müthiş şeyler yapıldığını. http://www.arkadaspastacicek.com/
Gecenin mimarı Belgin'di şüphesiz. Tükemeyen enerjisiyle hepimizi toparladı bir araya. Kardeşi Engin'le bir de "özel" gösteri yaptı ki, burada anlatılmaz...Anlatırsam bütün bloglar yine yasaklanır alimallah! Katılanlar arasındaki en büyük iki sürpriz Adana'dan uçup gelen Dr.Nazan ile Çeşme dolaylarından transfer Taş Otel Zeynep'ti... Gözlerim fırladı yuvalarından onları görünce...Tabii Sibel, Gamze ve güzelim Cansel hayatımın en güzel akşamlarından birini yaşattılar bana. Ne müthiş kadınlar! Ne tatlı insanlar!
Pürlen diyor ki, "ÇOOOK ZENGİNSİN" . Evet haklı! Gerçekten çoook zenginim. Dostlarım var beni seven...Sayelerinde öyle bir başlangıç yaptım ki yeni yaşıma, anlatamam...
İşte tam da bunun için:
Haydi bakalım 40 yaş! Göster sürprizlerini!

40 Yaş





Ha oldum, ha olacağım derken aslanlar gibi 40 oldum...Yani 40 doldu ve 41'e girdim artık. Şöyle ağzımı doldura doldura "KIIRKKKK" diyebilirim:))




Ben çocukken, yaşı kırk olan insanlar bana çok büyük gelirlerdi. Hatta yaşlı derdim onlar için... Oysa şimdi ben o yaşa geldim ve kendimi hiç de yaşlı ya da büyümüş hissetmiyorum. Evet, olgunlaştığımı biliyorum. Hayata bakışım temelde pek değişmese de, derinliğim arttı. Açık maviden koyu laciverte... Ama içim yine hala kıpır kıpır ve heyecanlarım hala çok taze. Hayallerim var, hiç vazgeçmediğim... Planlarım var, bir gün gerçekleştireceğim... Kitaplarım var, okuyacak ve dünyanın bütün müzikleri hala benim, hatta belki de hiç bu denli benim olmamışlardı... Başka sayfalar açılıyor önümde. Yeni bir başlangıç, korkutsa da, 40 yaşında, insanı ileriye atan bir şey. Mecburen güçlü oluyorsunuz. Hayatınızı 40 yaşında değiştirince, en çok ihtiyacınız olan şey, cesaret oluyor. Gece yatağınıza uzandığınızda, ayaklarınızı bastığınız yerin kayganlığını düşününce, ürperiyorsunuz. O güne dek, etrafınızı çevrelemiş eski kozanıza ait hiçbir şeyin yanınızda olmaması, dibi görünmeyen denizde yüzerken içinizde oluşan o tuhaf korkuya benzer bir his yaratıyor içinizde. Sanki dipten her an bir su canavarı çıkacakmış gibi! Yine de yüzüyorsunuz... Durmadan, hep ileri...Hayat değiştirmek kolay değil ne de olsa! Cesaret lazım... Arkaya bakıp iç çekmemek, ağlamamak, kırılmamak lazım. Hep ileriye bakmak lazım. Gönül gözünü açık tutup, güvenmek lazım. Kime? İster Tanrı deyin, ister Doğa, ister Evren...Ben adını henüz koyamadım ama O'na, Tanrı-Doğa-Evren' e güveniyorum. Güvenmekten başka da şansım yok zaten... Herşey güzel olacak. Olacak...Olmalı...




Doğumgünüm...

Doğumgünüm, tüm yurtta, yavruvatanda ve dış temsilciliklerde törenlerle kutlanıyor. Kimi yakınlarım, sokakları afişlerle donatmış durumdalar. Armani'nin yeni yüzü oldum:)) Bazı yurtdışı etkinliklerde, özel vitrin süslemeleri Noel süslemelerini de aşmış vaziyette. Gazeteler sürmanşetten verdiler dünkü basın toplantımı ve çeşitli demeçlerimi...Minessota eyaletinde, milli bayram olarak kutlanıyor 19 Aralık!



Bütün bu organizasyonlarda emeği geçen sevgili Belgin&Engin Öztürk ikilisine saygılarımı ve sevgilerimi gönderiyorum. Dostlarım, beni sizler varettiniz!!!!!



İnanmayanlara, işte kanıtlar:


Ne diyeyim? İyi ki doğdum!

Hong Kong

Aslında tembellik yaptım, kusura bakmayın. Daha önceden bir şeyler yazmam gerekirdi ama olmadı işte zira, HongKong kazan ben kepçe dolaşmaktan bilgisayar başına oturmaya vaktim olmadı. Şu anda havalimanında, Singapur Havayolları'nın lounge'ında uçağımın kalkışını beklerken yazıyorum. Neler yaptım diye özetleyecek olursak:
  • Sabah erken saatte Victoria tepesine çıkıp oradan tüm liman ve Kowloon bölgesini kuşbakışı seyrettim. Hava biraz pusluydu ama olsun. Gökdelenler tüm ihtişamlarıyla önümde serilmişlerdi ve yenileri de hala inşa ediliyorlardı. Burada adım atacak yer kalmadı ama adamlar hala inşaat yapıyorlar. Zaten Hong Kong adası ile Kowloon, deniz biraz daha doldurulursa, yakında birleşirler:))
  • Repulse Bay denen plaja gidip, ayaklarımı denize soktum. Benim gibi en az üçbin kişi de aynı şeyi yapıyordu o sırada ve hepsi de Çinliydi. Özelliği, Kıta Çin' inden getirilmiş kumlarla oluşturulmuş bir plaj olması ve adını da bir zamanlar orada demirlemiş olan savaş gemisinden almış. Aslında Çince orjinal adı Sığ Sular Körfezi ama herkes geminin adıyla anıyor nedense. Plajın hemen ardında (herhalde) elli katlı konutlar vardı ve bunlar insanı gerçekten ürpertiyor.
  • Aberdeen koyunda sampan gezisi yaptım. Hala büyük balıkçı teknelerinde yaşayan insanları seyretmek çok güzeldi. Tabii bunların çok daha ilginç olanlarını Myanmar ve Kamboçya'da gördüğüm için beni o kadar da çok etkilemediler ama olsun, suyun üstünde olmak yine de güzeldi.
  • Nathan Road'da alışveriş yapan kalabalıkların arasına karışıp, vitrinleri seyrettim. Her yer Noel ve yılbaşı için süslenmiş, etrafta Jingle Bells'den geçilmiyor. Kaçarak uzaklaştım...
  • Kowloon Avenue denilen kordonboyunda yürüyüş yaptım ve HongKong adasının devvvv gökdelenlerini seyrettim. HongKong'un Ünlüler Kaldırımı'nda tanıdık film sanatçılarının yıldızlarını ve el izlerini arayıp buldum: Jet Li, Jackie Chan, Chow Yun Fat ve tabii ki Bruce Lee...
  • Akşam gün battıktan sonra HongKong adasından Kowloon'a tekneyle geçtim. Maksat aydınlanmış gökdelenleri seyretmekti. İnanılmaz bir manzara olduğunu daha önce de söylemiştim zaten, yine ağzım açık seyrettim her birini. Hepsi noel ve yılbaşı için renkli renkli süslenmişlerdi ve ışık ışıl parlıyorlardı... Tabi üç gün veriyorum kendime en fazla burada zira bu gökdelenler bir süre sonra benim üstüme üstüme gelmeye başlıyorlar:))
  • Akşam programımda ise HongKong Filarmoni Orkestrası'nin konseri vardı. O tamamen başka bir yazının konusu olsun çünkü şimdi hızla uçağa yetişmem lazım.

Görüşürüzzzz...

Hong Kong

Kilometrekare basina dusen 3500 kisiyle, dunyanin en kalabalik nufus yogunlugu olan sehridir HongKong. Hersey gokyuzune uzanir gibidir burada ve toprak cok kiymetlidir. Butun yuzolcumu hepi topu 1062 kilometrekaredir, yani Van Golu'nun ucte biri... Ama dunyadaki agirligina baktiginizda, kapladigi yer ile ters orantida bir dev cikar karsiniza. Bir buyuk yarimada ile 265 ada ve adaciktan olusur HongKong. Cin midir, degil midir hala bilemiyorum: Ozel yonetim bolgesi deyip cikiyorlar isin icinden ama aslinda zor anlamasi. Kendine ait para birimi ve bayragi var ama Cin'e bagli. Nufusunun neredeyse hepsi Cinli, %95'i Budist. Konfucyusculuk, Hristiyanlik, Muslumanlik, Taoculuk ve hatta Hinduizm bile var geri kalan %5'in icinde. Fabrika kurabilecek kadar genis araziler olmadigi icin olsa gerek agir sanayi yok denecek kadar az. Olan da genellikle gemi yapimi ve biraz da demir celik endustrisi. Ama Asya'nin en buyuk ve islek limani oldugu icin esas para bu konuyla ilgisi olan islerden kazaniliyor. Nakliyat, sigortacilik, bankacilik ve tabii ki alim- satim, ithalat- ihracat. Cin'le diplomatik veya ticari iliskisi olmayan ulkeler bile, isterlerse HongKong uzerinden Cin'e ulasabiliyorlar. Tabii bu da dunyanin her yeriyle irtibat anlamina geliyor...
Yarin bu ilginc kenti gezecegiz. En kisa zamanda, izlenimlerimi paylasacagim.

Bangkok Haberleri

Noel cilginligina kapilmis Central World
Damnoen Saduak Yuzer Carsi... Bu kalabaliktan eser yoktu.

Uzun kuyruklu kayiklar


Bu tekneden satin alip ictigim sehriye corbasi bir harikaydi...Ellerine saglik



Bangkok civil civil. Gecen haftalarda yasanan o tuhaf havalimani baskini krizini, en azindan moral acisindan tamamen atlatmis gorunuyor. Sehrin her yani eglenen genclerle kayniyor. Sehrin devvv alisveris merkezlerinden "Central World"un onune, yerli ve yabanci bira markalari, kocaman mekanlar kurmuslar. Bir tantana ki sormayin gitsin! O mekanlarin icindeki sahnelerde Tayland'in sevilen muzik sanatcilari, yiyip icen binlerce Bangkoklu'nun esliginde sarkilar soyluyorlardi ben oradayken. Bu dedigim de yirmi dakika onceydi ve gecenin ilerleyen saatlerine dek surecegi belliydi bu samatanin. Fakat anlatamam ne kadar uygar bir ortam oldugunu! Aileler, coluk cocuk, genc kizlar, erkekler kolkola... Kimse kimseyi rahatsiz etmiyor. itis kakis yok. Her kafadan bir ses cikiyor, evet, ama cikan ses insani huzursuz eden bir kakafoniden ziyade, neseli bir ugultu gibi geliyor kulaklara. Ben ki kalabaliklardan feci bunalirim, hic de rahatsiz olmadigimi soylemeliyim. Uzakdogu'nun OKTOBERFEST'i de boyle oluyormus, gordum:))




Sabah erken saatlerde yola cikip, Damnuen Saduak yakinindaki Yuzer Carsi'ya gittik. Aslinda carsinin yuzer yani, pek de kalmis sayilmaz ama yine de oraya gitmek, bence basli basina bir keyif. Bir saatlik yolculuktan sonra otobusten inip, uzun kuyruklu kayiklara bindik. Bu kayiklar, en sig yerlere girebilecek sekide tasarlanmislar. Daracik kanallar ve nehir kollarindan gecerken, koyleri ve tropikal agaclarla bitkilerin yarattiklari renk cumbusunu seyrettik. Evler, muson yagmurlari zamaninda zarar gormesin diye, yuksek kaziklarin uzerinde insa edilmisler. Evet, tabii ki pek de zengin degiller ama o kadar zevkli bir gorunumleri var ki, insan keske bizdeki fakir koy evleri de bunlar gibi olsa diyor. Bir kere ne olursa olsun buralarda iklimin de etkisiyle, cilginlar gibi fiskiran cicekler herseyi degistiriveriyor. Hele bolluktan adeta papatya-karanfil muamelesi goren orkideleri anlatmak imkansiz. Her evin onunde onlarcasi, insani delirtmek icin birebir... Bunlara muz, hindistan cevizi, papaya ve daha baska bir cok degisik tropik agaci da ekleyince ortaya cikan tablo gercekten insani saskina ceviriyor. Yesilin her tonu icinde, adeta patlayan renkleriyle orkideler... Daha ne olsun?!




Bu manzaralar esliginde yuzer carsiya geldigimizde, beni pek de aliskin olmadigim bir manzara karsiladi. Etrafta bizden baska turist yoktu! Koca carsi bizimdi ve bu bunca senedir basima daha once hic gelmemisti. Anlasilan gecen haftalardaki havalimani krizi, turizmi fena vurmus. Zaten ortalikta turist grubu olarak ne Avrupali gordum, ne de Uzakdogulu...Amerikali zaten yok...Bir tek bayram icin buraya gelmis Turk gruplari var etrafta ve onlar da kelimenin tam anlamiyla kral muamelesi goruyorlar. Aslinda goruyoruz demem daha dogru cunku biz de o gruplardan biriyiz. Bizi goren muze gorevlileri, saticilar, yanimizdaki yerel rehberimize sorup duruyorlar: Bunlar "eski turist" mi "yeni turist" mi diye. Eski turist, havalimani krizi sebebiyle ulkesine donemeyip burada mecburen kalanlara deniliyor, yeni turist ise, kriz sonrasinda, hatta krize ragmen gelenlere verilmis isim. Yeni turist oldugumuzu duyunca, hepsinin yuzune bir gulumseme yayiliyor ve hep bir agizdan tesekkur ediyorlar gelmekten vazgecmedigimiz icin. Vazgecer miyiz? Neticede halden anlariz hani...Biz de teror belasindan muzdarip oldugumuz icin, turizmin nasil da pamuk ipligine bagli oldugunu en iyi bilenlerdeniz ne de olsa...




Anlayacaginiz, buralarda hava guzel, ulke sakin, carsi- pazar ve tapinaklar bos, yemekler harika, insanlar civil civil ve her zaman olduklari gibi cok kibar... Eh, ben derim ki, eger birikmis milleriniz, kullanabileceginiz izin gunleriniz, cebinizde yeter miktarda paraniz ve icinizde gezme zevkiniz varsa, hemen bir bilet alin ve buraya gelin. Inanin asla pisman olmazsiniz.

Bangkok Guzellemesi

Hava sicak, hafif ruzgarli ve Bangkok coooook guzel yine...Aslinda oyle ilk goruste vurulacaginiz kentlerden degil Bangkok ama eger siz ona acik yureklilikle yaklasacak olursaniz, sizi sarip sarmalar ve bir anda muptelasi olursunuz. Nesidir peki bu kadar ozel diye soracak olursaniz galiba tam cevabi da yoktur...Rengarenk saraylari, goklere yukselen tapinaklari, damak kavuran geleneksel tatlari, komur tasiyan mavnalari ve uzun kuyruklu yolcu tekneleriyle dopdolu Chao Praya'si...Defalarca dunyanin en iyi oteli secilmis Mandarin Oriental, onun efsanevi caz mabedi Bamboo Bar ve Koloniyal donemin sembol yazarlari Somerset Maugham ve Joseph Conrad'in kaldiklari bolumu Writer's Wing... Onun nehir ustundeki terasinda icilen aksamustu kokteylleri, karsi kiyidaki restoraninda afiyetle yenilen, Tayland'in en meshur yemegi Pad Thai...Olaganustu kitapcilari, mesela Asia Books...Butun Guneydogu Asya hakkinda en cok eseri bir arada bulabileceginiz cennet! Bizim memlekette bulabilemizin imkansiz oldugu secenekte, renkte, guzellikte ve kalitede harika Asya kitaplari... Hem de "Kahve Masasi Kitabi" tarzinda ve Turkiye'dekinden cok ama cok ucuza! Unlu isadami Jim Thompson tarafindan, ulkenin kuzeyindeki koylerden sokulup(klavyede u ve o larin noktalisi yok) Bangkok'a tasinarak, burada klong denilen kanallardan birinin kiyisinda, cevresindeki gokdelenlerin soguk yuzuyle adeta alay eden tropik bir cennet bahcesinin icinde yeniden monte edilmis ve bugun muze olarak gezilebilen tik evleri... Yiyeceginiz baligi ya da deniz urununu, jumbo karidesi, kaplan kerevitini kiloyla satin alip, istediginiz gibi pisirterek, istahla yiyip kolesterollerinizi firlatabileceginiz cilgin restoranlari... Alisveris tutkunlarinin kendilerinden gecercesine "bas bas paralari" durumuna dustukleri modern ve gercekten eglenceli alisveris merkezleri... Sehrin kilitlenmis trafigine tepeden bakarken ucarcasina sizi sehrin bir ucundan digerine tasiyan SKYTRAIN'i... Eski Bangkok'tan kalmis son surprizleri icinde saklarken evlerin mahallelerin arasindan kivrila bukule akiveren Klong'larda, trafikten bunalmis ruhlari, sulari sicrata puskurte serinleten dolmus tekneleri...Boyledir Bangkok...Benim Bangkok'um! Kimilerine gore en buyuk eglence olan batakhane kilikli barlari ve iclerindeki cocuk yasta fahiseleri gormez benim gozum... Benim gozum dogan gunesin isiklariyla yikanan Vat Arun'dadir cunku...Buyuk Saray'in yesil-turuncu catilarindadir ya da... Olmadi, bir tutsunun dumanina takilmis gitmisimdir zaten... O yuzden benim Bangkok'um baskadir digerlerininkinden. Ben cok severim...

Uzakdoğu Yolcusu

Singapur'a gece inerken...Nehir kıyısındaki gökdelenler...
Hong Kong Victoria Limanı'ndan gece manzarası

Bangkok Büyük Saray üzerine akşam çökerken


Asya'nın en sevdiğim su yollarından Chao Praya Bangkok'u ikiye bölüyor



Sevgili blogsever dostlarım,




Yarın sabah erken bir saatte evimden çıkıp, uzaklara gitmek üzere yollara düşeceğim. İstikamet Bangkok, HongKong ve Singapur... Sıcak, nemli ve farklı bir coğrafyada, (umarım) tatlı insanlarla birlikte bir 10 gün geçireceğiz. Asya'nın daha sık ziyaret ettiğim yerlerine nazaran daha gelişmiş ve zengin olan bu bölgeler beni heyecanlandırsa da, aslında o daha el değmemiş, değişmemiş köşelerini tercih ediyorum galiba. Ama şimdiden haksızlık yapmayayım! Zira Tayland, Uzakdoğu'nun en güler yüzlü ülkesi. Bangkok, tapınakları ve Chao Praya nehrinin kıyısıdaki tuhaf çatılı saraylarıyla Asya'nın en sürprizli şehirlerinden biri. Tay mutfağı bir harika! Singapur, tam bir kültür yumağı: Malay+Hint+Sri Lanka+Arap+Çin=Singapur! Eh daha ne olsun??? Temiz, düzenli, yeşil ve şık. HongKong ise, sadece gece manzarasını görmek için bile gidilebilecek bir modern kent. Işıl ışıl parlayan gökdelenleri, hareketli Victoria Limanı, hip otelleri ve ünlü tasarımcıların elinden çıkma pahalı restoranlarıyla, insanı etkilemeyi başarıyor. Ve buralarda geçirilecek bir 10 gün! Sizce de keyifli olmaz mı? Umarım benimle gezecek insanlar da hayattan zevk almasını bilen, kafa dengi insanlardır da, şöyle ağız tadıyla bir gezi yaparız. Elimden geldiğince kısa da olsa haberler vermeye çalışacağım. Eğer çeşitli sebeplerden dolayı bunu başaramazsam, şimdiden iyi bayramlar herkese...

Cumartesi Yalnızlığı, Demli Çay ve Can Baba




Kimi zaman yalnız kaldığımda, tatlı bir müzik eşliğinde, şiire veririm kendimi. Bir de güzel çay demlerim keyfime göre, iki üç bardak yuvarlarım peşpeşe. Benim "içkim" de budur, bilenler bilir. Sarhoş olmak için alkole ihtiyacım olmaz pek. Bir "can" dost, iki kelam güzel sohbet, hiçbiri yoksa bir güzel kitap ve fonda "benim" müziklerim... Zaten kopar giderim.
Bu akşam da bunu yaptım ve biraz oradan biraz buradan karıştırıp durdum sayfaları. Tabii ki Can Baba, her zaman olduğu gibi, tam isabet ettirdi kalbimin orta yerine. Ahhhh!!! Ne çok isterdim şimdi Eski Datça' da Can Evi'nde olmayı...Ne çok isterdim köyün kahvesinde oturup, bir şeyler çiziktirip, iki de demli çay içmeyi. Kaç sene oldu ki acaba gitmeyeli? En son galiba 2002 baharında gitmiştim, belki de 2003'tü... Her neydiyse, epeyi olmuş yaa.
Hatırlıyorum da yine bir başımaydım oralarda. Yüreğime dar gelmişti hayat ve kendimi dağlara vurmuştum. Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan'dı. Datça Yarımadası'nın tüm çiçekleri açmış, etraf sapsarı katırtırnaklarıyla dolmuştu. Önce bir delilik yapıp, karayolundan Knidos'a gitmiştim. Kullandığım araba kiralıktı ve debriyajı sorunluydu, hatırlıyorum. Knidos'a giden daracık toprak yolda, virajları alırken, karşıdan kimse gelmesin diye dua ediyordum. Sezon dışı bir zaman olduğu için, pek fazla kimsenin oralarda olacağını sanmıyordum ama yine de yaptığımın pek de akıllıca bir iş olmadığını, o virajları alırken farketmiştim. Arabanın burnu dönüşü tamamlarken, arkası uçurumun üzerinden hala dönüyordu. Knidos'a vardığımda, deli rüzgar ve iki deli köpek karşılamıştı beni. İn cin top oynuyordu etrafta. Köpekler o kadar korkutucu havlıyorlardı ki, bir süre arabadan inememiştim ama inmem de gerekiyordu. Deniz fenerine gitmem lazımdı zira. Bütün o yolu sırf o fenere gitmek için yapmıştım. Tüm cesaretimi toplayıp arabadan inmiş, köpeklerin havlamalarına karşılık olarak tatlı tatlı konuşup, gözlerinin içine bakarak onlardan beni korumalarını rica etmiştim. Anlamış olacaklardı ki, deniz fenerine doğru yürürken, yanıbaşımda, kuyruklarını sallayarak, hoplaya zıplaya bana yol göstermişlerdi. Hayatımın en unutulmaz dakikalarından bazılarını orada, Ege ile Akdeniz'in buluştuğu o kutsal noktada yaşamıştım. Dopdolu rüzgar içimdeki gamı kasaveti dağıtmış, denizin dalgaları yıkamıştı yüreğimi... Orada, o kimsesizliğin ortasında, uluyan rüzgar ve kükreyen denize haykırmıştım kayıplarımın acısını... Şehirde asla yapamayacağım şekilde, bağıra bağıra ağlamıştım ve sonunda yorgun düşmüştüm. Köpekler bile şaşırıp kalmışlardı sanki... Sonra arabaya dönüp, köpeklerimle vedalaşıp, o ıssız yoldan gerisin geriye, geceyi geçirecek bir yer bulabilme ümidiyle Datça'ya çevirmiştim rotamı.
İşte o ruh halinde, yalnız ama "gerçekten" yapayalnız, Eski Datça' ya girmiştim ve Can Evi bana ilaç olmuştu. Köyün kahvesinde oturup, yarenlik etmiştim sahibiyle... Dereden tepeden, geçmişten ve gelecekten konuşmuştuk. Bahar güneşinin son ışıkları köyün meydanını yıkarken, salkım söğütlerin taze yeşillerinin üzerindeki su damlacıkları, minicik gökkuşakları yaratmışlardı. Meğer benim oraya, o sakin ve sıcacık kahveye gelmemden yaklaşık iki saat kadar önce, durup dururken ortaya çıkıveren bir yağmur bulutu, köyün üzerinden geçerken, bir anda gözyaşlarını koyvermiş... Tam da benim deniz fenerinde ağladığım zamanda... Diyemedim ki onlar benim uzun zamandır içimde biriktirdiğim gözyaşlarımdı! Sadece gülümsemiş ve kendime bir çay daha ısmarlamıştım...


İşte şimdi o çayın hatırasına bir Can Baba şiiri...




Çaya Kaç Şeker?

Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla.


Yaşlanmak hoş değil öyle duvarlara baka, baka.


Bir dost göz arayışıyla.


Saat tıkırtısıyla…


Korkmam, geçinip gideriz biz mutlulukla.


Ama; ‘’Günün aydın, akşamın iyi olsun'’diyen biri olmalı.


Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.


Yoksa, zor değil, hiç zor değil, demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya.


Ama; ‘’ Çaya kaç şeker alırsın ? ‘’


Diye bir ses sormalı ya ara sıra…

Cem Mumcu yazmış...Sevdimmmm...


"Sana yazsam okuyabilecek misin? Zihnin, binlercesiyle doluyken, benim sesimi içine alabilecek bir sessizlikte, bir an olsun durabilecek mi? İçimi görebilecek misin? Sana eksik olduğunu sürekli hatırlatan ama eksiğinin aslında ne olduğunu unutturan bu sahte cümbüşün ortasında, sahici bir ses ayırt edebilecek misin? Bazen o kadar derinden gelirken sesin, niye sonra yüzeye çıkıyorsun? Uzak kalıyorsun, küçük, cılız kalıyorsun. Belki korkuyorsun. Benden mi? Ya da diğerlerinden mi? Burada benimle olanın 'adı' yok biliyorsun. Üstüne düşecek çiy tanesinin soğukluğundan sorumluyum, bakışının kırılmasından, dudaklarına değen parmak uçlarından sorumluyum. Sense hâlâ tarifler yapıyorsun. Yapmasan keşke. Yapmasan... Bense gülüyorum, acıyla gülümsüyorum. Fark eder mi ki kim kime aşık? Kim kime dolaşık? Bu karmakarışık sarmaşık... Kökü bende, dalları sende, suyu bende, yaprakları sende... İstersen kesersin bıçak gibi bir sözünle...


YALANA KANACAKSIN ...

Ama sen yine yalanlara kanacaksın. Bunu sırf korkundan yapacaksın. Sana korkmayı, sana savunmayı, sana kaçmayı, sana saklanmayı, sana hesabı, sana tedbiri salık verecekler çünkü biteviye. Bütün bunlar için daha fazla kendinden uzaklaşman, daha fazla yalnızlaşman gerekecek. O zaman daha da fazla bana ihtiyaç duyacaksın ama benim ben olduğuma hiç ikna olmayacaksın. Hep tamlığı arayacaksın yine. İnanmadan, emin olmadan arayıp duracaksın. Onu senin, bizzat 'kendi'nin, hemen şimdi yapmaktan başka şansın yokken, arayıp bulacağını umut edeceksin. Kaybetmekten korktukça, kaybetmekten korktuğun şeyler edineceksin. Hep daha çok kaybedecek şeyin olacak sahip oldukça. Daha da güçsüzleşeceksin... Sen bendeki eksiğine, ben sendeki noksanıma bu kadar muhtaçken ve bu bizi aç, bu bizi arzulu, bu bizi coşkulu kılarken; sen sonsuz bir tokluğa mahkum ederken bizi, yeniden aç olmayı özleyeceğiz. Ve sen başka bir eksiğin, ben başka bir noksanın peşine düşeceğiz belki de.."

Yorumsuz...


Dilediğimiz şeylere hiçbir zaman, onlara sahip olduğumuzu hayal ederkenki halimizden daha uzak değilizdir...

Ben de MİMLENDİM, İşte Cevaplar...


Zeynep sormuş, ona da AYDAN ATLAYAN KEDİ sormuş: En sevdiğiniz 10 yer; ülke, semt, şehir, oda ya da en sevdiğiniz herhangi 10... Üstelik cevap da isteniyor, resimli... Zeyneeeeep, selaaaaammmm...İşte cevaplar:

1- Ennnn sevdiğim yer, şu son yıllarda tartışmasız olarak SALZBURG...Sokaklarında kendimi kaybettiğim, parklarında ağaçların altında saatlerce dolandığım ve Salzach kıyısında bir bankın üzerinde hayallere daldığım... Büyülendiğim, aşık olduğum şehir...


2- Tibet Yamdrok Gölü kıyısı... Her gidişte aklımı kaybediyorum. Bulutlar başımın üzerinden uçuşurken, seslerini duyabildiğimi iddia ediyorum. Tibet'in her köşesi benim için inanılmaz ama kutsal Yamdrok var ya, orası bambaşka...

3- Bhutan'daki Takstang Manastırı... Yani Kaplan Yuvası Manastırı...Çocukluk hayalim... Bıraksınlar günlerce kalabilirim o tepede...Tütsü kokuları ve çan sesleri arasında, kafamı kazıtır, inmem bir daha aşağıya...
4- Büyük Menderes Deltası ve Eski Doğanbey Köyü... Herhalde bu yaşamda, orada seneler önce satın aldığım ev yıkıntımı "gerçek" bir eve dönüştüremeyeceğim. Param olamayacak o kadar galiba ama belki bir sonraki yaşamda başarabilirim...Aslında dünya üzerinde gömülmeyi istediğim tek yer. Biraz hüzünlü gelse de bu böyle. Yaşarken olmadı bari sonrasında orada olayım:))

5- Afrodisias tabii ki... Özellikle bahar aylarında çiçeklerin, gelinciklerin açtığı mevsimde orada olmak, dünyadaki en büyük keyif olsa gerek. Hele agora'daki ağacımın altında, koca taşın üzerine uzanıp, müzik dinlemek var ya, ömre ömür katar! 6- Heybeli Ada... İstanbul'daki cennetim... Kafam bozuk olduğunda, hayat ağırlaştığında, azıcık nefes almak istediğimde, bir vapur ve ver elini Heybeli... Mesela dün ders çalışmaya oraya gittim.
7- Everest! Ya da Nepallilerin dediği şekliyle Sagarmatha veya Tibetlilerin verdikleri ismiyle Chomolungma yani DÜNYANIN ANA TANRIÇASI... Zirvesine ayak basmadım ama çevresinde defalarca uçtum, üzerinden geçtim, etrafında dolandım ve eteklerinde yürüdüm günlerce. Hikayeler anlattım hakkında, rüyalarımda gördüm. Zirve yapmamış olsam bile hakkım yok mu birazcık da BENİM demeye?
8- İzlanda! Bu seneki en büyük keşfim! Koparttı beni...Tabiatın kollarını hiç bu kadar güçlü hissetmemiştim varlığımda!

9- Viyana Secession Binası ve içindeki Gustav Klimt tarafından yapılmış Beethoven Frizi... Her sene, gruplarımla gittiğimde, kendimden geçercesine, taparcasına anlattığım yer...


10- BACH'ın 27 sene çalıştığı ve şimdi de mezarının bulunduğu Leipzig Thomas Kilisesi...Her gidişte mutlaka ama mutlaka, altarın sol yanındaki banka oturup, BACH'ın mezarına bir çiçek bıraktıktan sonra, ipod'umda BWV1068 ARİA'yı dinlerim.

Aslında benim liste uzar gider. Daha Nepal'deki Dhulikel köyümden, Peru Macchu Picchu'daki Beethoven 7. senfoni dinleme keyfimden, Viyana Kuntshistorsches Museum'daki Brueghel tablolarımdan, Musee D'Orsay'deki Pazar keyfimden, Dresden'deki Vermeer'lerimden, Amsterdam'daki Van Gogh'larımdan, Berlin Filarmoni Binası'ndan, Norveç'teki Geiranger Fiyordu' mdan, Haziran başındaki Süphan'ın karlı manzarasını yansıtan Van Gölü' mden, Eyüp'teki Zal Mahmut Paşa külliyesinden, Büyük Valide Han'dan, Marmaris Selimiye köyünden, Hasan Dağı'mın Aksaray'dan görünen halinden, Eski Foça'daki Can Evi'nden, Myanmar'daki İnle Gölü'mden, Titicaca Gölü'ndeki Taquile Adası' ndan bahis bile açamadım. Tabii bir de buralarda yaptığım kişisel rütüellerim var... Sanırım bir sonraki yazının konusu belli oldu bile. Umarım Zeynep'i mutlu etmişimdir...

Ahh işteee... Şu anda da tam o ritüellerden biri gerçekleşmekte: Ben odamda yazıyorum ve radyoda Claire de Lune çalıyor... Dışarıda ise sıkı bir yağmur... Pencereyi aralayıp, günün ilk ve tek keyif cigarasını tüttürmenin tam sırası değil de nedir, söyler misiniz?

Sırada kim mimlenecek acaba?

Ben isterim ki Yasemin ve Diren devam etsinler...

Ders Heybeli'de Çalışılır


Sabah uyanıp da havanın durumunu görünce, içime bir kıpırtı çöreklendi. Çayımı demledim, sakin sessiz kahvaltımı yaptım ve sonra kitabımı defterimi hazırlayıp ders çalışmaya hazırlandım ama ne yazık ki bir türlü başaramadım. Kafam bir türlü toparlanmak istemiyordu. 21 Aralık'ta yapacağım çok önemli bir tur var: İstanbul'un Kadınları ve Kadın Eserleri... Anlatacak o kadar çok şey var ki, çok sıkı çalışmak gerekiyor doğal olarak. Ben de Bhutan'dan geldiğimden beri bu konuya odaklandım. Aslında bugüne dek pek de fena gitmedim ama kimi günler işte tam da böyle oluveriyor insan. Bir türlü oturamıyor oturduğu yerde ve gönlünün telaşı beynini ele geçirdiğinde, ders mers hak getire!!! Baktım ki evin içinde duramayacağım, kendimi en sevdiğim İstanbul köşesine attım: Heybeli!




Bostancı'dan kalkan Büyükada isimli vapura binip, arkadaki açık bölümde kafama uygun bir yere çöreklendim.



Eski Bostancı iskelesine selam ettik.


Benim için nedense hep koşturmacalı iş hayatına taşıdığı insanlarla özdeşleşmiş olan deniz otobüslerinden biri yandaki iskeleye yanaşırken, yavaş yavaş ayrıldık iskeleden. Şehir ve onun gürültülü hayhuyu dümen suyumuzda kalmaya başladı.

Dalgakıran'ın başındaki bayrağı selamlayarak rotamızı adalara çevirdik.


Heybeli karşıdan parlayan güneşin ışıkları arasında, bir masal diyarı gibi duruyordu.



Yaklaştıkça, masal yerini gerçekliğe bıraktı ve sevgili adamın yüzü daha fazla görünür oldu.





Vapurum önce Büyükada'ya yanaştığında iskelede duran gemi beni gülümsetti: Paşabahçe! İstanbul'un en güzel gemilerinden biri. Kardeşleri de var, biri Fenerbahçe...Enis Batur da bu gemiyi pek sever, biliyorum kitaplarından. İçimden Enis Batur'a bir selam yolladım ve iskelede başlayan hareketi seyretmeye koyuldum. Vapurdaki adalıların konuşmalarına göre, yeni kaptanların yanaşmaları pek zor oluyormuş. Bunu ben de farketmiştim zaten ve daha önceki ada yazılarımdan birinde de dile getirmiştim. Beni en çok korkutan şeylerden biri, palamar halatlarının gemi fazla açıldığında gerilerek, kopmasıdır. Eskiden kenevir türü bitkisel liflerden yapılmış palamarlar kullanılıyordu ama son yıllarda, İDO olduğundan beri, plastik türevi halatlar kullanılıyor ve onlar da gemi baş açtıkça gerilip uzuyorlar ve birkaç kez, korkunç bir gürültüyle koptuklarına şahit oldum. Kopan halatın bir ucu kırbaç gibi oluyor ve yakınında bulunanlar için tehlike yaratabiliyor. Oysa eski halatlarda bu olmazdı hiç... Sanırım yenilemek isterken, cahilce bir iş yapıldı yine. Kaş yapayım derken çıkartılan gözler gibi bir durum var ortada!



Büyükada'da yolcular indi ve şehre devam edecek yeni yolcular bindi...

ve biz sonunda Heybeli'ye yanaştık...

Her zamanki gibi yine Denizatı'nda oturdum. Önce az şekerli bir kahve söyledim kendime ve bir keyif cigarası tüttürdüm. İstanbul'un en iyi az şekerlisini burada yaptıklarını daha önce de söylemiştim. Sonra defterimi ve kitaplarımı açıp, dün gece işaretlediğim yerleri defterime geçirdim. Kulağımda hafiften müziğim: Chopin Nocturne'ler...Yeni geldiler...Ekledim hemen:)) Kimi an gülümseyerek, kimi an hüzünlenerek dinledim hepsini ve ders çalışırken yalnızlığıma ilaç oldular. Açlığımı karışık tostla bastırdım; çay ve tatlı rüzgar arkadaş oldular bana. Kimseyle konuşmadan, sadece yazdım, yazdım, yazdım... Sanki kendimden kaçar gibi, dünyadan kaçar gibi, şehirden kaçıp adaya sığındım ve evde başaramadığımı orada başardım. Kafamı toparlamak!

Akşamın ilk karanlığı çöküp de ilk ışıklar yanar ve günün en sevdiğim saatleri başlarken, geri dönüşe geçtim. Hava açıkta oturamayacağım kadar soğumuştu artık ve içeride oturup, insanları seyretmeye koyuldum. Çoğunluğun yüzünde yorgun ve biraz da bungun bir ifade vardı. En arkadaki gözden ırak sırada iki sevgili, birbirlerine iyice sokularak oturmuş, fısır fısır konuşuyorlardı. Bana en yakın sırada bir genç anne (muhtemelen benden en az 15 yaş daha genç) iki haşarı çocuğuna söz geçirebilmek için, yüksek perdeden tehditler savuruyordu. Çocukların dinlediği yoktu tabii ki... Arka sırada oturan dört kişilik bir "amcalar grubu", o gün içinde yapmış oldukları kıran kırana tavla partilerinin yorumunu ve muhasebesini yapıyorlardı. Bir nevi Süper Maraton- Telegol programı gibiydiler. Hani her Pazar-Pazartesi akşamı, TV'nin bütün kanallarında saatlerce sürdürülen. Kim demiş, maçlar 90 dakikadır diye! Bizim amcalar da, bugün kimin daha "ballı" olduğuna karar vermeye çalışıyorlardı. Neticeye varamadan yolculuk bitti ve Bostancı'ya ulaştık.

Ada yine ruhuma iyi geldi, kafamı boşalttı ve yaşam daha kolay göründü herşeye rağmen. Keşke her gün "ada günü" gibi olsa!

Heybeli Güzellemesi




Bayılırım Heybeli'ye. İstanbul'un yanıbaşında kendi içinde bir dünyadır orası. Kendine ait yazılmamış kuralları, sakin insanları ve sevimli mahalleleri ile bağlar insanı...



Çarşısını severim...









Şu fırının ekmekleri pek güzeldir. Çavdarlısı özellikle...Bir de camında Francola yazmasa diyeceğim ama o da işin eğlencesi...Her önünden geçtiğimde gülümsetiyor...







Sabahları poğaça veya akşamüstü çayına kurabiye alınacaksa, tek adres Meltem pastanesi bence...








Balıkçı barınağındaki tekneleri seyretmek bile bir keyif...






Martılar danseder gökyüzünde...









Duvarlarında şairler vardır...





Ya da modern filozoflar...








Sonbaharda bile çiçekler açar ...



Çocukluğumdakiler gibi büyülü, gizli bahçeleri vardır hala...
Velhasıl güzeldir Heybeli...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...