Paris’in Gizli Bahçesi



Geçtiğimiz haftalarda, bir arkadaş ziyareti için Paris’e ufak bir kaçamak yaptım. Bu seferki, mesleğimin getirdiği bir gezi değil, sadece keyfe dayanan ve sevdiklerimizle bir araya gelmemizi amaçlayan, sakin tempolu bir hafta sonu gibiydi. Aslında dört gün kaldık ama nedense bize daha uzun gibi geldi. Alışılageldik müze ve kiliselerin dışında kalarak, ‘’canımız ne isterse onu yapalım’’ diyerek yola çıkmıştık ve öyle de oldu. Paris sadece Eyfel, Louvre ve Şanzelize değildir derim hep. Dolayısıyla iki ufak özel müzenin dışında hiçbir büyük ve kalabalık yere uğramadan, turist kafilelerinin klasikleşmiş uğrak yerlerinin hiçbirine gitmeden, sadece kendimize has bir Paris tatili yaptık eşimle. Tadı hala damağımızda…
Bu yıl nedense bana bir haller oldu. Canım sadece park bahçe ve yeşillik istiyor. Doğaya bırakın beni, orada kalayım diyorum. Kendi şehrimizde gittikçe azalan yeşile özlemden olsa gerek, hengi şehre uğrarsam, orada ilk iş olarak bir park bahçe haritası ediniyorum. Bu Paris’imizde de önceden kısa bir internet araştırmasıyla, zaten bildiklerimin dışında kalan yerleri işeretledim ve açık havanın da yardımıyla güzel yerler keşfettim.
Bunlardan en çok sevdiğim bahçe, içinde bir de özel müze bulunduran Albert Khan’ın bahçesi oldu.

Önce Albert Khan’dan bahsetmek isterim. 1860-1940 yılları arasında yaşamış olan Khan, bankacılık sayesinde büyük bir servete kavuşup, bu servetini, dünya kültürlerini birbirlerine yaklaştırmak, evrensel bir anlayış oluşturmak ve halklar arasındaki sınırları kaldırmak amacıyla ilginç projelere aktarmış. Tam bir sanatsever ve hayırsever ile karşı karşıyayız yani. Musevi bir ailenin evladı olarak dünyaya gelen Khan, iyi bir eğitim aldıktan sonra, Paris’te bankacılık mesleğine atılmış. Sanatı destekleyen, sanatçılar ve enteleküel çevreyle yakınlaşmasını sağlayan pek çok etkinliğe kimi zaman sponsor kimi zaman da ev sahibi olmuş.
İşte hayatında her şeyin çok iyi gittiği bu dönemde, Paris yakınlarındaki Boulogne-Billancourt’da, 1893 yılında geniş bir arazi satın alıp, buraya hem evini hem de Dünya’nın Bahçeleri adını verdiği bahçeleri inşa ettirmiş. İngiliz bahçesi, Japon köyü, gül bahçeleri ve ormanlar şeklinde düzenlediği bu bahçeler, Avrupa’nın pek çok ülkesinden gelen aydınlar, yazarlar ve hatta iş adamları için bir buluşma yerine dönüşmüş. Bu birbirinden tarz ve düzenleme olarak çok farklı olan bahçeler, aslında onun dünya görüşünün bir simgesiymiş: Farklı da olsalar, bir arada yaşayabilirler.

Yine bu dönemde, bahçe projesine benzer bir şekilde, dünyanın pek çok ülkesine yaptığı seyehatlarde, kültürel zenginlikleri fotoğrafa ve filme çekip, farklılıkları yumuşatarak bir köprü yaratabilmeye çalışmış. Hiç tanımadığın bir kültürü anlayabilmen, görmediğin bir şeyle yakınlaşman zor olur. Dolayısıyla gitmesen bile fotoğraflar, filmler aracılığıyla bile görsen, bu sana bir yakınlık, bir empati duygusu kazandırır. Bu bugün için bile geçerli aslında. Nitekim benim de buradaki yazılarımın ufacık da olsa bir amacı bu değil mi?
Aslında Albert Khan için her şey bir iş gezisi olarak, 1909 yılında gittiği Japonya’da başlamış. Bu geziden beraberinde çok sayıda fotoğraf ile dönünce, Gezegen’in Arşivi adını verdiği fotoğraf projesi kendiliğinden doğuvermiş. Bundan başlayarak dünyanın bütün kültürlerini, bütün halklarını belgelemeye adamış kendisini. Görevlendirdiği çok sayıda fotoğrafçıyı, dünyanın uzak köşelerine gönderip, o diyarlardan hem fotoğraflar hem de filmler getirtmiş. Bu şekilde 1909 ile 1931 yılları arasında, içinde Osmanlı İmparatorluğu da bulunan toplam 50 ülkeden 72.000 renkli fotoğraf ve 183.000 metre film arşivi oluşmuş. Bugün hepimiz cebimizdeki akıllı telefonlarımızın içinde bile bundan daha fazla arşiv oluşturabiliyoruz ama fotoğraf ve film teknolojisinin o zamanlardaki durumunu düşünecek olursak, mucizevi bir arşiv olduğunu kabul etmek zorundayız.

Sonra bütün dünyayı birbirine katan Büyük Bunalım yılları patlamış ve her yerde büyük bir ekonomik çöküntü başlamış. Albert Khan’ın da işleri tepetaklak olmuş ve iflas etmiş. Dolayısıyla bu anlamlı kültür projesi sürdürülemez hale gelmiş. Bankacının mali zorlukları öylesine büyümüş ki, içinde oturduğu evine, o güzelim bahçelerine bile sahip çıkamaz hale gelmiş. İşte tam bu noktada, Boulogne-Billancourt kent meclisi, bu bahçelerin kıymetini anlayıp, sahip çıkmaya karar vermiş. Evlerin ve bahçelerin bakımını, onarımını ve çiçeklerin düzenlenmesi gibi işleri devralmış. Albert Khan da ölümüne kadar bu bahçelerin içindeki evinde yaşamaya devam etmiş.
Günümüzde Albert Khan müzesi dendiğinde karşımıza çok güzel düzenlenmiş bahçeler ve bankacının o meşhur fotoğraf ve film arşivinin korunduğu olağandışı bir müze çıkıyor. Bahçelerde özellikle Japon köyü olarak adlandırılan bölüm pek meşhur. Bu günlerde orada, 2016 sonbaharına kadar büyük bir restorasyon yapılıyor, dolayısıyla tüm köyü ve Japon evlerini görmek için Ekim’ e kadar beklemek gerekecek. Albert Khan’ın içinde yaşadığı konak ve diğer yapılarda da büyük yenilemeler yapılıyor. Ama bütün bu çalışmalara rağmen, bahçelerin büyük bir kısmı biz gittiğimizde açıktı. Japon bahçelerine bu kadar önem vermemin sebebi, burada bulunan bütün evlerin Japonya’dan demonte edilip, taa Paris’e kadar taşınarak burada yeniden, bu bahçenin içinde monte edilmiş orijinal Japon köy evleri olmalarıdır. Böyle tutkulu, akıl sınırlarını zorlayan projeleri anlatmayı çok seviyorum.
Baharın tüm tazeliğini dallarına yüklemiş güzelim ağaçların arasından yürümek, kırmızı Japon köprüsünden geçmek, minik göldeki kırmızı balıklarla tanışmak ve Paris’in bu kadar yakınında böyle bir dünya özeti keşfetmek benim için büyük bir keyif oldu. Üstelik Paris’in bu sakin banliyösüne ulaşmak çok da kolay. 10 numaralı metroya binip, Boulogne-Pont de Saint Cloud isimli son durakta indiğinizde, azıcık sola dönünce, bahçelerin giriş kapısına ulaşıyorsunuz. Yani şehrin merkezinden bir metroya bakıyor bu minik dünya özeti… Müzeyi ve bahçeleri, Pazartesi hariç her gün 11.00 den itibaren gezebilirsiniz. 4 Euro gibi, Paris ölçülerinde son derece ekonomik bir de giriş ücreti ücreti ile, dünyamızın güzelliklerini 4 hektarlık harika bir bahçenin içinde bulabiliyorsunuz.

Paris sadece Eyfel, Louvre ve Şanzelize değildir derken, şaka yapmıyordum…

Viyana’nın Barok Şaheseri Karlskirche



Avrupa’daki en sevdiğim başkentlerden biridir Viyana. Sık sık yolum düştüğü için de pek mutlu olurum. Geçtiğimiz günlerde yine bir gezi sayesinde yolum Avrupa’nın bu ihtişamlı şehrine düştüğünde, valizimi otele attığım gibi hemen heyecanla sokaklara fırladım.
Viyana’ya gittiğimde genellikle kentin eski merkezinin kalbinde yer alan bölgede kalmak yerine, ünlü Belvedere Sarayı’nın aşağı girişine yakın, Rennweg caddesi üzerinde kalmayı tercih ederim. Bu bölge Aziz Stefan Katedrali, Graben ve Kartner Caddesi’nin kalabalığından uzak ama yürüyüş mesafesiyle de sadece onbeş dakikadır. Tramvayla giderseniz, sadece iki durak! Üstelik Viyana dümdüz ve çok düzenli bir şehir olduğundan aslında yürümek daha keyifli. Yola çıktınız mı vakit nasıl geçiyor anlamıyor insan. Binaların hepsi birbirinden güzel, bakımlı ve göz alıcı detaylarla dolu. Başınızı bir o yana bir bu yana çevirmekten yorgun düşüyorsunuz.
İşte bu yürüyüş sırasında gözünüze çarpacak en önemli bina, hiç şüphesiz bütün Viyana’nın en görkemli barok yapısı olarak kabul edilen Aziz Karl Kilisesidir. Ben bu yazımda , bu önemli yapıdan, Almanca söylenişi olan Karlskirche olarak bahsedeceğim.
Karlskirche’nin tarihinden bahsederken ilk olarak 1713 yılına gitmemiz gerekir. Avrupa, tarihinde çok kereler olduğu gibi, ne yazık ki yine vebadan kırılmaktadır. Viyana’da ise Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tacını taşıyan VI.Karl hüküm sürmektedir. İmparatorluk topraklarındaki vebadan kurtulduktan sadece bir yıl sonra, Tanrı’ya teşekkür olarak bir kilise inşa ettirmeye karar verir.

Avrupa o yıllarda hala Otuz Yıl Savaşları’nı hatırlamaktadır. Protestanlar’a karşı verilen mücadele, Katoliklerin bir dönem kaybettikleri gücü onlara geri kazandırmıştır. Luther’in Reformu’a karşı yapılan Karşı-Reform büyük başarı kazanmış ve Katolik inancı yeniden kendine olan güvenini tesis etmiştir. Ancak Protestanlar hala kuzeyde çok güçlüdür. Dolayısıyla Kutsal Roma Germen tacını taşıyan şehirde inşa edilecek bu kilise, Katolik inancının ve Karşı-Reformun zaferini de simgelemelidir.
Bu gayeyle yola çıkılınca, kilisenin adanacağı şahsiyet de büyük önem kazanır: Kardinal ve Milano Başpiskoposu Carlo Borromeo! Karşı-Reform’un en önemli figürlerinden olan bu din adamı, bugünkü İtalya’nın kuzeyinde bulunan Lombardiya bölgesindeki en soylu ailelerden birinin çocuğu olarak 1538’de dünyaya gelir. Soyu anne tarafından Rönesans’ın hamilerinden ünlü Medici sülalesine bağlanır. Ailesinin bütün erkekleri gibi o da üstün seviyede eğitim alır. Saçlarının üst tarafını 12 yaşındayken traş ederek, daha henüz o yaşta manevi dünyaya olan eğilimini belli eder.  Manastırlarda din eğitimi alır ve ayrıca Pavia Üniversitesinde hukuk doktorası yapar.

Amcası Kardinal Giovanni Angelo Medici, VI. Pius adıyla Papa ilan edilince, Carlo amcasının isteği üzerine kendini Roma’da bulur. Kısa sürede Kardinal ilan edilir. Bütün hayatı boyunca aldığı yüksek kalitedeki eğitimin de sayesinde Kilise’nin bütün değişimlerinde, bütün reformlarında ve bütün hakemlik gerektiren durumlarda, en kuvvetli insanlardan biri haline gelir.
1576’da Milano başpiskoposu olduğu dönemde, Milano’nun valisi de dahil olmak üzere bütün üst düzey yöneticilerin korkup kaçtığı bir anda, vebadan perişan olan binlerce insana yardımların ulaşması için kolları sıvar ve her gün 60.000 ila 70.000 kişinin yiyecek yardımı almasını sağlar. Kendi servetini de bu yolda harcamaktan bir an bile çekinmez. Ardından da kaçıp giden valiye bir mektup yazarak, görevinin başına dönmesi çağrısı yapar.

Viyana’da, veba salgınından sonra inşa edilecek yeni kilisenin, hem politik hem de insani anlamda bu olağanüstü kişiyle anılması, çok anlamlıdır. Üstelik imparatorun da adı Karl yani Carlo’dur, yani adaştırlar.
Böylece bir proje yarışması düzenlenir ve kazanan kişi Barok Viyana’nın mimarlarından Johann Bernard Fischer von Erlach olur. Von Erlach’ın projesi birbirinden farklı pek çok ögeyi içermektedir. Örneğin dış cephede eski Yunan tapınaklarının portiko’larını andıran sütunlar yer alır. Yapının iki yanında kule gibi yükselen diğer sütunlar ise, Roma’daki Trajan sütunundan esinlenerek yapılmışlardır. Bu sütunlarda Carlo Borromeo’nun hayatından sahneler, spiral kabartmalar şeklinde göğe yükselir.


İçeride ise bir başka alem bekler bizi. Salzburglu ünlü fresko ustası Johann Michael Rottmayr ve Gaetano Fanti, Aziz Carlo’yu Hz. Meryem’in kollarında göğe yükselirken resmetmişler. Uçuşan drapeler, gökyüzünden inen melekler, altın rengine bürünmüş bulutlar… Barok ihtişamın bütün unsurlarıyla yüklü, son derece ifadeli freskolar duvarları ve büyük kubbeyi süslüyor.
Kilisenin yapımına 1716’da başlanmış. Takdis edildiği tarih ise 1737. Kilisenin büyüklüğü, detayların zenginliği ve çeşitliliği göz önüne alınınca, yirmi yıl bana kısa geliyor doğrusu.
Günümüzde Viyana’nın en önemli yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Kentin en büyük Barok kilisesi diyenler de var. Yakınından geçtiğinizde başınızı çevirip bakmamanız mümkün değil, öylesine etkileyici yani… Komşuları da en az kendi kadar önemli: İçindeki Gustav Klimt eseri Beethoven Kabartması ile ünlü, Viyana Secession binası kilisenin bulunduğu meydanın karşı köşesinde yer alıyor. Meydanda, Viyana’nın bir diğer önemli mimarı, 20.yyın başında şehri dönüştürenlerin başında gelen Otto Wagner’in tasarladığı metro istasyonlarını görebilirsiniz. Art Nouveau ya da buradaki adıyla Jugendstil’in en büyük temsilcilerinden sayılan Wagner’in kente en büyük hediyelerinden diyebiliriz bu istasyonlar için. Kiliseyi arkanıza aldığınızda ise, tam karşınıza Viyana Filarmoni Orkestrası’nın evi kabul edilen Musikverein geliyor. Kilisenin kendisi de sadece ayinlere değil, aynı zamanda nefis konserlere ev sahipliği yapıyor. Bir akşam Vivaldi diğer akşam Bach! Tabii Viyana’nın dahi çocuğu Mozart! İnsan imreniyor doğrusu!


Gündüz güzel, gece ışıklandırılınca sanki biraz daha güzel. Yolunuz Viyana’ya düştüğünde, bu yapıya vakit ayırmanızı öneririm. Bir akşam konseri denk gelirse de, hiç kaçırmayın!

Almanya’da Bir Kültür Merkezi: Weimar



Geçtiğimiz hafta Aralık ayının bende uyandırdığı heyecanı pekiştiren bir seyahate çıktık eşimle. En sevdiğim ülkelerden biri olan Almanya’ya gittik ve kısacık beş günün içine çok sayıda sanatsal zenginliği sığdırdık. Eğer Dolmabahçe’de yaşanan katliamın haberini almasaydık, daha da keyifli bir şekilde dönerdik evimize, ama ne yazık ki, ülkemizi hiç rahat bırakmayan üzüntülere bir yenisi daha eklendi. Bu sabah ise bu satırlara başlamışken, sosyal medya üzerinden Kayseri’de yaşanan acı olayın haberi geldi ve bir gezi yazısı yazmak -yine- bir anda çok anlamsız gözüktü gözüme. Artık bu üzüntüler bir son bulsun, biz de şehirlerimizin sokaklarında güvenle gezip dolaşalım, yılın bu son günlerinde, taptaze yeni yılı karşılamanın heyecanını paylaşalım. Tıpkı Almanya’da ve Avrupa’nın pek çok şehrinde kurulmuş noel pazarlarına akın eden insanlar gibi şen şakrak olalım…
Döneyim yazımın konusuna…
Bu yazıda sizlere Weimar şehrinden bahsetmek istiyorum. Almanya’nın tarihinde önemli bir yere sahip olan bu küçük şehir, tertemiz havası, yemyeşil park ve bahçeleri ile büyük yazın ve düşün insanı Goethe’nin mirasıyla ön plana çıkıveriyor hemen. Önce biraz rakamlarla tanıyalım Weimar’ı: Son yapılan nüfus sayımına göre nüfusu 65.000 olan Weimar, her ne kadar sapa bir yerdeymiş gibi dursa da, aslında İstanbul’dan erişilmesi son derece kolay bir şehir. THY ile direkt Leipzig’e gittikten sonra, konforlu ve güzel manzaralı 1 saat 15 dakikalık bir tren yolculuğu sizi bir anda iki yüzyıl öncesine ışınlıyor. Biz de varış noktamızı Leipzig olarak planlayıp, oradan geçtik Weimar’a. Leipzig benim için Almanya’nın en önemli şehirlerinden biridir. Daha önce de Leipzig üzerine bir yazı yazmıştım. Karayolu ile de yaklaşık 80 kmlik bir yolculuk sizi Türingiya’nın bu sakin köşesine ulaştırıyor.
Eyalete adını veren bir Cermen halkı olan Thuringiiler, M.S 6 yyda Weimar’dan da geçen Ilm nehrinin vadisinde, bereket
li kıyılara yerleşmişler. Nitekim Weimar  vadide yapılan bazı bilimsel araştırmalarda, bu ilk yerleşime ait buluntulara rastlanmıştır. Weimar ile ilgili ilk kayıtlar ise M.S 899 yılına uzanıyor ve bu kayıtlarda yerleşimin ismi Wimares olarak geçiyor. İsmin kökeni ile ilgili olarak eski Almanca’daki Wih-Kutsal ve Mari-Bataklık, Durgun Su açıklaması yapılıyor. Belki Ilm nehrinin geçtiği yerlerdeki eski yumuşak toprakları kastediyorlar olabilir. 949 yılından itibaren Weimar Kontluğu’nun merkezine dönüşen yerleşim, pek çok kilise ve sarayla zenginleşir.

Kentin tarihindeki en önemli olayların başında Protestan Reformu’nun başmimarı Martin Luther’in burada defalarca konuk edilmesi ve 1525’te Protestanlığın kabulü gelir. Bu konuyla ilgisi olan bir diğer kişi ise, Alman Rönesans resminin en büyük üstadı kabul edilen ve Martin Luther’in de yakın dostu olan Baba Lucas Cranach’tır. Büyük sanatçı, yaşamının son yılını Weimar’da geçirmiş ve 1553’te burada ölmüştür.  Özellikle Protestanlığı kabul eden soyluların portreleri, dini ve mitolojik konulardaki çok sayıda tabloları ile ahşap oyma eserleriyle de bilinir.

Weimar’ın benim gönlümde ayrı bir yerde olmasının başında, tabii ki Johann Sebastian Bach faktörü geliyor. Büyük besteci 65 yıllık hayatının 9 yılını, 1708-1717 yılları arasında, Weimar’da saray orgculuğu ve devamında saray orkestrası Konzermeister’lığı yaparak geçirmiştir. Evlatlarının bir kısmı burada dünyaya gelmiş ve emrinde çalıştığı soylularla yaşanan bir anlaşmazlık sebebiyle hayatında ilk ve son defa olarak burada hapis edilmiştir. Her ne kadar tatsız bir dönem olarak görülse de, bu hapis süreci onda en büyük teori eserlerinden Well Tempered Clavier olarak bilinen 24 prelüd ve fügün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bildiğimiz kadarıyla Bach, elinde hiçbir müzik aleti olmadan geçirdiği bu süreçte, kafasında, bulmaca çözer gibi bu notaları oluşturmuştur. Ancak ne yazık ki Bach’ın Weimar dönemi eserlerinin pek çoğu yangınlarda yok olup gitmiş!
Weimar yanı zamanda, Alman Edebiyatı’da Weimar Klasizmi olarak anılan ve Goethe, Herder, Wieland ve Schiller ile doruğa erişmiş bir akımın merkezini oluşturmaktadır. Bu olağanüstü insanların burada toplanması sayesinde akıl çağının, aydınlanmanın, doğa sevgisinin, felsefenin ve bilimin tüm prensiplerini özümsemiştir Weimar. Tabii başta devrin Dükü Carl Augustus ile onu yetiştiren ve reşit olana kadar ülkeyi yöneten annesi Düşes Anna Amalia olmak üzere akıllı, basiretli ve açık fikirli yöneticiler, bu yüksek değerlere sahip insanlar için  kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir fikir yaşamı ortamı yarattıklarından, küçücük Weimar, Almanya’nın entellektüel merkezine dönüşmüştür. Örnek olsun! Yine bir tarih vermek gerekirse, 1758-1832 yılları arası, Weimar’ın düşün ve yazın hayatı bakımından en parlak yılları olarak kabul edilir ve Altın Devir olarak adlandırılır. Goethe ve Weimar bağlantısı hakkında ayrı bir yazı  yazacağım için bu bölümü şimdilik burada bırakıyorum.
22 Mart 1832’de Goethe’nin ölümü ile bu devir kapanır ve Gümüş Devir olarak anılan yeni bir sayfa açılır Weimar’da. Bunun en ünlü temsilcisi ise, Macar asıllı müzisyen Franz Lizst’tir. Liszt, 1842’de Weimar’a gelir ve saray orkestrasının direktörlüğünü yapar.  Gençlerin müzik eğitimine büyük önem veren tutumu sayesinde, pek çok kurumun başlangıcını tetikler. 1872’de de Almanya’nın orkestralar için müzisyen yetiştiren ilk müzik okulu olan Franz Lizst Müzik Okulu, yine onun yetiştirdiği öğrencilerinden Carl Müllerhartung tarafından kurulur. Bu okul günümüzde bine yakın öğrencisine, müzikle ilgili her konuda eğitim olanağı sağlıyor.
1860 yılında, Weimar Grand Düklük Sanat Okulu kurulur. Bu tarih, akademik sanat eğitiminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1902’de Weimar Dükü Ernst tarafından desteklenen Henry van der Velde Weimar Kunstgewerbeschule’yi kurar. Tamamen yepyeni bir akımın temsilcisi olmasına rağmen, dükten gelen destek sayesinde, güçlenen Prusya’nın baskılarına karşı koyarak, burada öğrettikleri ve ortaya koyduklarıyla, farklı bir sanatsal bakış yaratır. Ancak Belçikalı olması sebebiyle, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan olaylar neticesinde, ülkeden uzaklaştırılan van der Velde, okulun başına Walter Gropius’u aday göstermiştir. Bu sayede 1919’da Walter Gropius da, yukarıda adı geçen bu iki okulu birleştirerek, Bauhaus’u kurmuştur. İsim çok, hikaye çok! Hepsi sanat hepsi akıl fikir insanı!

Ancak Weimar’ın Almanya tarihindeki en karanlık bölümlerle de ilişkisi var ne yazık ki! Mesela 1. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, dağılan imparatorluk sonrası kurulan cumhuriyetin devamında, anayasanın sağladığı imkanlar ile, ne yazık ki Nasyonal Sosyalist Parti güçlenmiş, Hitler belası doğmuştur. Demokrasi’nin nimetlerini diktatörlük için kullanan liderler her zaman olmuştur, olacaktır da! Weimar bunun en iyi örneğidir. Yine bununla bağlantılı olarak İkinci Dünya Savaşı, soykırımlar ve toplama kampları gerçeği de var Weimar yakınlarında. Bunca güzellikten sadece 8 km uzakta, Buchenwald toplama kampının bulunduğunu, her seferinde unutmak istiyorum! Ve kusura bakmayın ama  yazılarımda, bu kötülüklere yer vermek istemiyorum. Merak edenler varsa, zaten internette her şeyi bulabilir!
Bence Weimar’da yapılması gereken şeylerin başında büyük sanatçı ve diplomat devlet adamı Goethe’nin iki evini ziyaret etmek geliyor. Bu müze-evleri size bir başka yazımda tanıtmayı amaçlıyorum.
Düşes  Anna Amalia Kütüphanesi’ni mutlaka görmeniz gerekir. 1761 yılında temelleri atlan kütüphane 1766 yılında tamamlanır. Düşes kendine ait 5000 cilt kitabı da burada yerleştirerek, zamanla daha da zenginleşip 1milyon esere ulaşacak kurumun ilk adımını atmış. Özellikle Rokoko Salonu ile göz dolduran ktüphane 2004’te bir yangında büyük hasar görmüş. Neyse ki harika bir restorasyon sayesinde, hayata döndü ve ziyaretçilerine büyük bir sürpriz yapıyor.

Şehrin Resim Okulu’na ait eserlerin sergilendiği Saray Müzesi’ni kaçırmayın! Giriş katında Baba Cranach’ın en ünlü Martin Luther tablosu da yer alıyor. En az 3 saatiniz olmalı zira saray beklenmedik bir zenginlikte! Weimar’da yaşamış ünlü sanatçıların isimleriyle anılan salonları görmek isteyeceksiniz.
Yazar Schiller, besteci Lizst’in müze evleri, Bauhaus Müzesi, aydınlanma çağının büyük filozof ve din adamı, Goethe’nin yakın dostu Herder’in vaaz verdiği Aziz Peter ve Paul Kilisesi,  Weimar’da kaçırılmayacaklar listesinde yer alıyor.

Bu kısa yazı sadece bir girizgâh, yapılacak öyle çok şey var ki! Yolunuz düşerse, emin olun çok seveceksiniz…

Mükemmel Bir Ortaçağ Yapısı: Wartburg Kalesi



Meslek hayatım içinde en sık gittiğim ülkelerin başında Almanya gelir. Özellikle kültür, sanat ve klasik müzik odaklı geziler için son derece zengin olanaklar sunan, her köşesi çok ilgi çekici bir ülkedir Almanya.
Bu yılın ilkbahar döneminde, büyük besteci Johan Sebastian Bach’ın hayatını takip eden bir gezi rotası üzerinde, müthiş şehirler ve kasabalar tanıdık. Ben bu yazımda ise sizlere Bach’ın doğduğu kent Eisenach’a yükseklerden bakan, ormanlarla kaplı dimdik bir tepenin üzerinde adeta bir kraliyet tacı gibi duran, UNESCO Dünya Kültür Mirası Wartburg Şatosu’ndan bahsetmek istiyorum. Ancak, şatoya geçmeden önce, iki üç cümle de Eisenach hakkında etmem gerekir zira bu küçük kent, tarihteki çok önemli iki kişinin ismiyle, kendisine tarihte çok büyük bir yer açmış durumda. Kim bunlar diye soracak olursanız, birincisi Martin Luther ve diğeri de, az önce belirttiğim gibi, Johann Sebastian Bach.
Önce Bach bağlantısını aktarayım:
Johann  Sebastian Bach’ın, kendisi gibi müzisyen olan babası, 1671 yılında, o zamanlar küçük bir prenslik olan Eisenach’a şehir borazancısı olarak gelir.  Burada en yüksek rütbeli şehir müzisyeni konumuna ulaşır. 1685 yılının 21 Mart’ında, Johann Sebastian Bach burada dünyaya gelir ve hayatının ilk yıllarını, anne ve babasını arka arkaya kaybedene kadar bu şehirde yaşar. 10 yaşındayken hem anne hem de babasından yoksundur artık ve dolayısıyla başka bir şehirde yaşayan büyük ağabeyi Johann Christoph’un yanına taşınır. Günümüzde Eisenach kenti, Bach’ın mirası ile büyük övünç duyuyor  ve harika bir müze ile bu büyük insanın hatıralarını yaşatıyor.
Şimdi gelelim, bu yazımızın konusuna: Martin Luther ve Wartburg Şatosu.
10 Kasım 1483’de Eisleben şehrinde dünyaya gelen Martin Luther, adını tarihe teolog, rahip, keşiş, besteci, Protestanlık’ın babası ve Lüteryenlik mezhebinin kurucusu olarak yazdırmıştır. Erfurt’ta hukuk okurken bir yıldırımdan kılpayı kurtulunca, Tanrı’ya şükranlarını sunabilmek için, keşiş olmaya karar verir. Aziz Agustin tarikatına bağlı bir manastıra girip, ilahiyat eğitimi alır ve aynı yıl rahip olur. Manevi eğitiminin en başından itibaren aklına yatmayan her konuyu araştırıp, eleştirmiştir. Bunların başında, günahların affı anlamına gelen papa damgalı endüljans belgeleri gelir.  "Endüljansın Kuvvetine Dair Tezler" başlıklı, 95 maddeden oluşan bir metin yazıp 31 Ekim 1517 günü piskoposlara gönderir. Endüljans konusundaki vaazlerin teolojik açıdan sağlam bir zemine oturtulmasını ister. Martin Luther bu tezleri üniversitenin bülten panosu sayılabilecek bir yer olan Wittenberg Saray Kilisesi'nin kapısına asar. Sonuçta bu tezler Almanya'da ve komşu ülkelerde Luther'in kendisinin de öngörmüş olmadığı bir hızla yayılınca sadece endüljans satışlarında bir düşüş yaşanmakla kalmaz, bu olay bütün reform hareketinin başlangıcı olur. 
1518 yılında Roma'da Luther'in fikirlerine karşı bir papalık davası açılır. Martin Luther, bu davaların hiçbirini ciddiye almaz hatta İmparator Maximilian onu dinden çıkmış ve sapkın ilan ettiğinde bile bildiğini okumaktan vazgeçmez. Nihayet 5 Haziran 1520 günü Papa X. Leo,  Luther'i bir bildiriyle aforoz eder. Ancak bu belgeyi bu sefer de Luther’in öğrencileri parça parça edip, suya atar. Derken Luther, belki de en meşhur kitabı olan "Von der Freiheit des Christenmenschen" (Hıristiyan Kişinin Özgürlüğü Üzerine) isimli kitabını Papa X. Leo'ya yönelttiği bir açık mektupla birlikte yayımlar. Onun düşüncesinin teolojik ve ideolojik temellerini yansıtan bu küçük eserin özünde "Freiheit" (özgürlük) kavramı vardır.

1521 yılında Luther bu sefer de İmparator Şarlken tarafından Worms Kurulu'na ifade vermek üzere çağrılır. Burada verdiği ifade şöyledir:
"Kutsal Metinler ve akıl yoluyla ikna edilmediğim sürece papalar ve konsillerin otoritesini kabul edemem. Zira bunlar kendi aralarında çelişmekte ve benim vicdanım da sadece Tanrı'nın sözüne bağlıdır. Bu sebeple hiçbir görüşümden dönmüyorum çünkü kişinin vicdanına rağmen yazdıklarını inkar etmesi doğru ve güvenilir olmaz. Tanrı yardımcım olsun".

Ardından Wartburg Şatosu’na çekilip İncil’i Almanca’ya tercüme etmeye başlar. Bu, büyük bir devrimin de son aşamasıdır. Kutsal kitabı kendi dilinde okuyup anlayan kitleler, din adına ya da din kavramı kullanılarak yapılan haksızlıkları görünce, büyük ayaklanmalar yaşanır. Bu ayaklanmalar ve manevi hayatın özgürleşmesi fikirleri, Roma Katolik Kilisesi’nin yaptırımlarına başkaldırılar Avrupa’nın dört bir yanına yayılır. Bu halk hareketleri o güne dek yapılanlara karşı büyük bir Protesto niteliğindedir. Bu sayede Protestanlık doğar. İşte bu olayların başlangıç noktası olarak kabul edilen yer, Wartburg Kalesi’ndeki o küçücük odadır.



Gelelim kaleye:

Ortaçağ’da inşa edilmiş olan Wartburg, Eisenach kentinin güneybatısında, 410 metre yükseklikte konumlanmış, gerçekten çok haşmetli bir kaledir. Adını Almanca dilinde Gözetleme Kulesi anlamına gelen Warte kelimesinden aldığı söylense de, bazı öykülerde başka türlü anlatılır: Kalenin temel taşını 1067’de koyduran Ludwig der Springer, o haşmetli tepeyi görünce, şöyle seslenmiş: Warte Berg! Bekle Ey Tepe! Senin üzerine kalemi inşa ettireceğim! Anlaşıldığı üzere Warte ayn zamanda Bekle anlamına da geliyor. Siz hangisini sevdiyseniz, o versiyonu kullanın…


1999 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescillenen yapı, Martin Luther’den önce de, 1211-1228 arasında Macaristan asıllı Azize Elisabeth’e yuva olmuş. Türingen Margravı IV. Ludwig’le evlendirilmek üzere sadece 4 yaşındayken bu kaleye gönderilen, 14 yaşında evlenip, Haçlı Seferleri’ne katılan kocası öldüğünde 20 yaşında dul kalan bu kraliçe, varını yoğunu ihtiyaç sahipleri için harcamış ve hastalara şifa dağıtabilmek için hastaneler inşa ettirmiş. 1231’de, 24 yaşında hayata veda eden bu kraliçe, ölümünden sadece beş yıl sonra Roma Katolik Kilisesi tarafından azize olarak ilan edilmiş.

Kale 13.yyın başlarına kadar Ortaçağ Almanya’sının en önemli merkezlerinden biri olmuş. Hatta o dönemlerde halk ozanlarının arasındaki ünlü şarkı yarışmasının yapıldığı yer de, yine Wartburg Kalesi’ymiş. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra, ünlü Alman besteci Richard Wagner, Tannhauser operasında bu geleneği konu almıştır.

1521 Mayıs’ından 1522 Mart’ına kadar, Martin Luther, papa tarafından afaroz edildikten sonra, güvenliğinden endişe eden kuvvetli idarecilerin yardımı ve telkini ile, Junker Jörg yani Şövalye George adıyla bu kalede kalmış. İşte bu kalış sırasında, sadece 10 hafta içinde, Yeni Ahit’i Eski Yunanca’dan Almanca’ya tercüme etmiş.  Her ne kadar ilk tercüme bu olmasa da, en çok okunanı ve Reform hareketini en çok etkileyeni Luther’in bu tercümesi olmuş.



Kalenin ünlü konukları arasında mutlaka Johann Wolfgang von Goethe’yi saymam gerekir. 1777 yılında, kalede 5 hafta kalan Goethe, kalenin ve etrafındaki bütün binaların çizimlerini yapmış.  Onun önerileri doğrultusunda, kalenin farklı bölümleri bir müzeye dönüştürülmüş. İşte bugünkü ziyaret ettiğimiz müzenin düzenini bir şekilde taa o zamanlarda yapılmış bu çizimlere ve önerilere borçluyuz.

Wartburg kalesindeki en büyük yapı Palas olarak adlandırılan bölümdür. 1157-1170 arasında Romanesk tarzda inşa edilmiştir ve Alpler’in kuzeyindeki dini olmayan en iyi korunmuş Romanesk yapı ünvanını elinde bulundurmaktadır. Palas bölümü kalenin en ilgi çekici ve göz alıcı bölümüdür. Burada orijinal Romanesk tavan süslemeleri ve işli sütunlardan bir kısmının görülebildiği Şövalyeler Odası, Ziyafet Salonu ve Azize Elisabeth’in yaşamından sahneler içeren mozaiklerle süslü, ünlü Elisabeth Odası bulunmaktadır. Sarayın Sangersaal adındaki Şarkıcılar Salonu, ünlü Tannhauser operasının 2. Sahnesinde geçen salondur ve dekorasyonu o devirleri hatırlatan bir şekilde muhafaza edilmiştir.

Kalenin diğer bölümlerinde dolanırken, kendinizi gerçekten de ortaçağa ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. UNESCO da aynı fikirde olacak ki, 1999 yılında, kaleyi, Orta Avrupa Feodal Döneminin Mükemmel Örneği olarak tescil etmiş ve koruma altına almıştır.



Günümüzde Wartburg, bulunduğu Türingen eyaletinin Weimar’dan sonra en çok ziyaret edilen ikinci yeri ünvanını taşıyor. Tepenin üzerinde ormanın içindeki konumuyla her gideni büyülüyor. Bir önceki cümlede adı geçen Weimar’ı merak etmeye başladığınızı tahmin ediyorum  ama bu da bir sonraki yazının konusu olsun,

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...