Salzburg’da ‘’Neşeli Günler’’ Rotası




Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca, Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve sanatla karışık bir yazı yazmış olduğumu gördüm. Ancak bu yazıda size Salzburg civarındaki ünlü göller bölgesi ve özellikle de meşhur müzikal Sound of Music filminin kareleriyle ölümsüzleşen küçük kasabalardan bahsetmek istiyorum. Hatırlarsınız…Türkçe’ye Neşeli Günler diye çevrilmiş, başrolunde Julie Andrews ile Christopher Plummer’ın oynadığı 1965 yapımı oscarlı film! İşte bu unutulmaz filmin büyük bir kısmı Salzburg’da çekilmişti ve yıllardır da Salzburg turizmine Sound of Music turları diye anılan bir kavramı kazandırdı. Özellikle yaz aylarında bu filmin hayranları, otobüslere dolup, Salzburg çevresindeki o ünlü yerleri görmeye giderler. Yerel rehber biraz anlatımlar yapar ve geri kalan zamanda ise otobüsün içinde filmin müzikleri ve ünlü parçaları çalınır. Do-Re-Mi başta olmak üzere… Aslında yemyeşil dağlar, çiçek dolu yamaçlar, masmavi parıldayan göller öylesine güzeldir ki, zaten rehbere de pek fazla iş düşmez!

Fİlmin konusu güzel bir aşk hikayesiyle birlikte ilerleyen İkinci Dünya Savaşı öyküsüdür. Başroldaki rahibe adayımız genç Maria, savaş kahramanı albay olan Von Trapp’ın yedi çocuğuna mürebbiyelik etme göreviyle, Salzburg’un hemen dışındaki harika bir eve çalışmaya gelir. Albay eşini genç yaşta kaybetmiştir. Acısını çocuklarından çıkarmaktadır. Son derece disiplinli ve serttir. Ancak cıvıl cıvıl Maria gelince, tüm ev halkı değişir. Albay da dahil! Ateş bacayı sarar! Evlenirler ancak Avrupa’daki Nazi ilerleyişi Avusturya’yı tamamen etkisi altına almıştır. Nazi karşıtı olduğu bilinen Albay ve ailesi için ortam iyice tehlikeli bir hal alınca, aile hep birlikte dağlardan kaçar. Ancak neticede Hollywood filmin bu tarihi zemininden çok aşk hikayesine gönderme yaptığı için, mutlu son diyebiliriz.

Salzburg, malum, Alpler’in kuzeyindeki en güzel barok kent olarak tanınıyor. Gören herkes, mücevher kutusuna benzeyen bu şehre aşık olur. Tepesindeki görkemli ortaçağ şatosu ve ışıl ışıl meydanları ve kiliseleriyle, kentin her bir köşesi tam bir film seti gibidir. Zaman tüneline girmiş de dörtyüz yıl öncesine gitmişsiniz gibi hissedersiniz. Ayrıca başka hiçbir yerde olmadığı kadar müzikle nefes alıp verir bu şehir. Her ay bir büyük organizasyon ve festival dünyanın her köşesinden gelen müzik sevdalılarına ev sahipliği yapar.

Ben bu yaz yine, kısa bir süre önce müzikle ilgili bir organizasyonda görevli olarak bu güzel şehre gittim. Beraberimdeki misafirler Sound of Music turlarını duymuşlar, haydi gidelim dedik. Mirabell Sarayı’nın çiçek dolu bahçelerinde rehberimizle buluştuk ve kanatlı at Pegasus’la süslü havuzu ve bahçeyi dolaşıp, filmin en meşhur şarkısı Do-Re-Mi’yi mırıldandık her beraber.


Ardından otobüse atlayıp, salzburg’dan dışarılara uzandık. İlk fotoğraf molasını Maria’nın manastırı olarak bilinen Nonnberg Manastırı’nın güzelce göründüğü bir noktada verdik. Ancak yol uzun süre durmaya uygun olmadığı için orada fazla kalamadık ve Leopoldskron Sarayı’na doğru ilerledik. Aynı isimle anılan küçük bir gölün kıyısında kurulmuş bu güzel saray, 18. Yüzyılın Rococo özelliklerini en zarif şekilde yansıtan yapıların başında geliyor. 1736-1744 yılları arasında inşa edilmiş ve devrin yöneticileri tarafından özel konut olarak kullanılmış. Defalarca el değiştirmiş ve 1918’de, Salzburg Yaz Festivali’nin kurucularından Max Reinhardt tarafından satın alınmış. İkinci dünya Savaşı’nın karanlık işgal günleri sırasında Naziler bu sarayı kendilerine yakın olan bazı asilzadelerin kullanımına tahsis etmiş. Savaş sonrasından yeniden Reinhardt ailesine dönen sarayda, Marshall Planı’nın bir uzantısı olarak Salzburg Semineri adı altında, Harvard mezunları derneğince, Amerikan dili, kültürü ve tarihi üzerine dersleri verilmiş. Lafı fazlaca uzatmak istemem ama filmde de çok önemli bazı sahnelerin çekiminde dış mekan olarak kullanılmış olan bu güzel saray, bugün otel olarak kullanılıyor.


Leopoldskron Sarayı’ndan sonra, otobüsümüz rotasını bir başka saraya çevirdi: Hellbrunn Sarayı!
1613-1619 yılları arasından Salzburg’un en güçlü psikopos-prenslerinden Markus Sittikus tarafından inşa ettirilmiş olan bu güzel saray, özellikle yaz aylarında piskoposun özel misafirlerini ağırlayıp, saray protokolünü çeşitli eğlenceler ve oyunlarla deldiği yer olmuş. Çeşit çeşit havuzları, fıskiyeli çeşmeleri, heykelleri ve sıcak günleri serinleten gölgeleriyle, devrin en önemli davet mekanlarından biriymiş. Yapay bir mağara içinde mekanik bir düzenek sayesinde hareket eden çok sayıda kukla-heykel o devrin çeşitli mesleklerini simgeliyorlarmış. Kanımda şakacı bir kişilik sergilemek isteyen piskopos, bahçenin hemen her yerine gizli fıskiyeler yaptırmış. Sakin sakin bahçede gezinen misafirler bir anda fışkıran suların altında kalıyorlarmış. Bu saray bugün müze olarak gezilebiliyor.



Ancak bizim Sound of Music turunda oraya uğramamızın bambaşka bir sebebi vardı. Filmin en ünlü sahnelerinden biri olan Maria ile Albay’ın öpücük sahnesinin çekildiği kameriye bu sarayın bahçesine yerleştirilmiş! Filmden bahsedip, o kameriyeyi görmemek olmaz diye düşünüldüğünden olsa gerek, akın akın ziyaretçi geliyor bahçeye. Biz de gidip, gördük bu kendi halinde kameriyeyi ve tabii ki aramızdaki çiftler, hemen bir güzel fotoğraf çektirdiler.



Bir sonraki bölüm göller bölgesi olarak da bilinen Salzkammergutt’daki Sankt Gilgen kasabasıydı. Bu küçük kasaba Wolfgang Gölü’nün kıyısında kurulu yaklaşık dörtbin nüfuslu bir yerleşim yeri. En önemli özelliklerinden biri, Salzburg’un en önemli evladı Mozart’ın annesinin doğum yeri olması! Seneler sonra aynı kasabaya Mozart’ın kızkardeşi Nannerl da gelin olarak gitmiş. Sound of Music filminin dış mekan çekimlerinde ve piknik sahnesinde bu bölgenin güzelliklerine bol bol yer verilmiş. Göl çok büyük değil ama  13 km2’lik yüzölçümü yelken, kano ve yüzme gibi pek çok spor dalına elverişli bir ortam sunuyor. Özellikle yazın cıvıl cıvıl! Gölün diğer kıyısında ise Sankt Wolfang isimli bir başka kasaba daha var. Burası da üçbin nüfuslu küçük bir yerleşim ama ziyaretçisi çok! Kasabada çok önemli bir kilise yer alıyor. Hıristiyanlığı bölgeye yayan en önemli kişilerden olan Aziz Wolfgang tarafından 970’lerde inşa edildiği söylenen bu kilisenin tarih boyunca hacısı da, ziyaretçisi de hiç eksik olmamış.



Salzburg’a dönmeden önce son uğrak yerimiz, Albay’la Maria’nın evlenme törenlerinin çekildiği Mondsee Manastırı’nın kilisesi oldu. Aynı isimli kasabayı de pek sevdik. Özellikle Bavyera’da çok sık rastladığımız renkli ve cephesi duvar resimleriyle süslü pek çok bina burada da kasabayı canlandırıyor. Kilisenin tam karşısında yer alan pastaneler ve kafeler ise yılın her mevsiminde hizmet veriyorlarmış. Bol kremayla servis edilen turtalar ve lezzetli kahveler için iyi adreslerden biri diyebilirim.



Turizm gerçekten ilginç bir sektör! Bir film, bir kasabanın, hatta bütün bir yörenin hayatını tamamen değiştirebiliyor. Biz bu tek bir gün içinde bunu yaşadık. Bir filmin peşine düşen binlerce insanın Salzburg ve çevresine kattığı zenginliği düşününce, kendi ülkemizde de turizmi çeşitlendirerek, ne kadar çok farklı gelir kapısı oluşturabiliriz diye düşünüp durdum.
Eğer yolunuz yaz mevsiminde buralara düşserse bu turu sizin de yapmanızı öneririm. Film bahane, yöre bir şahane!


Malabar Sahilinin Yeşil Köşesi Kerala'nın Arka Suları




Kerala, Hindistan coğrafyası içinde sosyo-politik yapısı sebebiyle ilginç örnekler yaratmış bir eyalettir. Otuz milyonu aşan nüfusun %95’i okur-yazar olduğu için, ülke ortalamasının çok çok üstünde yer alıyor.  Ayrıca nüfus artışının en az ve ortalama yaşam süresinin de en uzun olduğu eyelet Kerala. Bölge nüfusunun yarısı Hindu ama diğer yarısını Müslümanlar ve Hıristiyanlar oluşturuyor. Kerala’da Hindu tapınakları, camiler ve kiliseler yan yana, yüzyıllardır olduğu gibi barış içinde geleneklerini sürdürüyorlar. Dini çatışma yok. Zaten genel olarak Hindistan’ın geri kalan yörelerine göre, suç oranı da burada en düşük seviyede gözlemleniyor. Doğa cömert, toprak bereketli ve güneş tam kıvamında… O kadar ki, Kerala için, Tanrı’nın Kendi Ülkesi derler. Bölgenin yerel dili olan Malayalam, Hindistan devletinin kabul ettiği resmi dillerden biridir. Dolayısıyla bu eyalette hem Malayalam, hem Hintçe, hem de İngilizce dillerinin kullanıldığını görüyoruz. Kerala’da ülkenin güneyinin Dravidyen kültürü ile kuzeyinin Aryan kültürünün tam bir harman oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ve bir başka ilginç detay ise, Kerala’nın Kominüst Parti ve Marksist Parti gibi sol eğilimli partilerin kalesi olduğudur. Kerala’da hakim gelenek, sosyalist gelenektir.

Hindistan’ın en iyi karabiberi burada yetiştirilir. Kauçuk ve hindistan cevizi Kerala’nın en büyük zenginlik kaynaklarıdır. Çay, kahve, baharatlar ve kaju fıstığı ise diğer önemli gelir kaynakları kabul ediliyor. Tabii bir de turizm!
Kerala, şimdilerde çok moda olan geleneksel Hint tıbbı Ayurveda ile adeta bütünleşmiş bir yer. Burada çok sayıda ayurvedik sağlık merkezleri, oteller ve SPA’lar var. Buralarda, dünyanın pek çok ülkesinden gelen yabancılar kadar, ülkenin diğer eyaletlerinden gelen yerli turistlere de hizmet veriliyor. Yemyeşil coğrafyası, tropikal bitki örtüsü ve upuzun kumsalları ile tam bir cennet görünümünde Kerala. Bu yazıda ben ise size Kerala’nın ünlü Arka Suları’ndan bahsetmek istiyorum.

Arka sular denen sistem, Kerala’nın gezmesi en keyifli bölgesi bence. Birbirine kanallar ile bağlanan beş büyük göl, bu gölleri ve kanalları besleyen 38 nehir ve bir labirent gibi uzayıp giden bir su dünyasından oluşuyor bu sistem. Kanallar doğal olduğu kadar insan eliyle de inşa edilmişler. Kerala eyaletinin yarısı boyunca, Arap Denizi’nin Malabar sahiline paralel uzanan bu göller, kanallar ve nehirlerde, doğal yaşamı gözlemlemek, köyleri görmek ve KETTUVALAM denen geleneksel teknelerde yan gelip yatmak gibisi yok doğrusu.

Peki bu Arka Sular nasıl oluşmuş? Denizin kuvvetli dalgaları, gelgitleri ve karşıt akıntıları, dipten getirdikleri kumları nehirlerin ağızlarına yığarak, adacıklar oluşturmuşlar. Batı Ghat Dağları’ndan aşağı inen nehirler, yavaş yavaş arkada kalan bölgeyi doldurmaya başlamış. Denizden içeri sızan tuzlu sular, nehrin tatlı sularına karışmaya başlayınca da eşsiz bir ekosistem oluşmuş. Yengeçler, kurbağalar ve solungaçlarını kullanarak yürümeleriyle tanınan mudskipper balıkları bu suların bazı sakinlerini oluşturuyorlar.
Eğer kuşlara meraklıysanız, yağmur kuşları takımından sumrular ile  bol bol yalıçapkını, yılanboyun ve karabatak görebilirsiniz. İnsan bu kadar zengin bir çeşitlilik karşısında heyecana kapılıp, daha da çok öğrenmek istiyor. Ayrıca bol miktarda su samuru ve kaplumbağalar da bu suların diğer sakinlerini oluşturuyorlar.
Bu kanalların iki yanında ise, narin ama güçlü gövdeleriyle yükselen palmiyeler, meyveleri ve yaprakları güneydoğu Asya mutfağından kullanılan pandanus ağaçları, kocaman yeşil yapraklı başka pek çok bitki ve tabii ki hindistan cevizi ağaçları bulunuyor. Tam bir rüya!



İşte bu suları ziyaret etmenin en güzel yolu, Kettuvallam adı verilen geleneksel teknelerle kanallarda kaybolmak. Bu teknelere İngilizce House Boat da diyorlar, yani ev-tekne. Çünkü bu tekneler bir ev kadar geniş ve konforlu oldukları için konaklamaya çok elverişli yapıları var. Kerala hükümeti  bu sularda hizmet veren yaklaşık 2000 tekneyi kayıt altına alıp Platin, Altın ve Gümüş olarak sınıflandırmış. Yani her bütçeye göre bir tekne bulunabiliyor artık. Bizdeki mavi yolculuk mantığına da benzetilebilir. Çünkü yeme içme işini de teknenin personeli hallediyor, size sadece rahat koltuklara gömülüp manzaranın tadını çıkarmak kalıyor.
Peki eskiden ne işe yarıyordu bu tekneler?

Eskiden arka suların ardında kalan bereketli topraklardan hasat edilen pirinci sahile taşımakta kullanılırmış bu güzel tekneler. Ahşaptan inşa edilmiş gövdesinin üzerine ağaç yapraklarından ve dallardan yapılmış bir çatı oturtularak, hem taşınan mal, hem de teknenin mürettebatı kızgın güneşten korunurmuş. Bu yolculuklar kimi zaman günlerce sürdüğü için teknenin içinde yaşanır, yatıp kalkılırmış. Sonraki zamanlarda, yörenin zengin ve soyluları bu teknelerin daha da konforlularını yaptırıp gezinti amacıyla kullanmaya başlamışlar. Böylece bugünkü turistik teknelerin de önü açılmış bir yerde.



Bu teknelere adım attığınızda, geniş ve konforlu bir alanla karşılaşıyorsunuz. Otel odası gibi geniş olabilen kamaralar, rahat yataklar ve genellikle Kerala lezzetleriyle ziyafete dönüşen menüler, bence en az bir gece kalmayı hak ediyorlar. İşin en güzel yanı, tekneler motorlu olsalar dahi, gürültü çıkarmayacak şekilde, yavaş yavaş, tatlı tatlı kayıyorlar suların üzerinde. Her türlü su sesini, en ufak çırpıntıyı bile duyabiliyorsunuz. Kuşların ötüşü, kurbağalar ve diğer canlıların sesleri, yemyeşil manzarayla bütünleşince, gözlerinizi kapatıp, kendinizden geçiyorsunuz. Ancak tabii ki bu işin bir de olumsuz hatta tehlikeli bir yanı da var. Eğer kontrol edilmezse, hızla artan tekne sayısı hem suyu hem de havayı kirletebilir. O zaman bu bahsettiğimiz doğal zenginlikler de yok olup gider.

Bu arka suların bir heyecanlı yönü ise tekne yarışları! Chundan vallam yani Yılan Tekne adı verilen ince uzun, yaklaşık 30 metreye varan kürekli hızlı teknelerle yapılan bu yarışlar hem çok izleyici çekiyor hem de civardaki köy ve kasabaları aylar boyunca heyecanla doldurup, hararetli hazırlıklar yapılmasını sağlıyor. Bu yarışların içinde en önemlisi ülkenin ilk başbakanı Jawaharlal Nehru’nun adını taşıyan yarıştır. Nehru 1952 yılında Kerala’yı ziyaret ettiğinde kendisini dört chundan vallam’la karşılamışlar. Ardından da Nehru’nun onuruna bir yarış düzenlenmiş.  Bunlardan çok etkilenen Nehru, Delhi’ye döndüğünde unutmamış ve gümüş bir kupa hazırlatıp yarışın galibine göndermiş. O günden itibaren bir gelenek başlamış ve günümüzde de hala sürüyor. 1.5 kilometrelik bir parkurda düzenlenen bu yarışa, yüz güçlü kürekçinin çektiği kocaman yarış tekneleri katılıyor ve o günler ortalık tam bir panayır yerine dönüyor. Bu önemli yarışın dışında, en az on büyük yarış daha düzenleniyor yıl boyunca.  Durgun sulardaki bu tekne yarışları geleneği, sadece Kerala’da değil Asya’nın pek çok ülkesinde heyecanla beklenir.

Küçük Şeylerin Tanrısı başta olmak üzere dilimize çevrilmiş pek çok güzel kitabıyla yanıdığımız ünlü yazar Arundhati Roy’un da Kerala’lı olduğunu hatırlatarak bu haftalık yazımı noktalıyorum.
Hindistan malum öylesine büyük bir coğrafya ki, yaz yaz bitmez. Bu seferlik Kerala’daydık…



Siracusa


Geçtiğimiz haftalarda başlamış olduğum Sicilya notlarıma bu hafta Siracusa ile nokta koymayı düşünüyorum. Malum, yazıların başında Sicilya’nın öyle bir seferde bitecek gibi bir yer olmadığını, neredeyse bir ülke, hatta belki pek çok ülkeden de fazla zenginliğe sahip olduğunu söylemiştim. Nitekim, seyahatimin üzerinden epeyce bir vakit geçmiş olmasına rağmen, hala gözlerimin önünden Sicilya’nın antik kentleri, tapınakları, dağları ve karakterli şehirleri geçiyor. Yeniden o güzel adaya döneceğim günleri heyecan ve özlemle bekliyorum.
Biz seyahatimizde adanın dört bir köşesindeki belli başlı yerleri ziyaret etmeyi hedeflemiştik. Bunlardan biri de tabii ki dünyanın ilk büyük bilim adamı kabul edilen ünlü Arşimet’in kenti Siracusa oldu. Biz kendisini daha çok suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda, peştemalıyla Evreka! diyerek sokağa fırlamasıyla hatırlarız ama tarihe büyük bir matematikçi, astronom, mucit, filozof ve felsefeci olarak geçmiştir. Hidrostatik ve mekaniğin temellerini Arşimet’in attığı söylenir. İşte bu ünlü şahsiyetin soluduğu havayı solumak ve onun dolaştığı sokaklarda yürümek Sicilya maceramızın en keyifli dakikalarını hediye etti bizlere.


Siracusa günümüzde yaklaşık 150bin nüfusuyla orta boy bir kent. Ancak antik dönemde, daha da doğrusu M.Ö 5.yüzyılda Atina ile yarışacak denli haşmetli ve kuvvetli bir şehirmiş. Hatta ünlü hatip Cicero demiş ki: Siracusa, Yunan şehirleri içinde en görkemlisi ve en güzelidir.
Sicilya adasının güneydoğu ucunda, Korint ve Tenea’dan gelen kolonistler tarafından, 2700 yıl önce kurulmuş. Bu ilk kurulan şehir anakaraya çok yakın bir konumdaki Ortyghia adasıymış. Anakarada ise tarıma elverişli düzlükler, misafirperver bir yerli halk topluluğu ve Sirako adıyla anılan bataklık alanlar varmış. İşte kentin adı olan Siracusa’nın bu Sirako adındaki bataklıklardan geldiği düşünülüyor. Elverişli koşullar sayesinde kent hızla büyür, gelişir ve bütün Akdeniz havzasındaki en güçlü ve zengin Yunan kentine dönüşür. M.Ö 415’de nüfusunun Atina kadar, yani 250bin olduğu söyleniyor. Tabii o küçük Ortyghia adasına sığmak artık mümkün olmadığından Siracusa anakaradaki düzlüklere yayılmış. Bugün eski kentin antik tiyatrosu da dahil pek çok ünlü kalıntısının bulunduğu bölgeye Neapolis yani Yeni Şehir deniyor.
Bu kadar güçlenip gelişen Siracusa doğal olarak önce Atina sonra da bir başka güçlü şehir devleri olan Kartaca’nın odak noktası haline gelince birbiri ardına yaşanan kuşatmalar, şehri oldukça hırpalamış. Hele Kartacalılar, Siracusa’yı ele geçirmek için şehri dört defa kuşatmışlar.

Siracusa belirli dönemlerde güçlü idarecilerin yönetimi altında kısa süreli ve parlak yaşanan barış dönemleri geçirmiş ama bütün Sicilya topraklarını imparatorluğa katmaya kararlı olan Romalılar işe karışınca, barış zamanları sona ermiş. M.Ö 214’de başlayan Roma kuşatmasına yaklaşık üç yıl direnen Siracusa’yı buy olla yenemeyeceklerini anlayan Romalılar, Siracusa’nın İberia kökenli komutanı Moeriscus’u rüşvetle satın almışlar ve bir bayram gecesi şehrin kapılarını açtırmışlar. Siracusa böylece yenik düşmüş Roma’ya. Hatta o güne kadar pek çok askeri icadı sayesinde kentine yardımı dokunmuş olan Arşimet de o sırada öldürülmüş.
Roma döneminde kentin önemi yavaş yavaş azalmaya başlasa da, Siracusa Sicilya’nın Roma idaresinin merkezi olmaya devam etmiş. Bu sıralarda Hıristiyanlık, özellikle Tarsuslu Aziz Paulus ve şehrin ilk piskoposu olan Aziz Marziano’nun çabaları sayesinde Siracusa’da taraftar toplamaya başlamış. Gizli gizli ibadet eden ilk Hıristiyanlar pek çok kaya kilisesi ve yer altı sığınakları oymuşlar.
Roma imparatorluğunun yıkılışı önce Vandallar sonra da Bizans’ı taşımış Sicilya’ya ve hatta Siracusa, 663-668 arası İmparator II. Kontantius’un payitahtı olmuş.
Kentin tarihindeki önemli bir başka sayfa ise, 878 yılının Mayıs ayındaki kuşatma sonunda, Siracusa’nın Müslüman Aglebiler’in eline geçtiği dönemdir. Sicilya’da iki yüzyıl sürecek İslam hakimiyeti döneminde Siracusa başkentlik ünvanını Palermo’ya kaptırmış. Ancak yine de ticari önemi asla azalmamış ve kültürel olarak da Sicilya’nın kalbi olmaya devam etmiş.
1085 ise, Siracusa’da Norman hakimiyetinin başladığı yıldır ve şehir, Sicilya Krallığı’nın kontluklarından birine dönüşür. Yeni mahalleler oluşur, katedral onarımdan geçirilir ve yeni kiliseler inşa olunur. Ve bundan sonraki dönemde Siracusa Sicilya’nın geri kalanı gibi elden ele geçmiş. İspanyollar, Katalanlar, Fransızlar… Hanedanlar birbirini izlemiş. Ve uzun süren savaşlar hiç eksik olmamış kentin etrafından.
Bunlar yetmezmiş gibi biri 1542 diğeri 1693 olmak üzere iki büyük depremle yıkılan Siracusa, 1729’da bir de veba salgınıyla başetmek zorunda kalmış. 1865 yılında ise sicilya’nın İtalya birliğine katılmasıyla birlikte, Siracusa tarihindeki son sayfa yazılmaya başlamış.
Böyle karmaşık ve uzun bir tarihe sahip olan Siracusa’yı günlerce gezseniz bitiremezsiniz. Yine de bence önce kentin doğduğu yer olan Ortyghia adası ilk durak olmalı. Burada M.Ö 5.yüzyıla tarihlenen bir Atena mabedinin üzerine inşa edilmiş Katedral, sıradışı görünümüyle insanı çok etkiliyor. Dışarıdan bakıyorsunuz, barok bir cephe, içeriye giriyorsunuz, Dor nizamı sütunlarının yerli yerinde durduğu antik bir tapınak! Gel de şaşırma! 


Aynı meydanın diğer ucunda, Santa Maria Alla Badia kilisesi, içindeki Caravaggio tablosuyla mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir başka durak. 1693 depreminden sonra inşa edilmiş şık cephesi, gece de gündüz de görülmeye değer. Ama bütün meydanın ışıklandırılmış gece halini, gündüz halinden daha çok sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Becerebilirseniz, hem gece hem de gündüz gezin dolaşın derim…
Orthygia adasının bir diğer klasik durağı, Arethusa Çeşmesi, en beklenmedik yerde pat diye çıkıveriyor insanın karşısına. Avcı Alpheus’tan kaçan bakire Arethusa, yakalanmamak için Tanrıça Artemis’e yakarınca, tanrıça onu tatlı suya dönüştürüp denizin içine saklamış. İşte o tatlı suyun, Orthygia adasında ortaya çıktığı yerde harika bir çeşme bulunuyor. Bu mitolojik köşe, aynı zamanda papirüsleri ve ördekleriyle de ünlü. Bence en güzeli, burada bir onbeş yirmi dakika oturup etrafı seyretmek, hatta belki etraftaki kafelerden birine girip bir de kahve içmek. Çünkü o köşenin manzarası da çok güzel. Aslında akşamüstü günbatımını seyretmek için de en iyi adres, çeşmenin yanıbaşındaki Miramar Terası. Günü bitirmek için buraya gelebilirsiniz.


Şehrin anakarada kalan bölümüne uğrayıp mutlaka Yunan tiyatrosunu görmenizi öneririm. 67 sırasıyla oldukça büyük bir tiyatro burası ve sekiz koridor ile dokuz oturma bölümüne ayrılmış. Sahne binasının ise sadece kalıntıları görülebiliyor. Roma döneminde vahşi hayvanlarla yapılan tehlikeli gösterilerin de segilendiği yapı, büyük değişikliklere uğramış. Yaz döneminde hala kullanılıyor.


Tiyatronun yakınında latomie denen, taş ocaklarının kalıntılarını görebilirsiniz. Bunlardan en ünlüsü devasa bir kulağa benzediği için Diyonizos’un Kulağı olarak anılan yarık. Bu oyuğun içindeki akustik öylesine iyi ki, sesi güzel olanlar ses denemeleri yapıyorlar. Hatta ziyarete gelen gruplar içinde koro oluşturup şarkı söyleyenlere rastlayabilirsiniz.
Bunun dışında güzel yemekler yiyip, şaraplar içmenizi öneririm. Özellikle deniz ürünleri, balıklar bir harika! Pazarlardan taze meyve alışverişi yapabilirsiniz. Özellikle Orthygia adasında sadece yürümek, daracık sokaklarda kaybolmak bile güzel. Bir kiliseden öbürüne, bir meydandan diğerine açılırken, o sokaklarda yüzlerce sürprizle karşılaşıyorsunuz. Bunlardan geleneksel yöntemlerle papirüs kağıdı yapan atölyeler, benim çok hoşuma gitti. Defter kalem seven biri olarak her gittiğim yerden defter aldığım düşünülecek olursa, buradan da eli boş çıkmadığımı tahmin edebilirsiniz.
İnsanı canayakın, tarihi zengin, yemesi içmesi son derece keyifli ve her köşesi sürprizlerle dolu bir ada Sicilya. Ada deyip geçmemek lazım, kendine has bir memleket, ayrı bir dünya!
Dedim ya, yeniden gideceğim zamanı şimdiden iple çekiyorum.



Sicilya’nın Manzaralı Köşesi Erice




Geçtiğimiz hafta yazmayı sürdürmeye kararlı olduğum bir Sicilya yazısı vardı. Ancak önce hastalanıp yataklara düştüm, sonra da kendimi mesleğin cilvesi olarak bir anda yollarda bulunca yazım gecikti. Dün ise masamın başına geçtiğimde sosyal medya üzerinden Ankara’daki korkunç saldırı haberi gelince, gündemim tamamen değişti. Pek çok canın yok yere yitip gittiği bir günde, gezi yazısı yazmamın imkanı kalmamıştı. Yapılacak tek şey, oturup ağlamak ve dua etmekti. Oysa bugün yepyeni bir kararlılıkla yeniden masamın başına geçtim. İnanıyorum ki biz, hepimiz, yapmayı en iyi bildiğimiz işlerimize dört ele sarılıp, çarkların dönmesini sağlamaya devam edersek, en iyi direnişi gerçekleştirmiş oluruz. Ülkemiz çok ağır sınavlardan geçiyor. Birlik, beraberlik ve çalışkanlıkla zor zamanların üstesinden geleceğiz. Ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.
Bir önceki yazımda Sicilya hakkında sohbete başlamıştık. Bugün bu konunun bir başka sayfasına dokunmak istiyorum: Erice ve Segesta.
Erice, Sicilya adasının kuzeybatı köşesinde, Tiren denizinin muhteşem manzaralarına hakim bir noktada kurulmuş. Uzun bir tarihe ve ilginç kalıntılara sahip.
Evet, Erice denince aklıma ilk olarak güzel manzaranın gelmesi çok doğal zira 750 metrelik sarp tepenin üzerinde durduğunuzda kendinizi bir kuş gibi hissediyorsunuz. Bu 750 metre kulağa pek fazla gelmeyebilir ama aslında kentin ikliminde büyük rolü var. Hava çok değişken. Aşağıdaki ovada güneş içindeyken, Erice’ye vardığınızda kendinizi bir anda sisler arasında bulabilirsiniz. Hava bir anda soğuyup, rüzgar esip gürlemeye başlayabilir. Nitekim bizi oraya götüren Sicilyalı şoförümüz, ceketlerinizi yanınıza almayı ihmal etmeyin diye uyarmıştı hepimizi. Güneş içindeki havaya baktığımızda pek ihtiyaç duymayız diye düşünmüştük ama onbeş dakika sonra hava bir anda soğuyunca, sebebini anlamıştık.
Erice’de ilk olarak Sicilya’nın erken dönem halklarından olan Elimiler yaşamışlar. Ardından Kartacalılar hakim olmuş bölgeye. Kentin ismini ERYX adındaki Elimili bir kahramandan aldığı söyleniyor.
Kahraman Eryx hakkında da rivayet muhtelif! Mesela Sicilyalı antik dönem tarihçisi Diodorus Siculus’a göre, Elimi kökenli bir kral olan Eryx, efsanevi kahraman Herkül’ü Sicilya’da konuk etmiş hatta güçlü yarı-tanrıyla güreşe tutulup yenilmiş. Başkalarına göre Elimili bir başka kral olan Butes ile tanrıça Afrodit’in oğlu olarak dünyaya gelmiş Eryx. Virgilius ise Roma’nın efsanevi kurucularından Eneas’ın kardeşi olarak bahsediyor Eryx’ten.
Şehrin en tepe noktasında Fenike kökenli bereket tanrıçası Astarte adına bir tapınak inşa edilmiş. Sicilya Roma hakimiyetine geçince, inançlar ve gelenekler birbirlerinin içine geçerek bir harman olmuşlar ve tapınak ERYX VENÜSÜ’nün  kült merkezine dönüşmüş. Yani Tanrıça Astarte Venüs’e dönüşmüş ama bereket ve bolluk simgesi olmaktan çıkmamış. Biraz bizim Efes Artemis’i gibi yani…
Bu Elimiler hakkında da pek fazla bilgi yok maalesef. Kimi görüşe göre Anadolu kökenli bir halk olabilirlermiş. Hatta Truva kökenli bile olabilecekleri söyleniyor. M.Ö 1200lerde Sicilya’nın Batı kıyılarına yerleştikleri düşünülüyor. Elimiler, adada koloniler kuran Yunanlılarla kaynaşırlar, Fenikelilerden, Kartacalılardan ve ardından da Romalılarla etkileşirler. Roma’nın yıkılışı ile Sicilya’da durum değişir ve Vandallar adanın pek çok yerinde talanlar yaparlar. Gotlara karşı savaşan ünlü kumandan Belisarius, Sicilya’yı ele geçirince, Sicilya’ya doğudan Bizans kültürü gelir. Bütün bu çalkantılı yıllarda Erice kenti, denizden uzak olması, bir tepenin üzerinde bulunması sayesinde, büyük yıkımlara uğramaz.
Sicilya’da 827’de başlayan Arap hakimiyeti döneminde, Erice’nin adı Jebel Hamed’e dönüşür. (Arapça jebel dağ demek). Tepenin üzerindeki, bir zamanlar tapınağın bulunduğu noktaya bir kale inşa edilir. Hatta kalenin inşasında, pek çok yerde gördüğümüz gibi, tapınağın taşları kullanılır. Erice, Sicilya’nın batı kıyılarından Palermo’ya giden yol üzerindeki önemli duraklardan birine dönüşür. 12. Yüzyılda Arap coğrafyacı İdrisi’ye göre, Erice’nin kadınları Sicilya’nın en güzel kadınlarıymış. Daha sonra bir başka yazar, İbni Zübeyr de aynı şeyi söylemiş.


Sicilya’daki Norman idaresi sırasında, Arap kalesinin üzerine, daha büyük bir kale inşa edilir. Böylece tapınak tamamen ortadan kalkar. Bugün bütün bu kutsal alanda hem kale hem de Pepoli Bahçeleri adı verilen manzaralı parklar bulunuyor. 
Trapani şehrinin yakınlarından tepeye doğru tırmanan bol virajlı bir yolla Erice’nin eski kent surlarına ulaşılıyor. Buradaki otoparka araçları bırakmak lazım. Kent surlarındaki Trapani kapısından içeri girildiğinde, şehrin kendine has taş döşemeli dar sokakları karşılıyor. Ortaçağ kent dokusunu mükemmel bir şekilde gözler önüne süren bir atmosfer var her köşede.
İlk olarak Chiesa Matrice görülmeli. Tercüme edecek olursak, Ana Kilise diyebiliriz. Anne Kilise… İlginç! Çünkü burada muhtemelen Hıristiyanlık öncesi, bir tanrıça kültüne ait tapınak vardı.  Erice zaten bereket tanrıçasının merkeziydi. O zaman pek çok yerde gördüğümüz şey burada da yaşanmış ve tapınak kiliseye dönüştürülmüş. Ancak tanrıça kültü tamamen silinmemiş, kilisenin adında yaşatılmaya devam etmiş. Yapı 14. Yüzyıl geç romanesk erken gotik özelliklerle ilgi çekiyor. Çan kulesi yapıdan bağımsız olarak, gözetleme kulesi olduğu sanılan daha eski bir yapının kalıntılarının üzerine inşa edilmiş.
Kentin dar sokaklarında kısa bir yürüyüş yapıldığında yerel ürünler dikkat çekiyor. Ben en çok canlı renklere süslenmiş seramikleri ve sadece buraya ait halıları beğendim. Tabii sokakların bir başka güzelliği ise, geleneksel yöntemlerle mis gibi pastalar ve bademli kurabiyeler yapan fırınlardan yükselen, iştah açıcı kokular! İtalya’nın her yerinde yeme içme keyiflidir ve bu küçük kasaba da bu konuda hiç de geride kalmıyor.


Erice yakınlarında bir de buraya kadar gelmişken mutlaka görülmesi gereken bir de antik kent var: Segesta! Biraz da buradan bahsetmek isterim.
Deniz seviyesinden 305 metre yükseklikte Monte Barbaro adlı tepede kurulmuş olan Segesta, tıpkı Erice gibi bir Elimi kentiymiş. Roma dönemine kadar görkemli bir kent olarak yaşamını sürdürmüş ama sonra, ticaret erbabının kıyıdaki Castellammare del Golfo’ya taşınmaları sebebiyle, yavaş yavaş nüfusunu kaybetmeye başlamış. Roma’nın yıkılışı sonrası Vandallar tarafından talan edilmiş.
Bir sonraki dönemde kenti ve tepeyi Araplar ele geçirmişler. Hatta tepedeki büyük antik tiyatronun bulunduğu yerde bir kale, cami ve hatta bir de mezarlık inşa etmişler. Normanlar da aynı yeri kiliseye dönüştürüp, kullanmaya devam etmişler. Ancak ondan sonra da muhtemelen tamamen terk edilmiş.
Tiyatro, her ne kadar Roma döneminde elden geçmişse de, ana hatları itibarıyla Yunan tiyatrolarının tüm özelliklerini yansıtıyor. Öncelikle manzaralı bir yamacın doğal eğimine yerleştirilmiş oturma bölümleri, hem uzaktan mavi denizin hem de aşağıdaki yemyeşil vadilerin manzarasını gözler önüne seriyor. Oldukça geniş sayılır, 62 metrelik bir çapıyla, yaklaşık sekizbin kişilik bir kapasitesi varmış. Günümüzde hala yaz mevsiminin ılık akşamlarında temsiller için kullanılan tiyatro, kentin önemli miraslarından kabul ediliyor.


Segesta’nın en önemli kalıntısı, Dor nizamında inşa edilmiş olan büyük tapınak olarak geçiyor kitaplarda. Nitekim M.Ö 420lerde inşa edilmiş olan bu tapınak, kimilerine göre hiçbir zaman tamamlanamamış. Bunun için kanıt olarak tapınağın yivleri tamamlanmamış olan çok sayıda sütunu gösteriliyor. Ancak yine de öylesine iyi korunmuş bir şekilde günümüze gelmiş ki, insan 2400 yıllık bir yapıyla karşı karşıya olduğuna inanamıyor. 56 metrelik uzun kenarına 14, 21 metrelik kısa kenarında ise 6 sütun tarafından çevrelenmiş, son derece görkemli bir tapınak burası. Atina’lı bir mimar tarafından tasarlanıp uygulandığı düşünülüyor.


Sicilya, bir önceki yazıda da değindiğim gibi, öyle bir seferde gezip bitirilecek gibi bir yer değil. Tam tamına kendine has bir dünya! Başka bir alem! Dolayısıyla bir başka yazıda daha Sicilya’ya değinmek isteyeceğim.



Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...