Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca,
Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve
sanatla karışık bir yazı yazmış olduğumu gördüm. Ancak bu yazıda size Salzburg
civarındaki ünlü göller bölgesi ve özellikle de meşhur müzikal Sound of Music
filminin kareleriyle ölümsüzleşen küçük kasabalardan bahsetmek istiyorum.
Hatırlarsınız…Türkçe’ye Neşeli Günler diye çevrilmiş, başrolunde Julie Andrews
ile Christopher Plummer’ın oynadığı 1965 yapımı oscarlı film! İşte bu unutulmaz
filmin büyük bir kısmı Salzburg’da çekilmişti ve yıllardır da Salzburg
turizmine Sound of Music turları diye anılan bir kavramı kazandırdı. Özellikle
yaz aylarında bu filmin hayranları, otobüslere dolup, Salzburg çevresindeki o
ünlü yerleri görmeye giderler. Yerel rehber biraz anlatımlar yapar ve geri
kalan zamanda ise otobüsün içinde filmin müzikleri ve ünlü parçaları çalınır. Do-Re-Mi
başta olmak üzere… Aslında yemyeşil dağlar, çiçek dolu yamaçlar, masmavi
parıldayan göller öylesine güzeldir ki, zaten rehbere de pek fazla iş düşmez!
Fİlmin konusu güzel bir aşk hikayesiyle birlikte ilerleyen İkinci
Dünya Savaşı öyküsüdür. Başroldaki rahibe adayımız genç Maria, savaş kahramanı albay
olan Von Trapp’ın yedi çocuğuna mürebbiyelik etme göreviyle, Salzburg’un hemen
dışındaki harika bir eve çalışmaya gelir. Albay eşini genç yaşta kaybetmiştir.
Acısını çocuklarından çıkarmaktadır. Son derece disiplinli ve serttir. Ancak
cıvıl cıvıl Maria gelince, tüm ev halkı değişir. Albay da dahil! Ateş bacayı
sarar! Evlenirler ancak Avrupa’daki Nazi ilerleyişi Avusturya’yı tamamen etkisi
altına almıştır. Nazi karşıtı olduğu bilinen Albay ve ailesi için ortam iyice
tehlikeli bir hal alınca, aile hep birlikte dağlardan kaçar. Ancak neticede
Hollywood filmin bu tarihi zemininden çok aşk hikayesine gönderme yaptığı için,
mutlu son diyebiliriz.
Salzburg, malum, Alpler’in kuzeyindeki en güzel barok kent
olarak tanınıyor. Gören herkes, mücevher kutusuna benzeyen bu şehre aşık olur.
Tepesindeki görkemli ortaçağ şatosu ve ışıl ışıl meydanları ve kiliseleriyle,
kentin her bir köşesi tam bir film seti gibidir. Zaman tüneline girmiş de
dörtyüz yıl öncesine gitmişsiniz gibi hissedersiniz. Ayrıca başka hiçbir yerde
olmadığı kadar müzikle nefes alıp verir bu şehir. Her ay bir büyük organizasyon
ve festival dünyanın her köşesinden gelen müzik sevdalılarına ev sahipliği
yapar.
Ben bu yaz yine, kısa bir süre önce müzikle ilgili bir
organizasyonda görevli olarak bu güzel şehre gittim. Beraberimdeki misafirler
Sound of Music turlarını duymuşlar, haydi gidelim dedik. Mirabell Sarayı’nın
çiçek dolu bahçelerinde rehberimizle buluştuk ve kanatlı at Pegasus’la süslü
havuzu ve bahçeyi dolaşıp, filmin en meşhur şarkısı Do-Re-Mi’yi mırıldandık her
beraber.
Ardından otobüse atlayıp, salzburg’dan dışarılara uzandık.
İlk fotoğraf molasını Maria’nın manastırı olarak bilinen Nonnberg Manastırı’nın
güzelce göründüğü bir noktada verdik. Ancak yol uzun süre durmaya uygun
olmadığı için orada fazla kalamadık ve Leopoldskron Sarayı’na doğru ilerledik.
Aynı isimle anılan küçük bir gölün kıyısında kurulmuş bu güzel saray, 18.
Yüzyılın Rococo özelliklerini en zarif şekilde yansıtan yapıların başında
geliyor. 1736-1744 yılları arasında inşa edilmiş ve devrin yöneticileri
tarafından özel konut olarak kullanılmış. Defalarca el değiştirmiş ve 1918’de,
Salzburg Yaz Festivali’nin kurucularından Max Reinhardt tarafından satın
alınmış. İkinci dünya Savaşı’nın karanlık işgal günleri sırasında Naziler bu
sarayı kendilerine yakın olan bazı asilzadelerin kullanımına tahsis etmiş.
Savaş sonrasından yeniden Reinhardt ailesine dönen sarayda, Marshall Planı’nın
bir uzantısı olarak Salzburg Semineri adı altında, Harvard mezunları
derneğince, Amerikan dili, kültürü ve tarihi üzerine dersleri verilmiş. Lafı
fazlaca uzatmak istemem ama filmde de çok önemli bazı sahnelerin çekiminde dış
mekan olarak kullanılmış olan bu güzel saray, bugün otel olarak kullanılıyor.
Leopoldskron Sarayı’ndan sonra, otobüsümüz rotasını bir
başka saraya çevirdi: Hellbrunn Sarayı!
1613-1619 yılları arasından Salzburg’un en güçlü
psikopos-prenslerinden Markus Sittikus tarafından inşa ettirilmiş olan bu güzel
saray, özellikle yaz aylarında piskoposun özel misafirlerini ağırlayıp, saray
protokolünü çeşitli eğlenceler ve oyunlarla deldiği yer olmuş. Çeşit çeşit
havuzları, fıskiyeli çeşmeleri, heykelleri ve sıcak günleri serinleten
gölgeleriyle, devrin en önemli davet mekanlarından biriymiş. Yapay bir mağara
içinde mekanik bir düzenek sayesinde hareket eden çok sayıda kukla-heykel o
devrin çeşitli mesleklerini simgeliyorlarmış. Kanımda şakacı bir kişilik
sergilemek isteyen piskopos, bahçenin hemen her yerine gizli fıskiyeler
yaptırmış. Sakin sakin bahçede gezinen misafirler bir anda fışkıran suların
altında kalıyorlarmış. Bu saray bugün müze olarak gezilebiliyor.
Ancak bizim
Sound of Music turunda oraya uğramamızın bambaşka bir sebebi vardı. Filmin en
ünlü sahnelerinden biri olan Maria ile Albay’ın öpücük sahnesinin çekildiği
kameriye bu sarayın bahçesine yerleştirilmiş! Filmden bahsedip, o kameriyeyi
görmemek olmaz diye düşünüldüğünden olsa gerek, akın akın ziyaretçi geliyor
bahçeye. Biz de gidip, gördük bu kendi halinde kameriyeyi ve tabii ki aramızdaki
çiftler, hemen bir güzel fotoğraf çektirdiler.
Bir sonraki bölüm göller bölgesi olarak da bilinen
Salzkammergutt’daki Sankt Gilgen kasabasıydı. Bu küçük kasaba Wolfgang Gölü’nün
kıyısında kurulu yaklaşık dörtbin nüfuslu bir yerleşim yeri. En önemli özelliklerinden
biri, Salzburg’un en önemli evladı Mozart’ın annesinin doğum yeri olması! Seneler
sonra aynı kasabaya Mozart’ın kızkardeşi Nannerl da gelin olarak gitmiş. Sound
of Music filminin dış mekan çekimlerinde ve piknik sahnesinde bu bölgenin güzelliklerine
bol bol yer verilmiş. Göl çok büyük değil ama
13 km2’lik yüzölçümü yelken, kano ve yüzme gibi pek çok spor dalına
elverişli bir ortam sunuyor. Özellikle yazın cıvıl cıvıl! Gölün diğer kıyısında
ise Sankt Wolfang isimli bir başka kasaba daha var. Burası da üçbin nüfuslu
küçük bir yerleşim ama ziyaretçisi çok! Kasabada çok önemli bir kilise yer
alıyor. Hıristiyanlığı bölgeye yayan en önemli kişilerden olan Aziz Wolfgang
tarafından 970’lerde inşa edildiği söylenen bu kilisenin tarih boyunca hacısı
da, ziyaretçisi de hiç eksik olmamış.
Salzburg’a dönmeden önce son uğrak yerimiz, Albay’la
Maria’nın evlenme törenlerinin çekildiği Mondsee Manastırı’nın kilisesi oldu. Aynı
isimli kasabayı de pek sevdik. Özellikle Bavyera’da çok sık rastladığımız
renkli ve cephesi duvar resimleriyle süslü pek çok bina burada da kasabayı
canlandırıyor. Kilisenin tam karşısında yer alan pastaneler ve kafeler ise
yılın her mevsiminde hizmet veriyorlarmış. Bol kremayla servis edilen turtalar
ve lezzetli kahveler için iyi adreslerden biri diyebilirim.
Turizm gerçekten ilginç bir sektör! Bir film, bir kasabanın,
hatta bütün bir yörenin hayatını tamamen değiştirebiliyor. Biz bu tek bir gün
içinde bunu yaşadık. Bir filmin peşine düşen binlerce insanın Salzburg ve
çevresine kattığı zenginliği düşününce, kendi ülkemizde de turizmi
çeşitlendirerek, ne kadar çok farklı gelir kapısı oluşturabiliriz diye düşünüp
durdum.
Eğer yolunuz yaz mevsiminde buralara düşserse bu turu sizin
de yapmanızı öneririm. Film bahane, yöre bir şahane!