Balkanlar /1

Karadag'dayim. Kolasin adinda bir dag kasabasinda. Mayis sonu olmasina ragmen, disaridaki tepelerde hala kar var ve isi sabah saatlerinde 2-3 derece... Yarin daglardan inip, canim Adriyatik'ime kavusacagim. Seviyorum o denizi...Tabii ki Ege ile kiyaslama bile yapilmaz ama yine de hic fena degil. Ustelik vizesiz gidebilecegim yuzlerce adasi var ve benim gibi isloman biri icin, bulunmaz bir cennet!
Dun aksam Kosova'daydim. Avrupa'nin en genc cumhuriyeti! Eski Yugoslavya'dan kalan son parcalardan biriydi ve en sonunda o da Sirbistan'dan koptu: 17 Subat 2008! Su anda pek cok sorunla bogusuyor. Ekonomik ve sosyal dertleri kolayca bitecek gibi degil ama yine de umut dolular. Ozellikle Prizren'de Osmanli'nin o kadar cok izi var ki, Turkce konusmak dogal geliyor insana. Geceyi genc ulkenin mutevazi baskenti Pristine'de gecirdim. Sabah sakir sakir yagan yagmurla uyandim ama dert degil! Sehrin eski mahallelerinde yer alan Fatih Camii'ni ve Yigit Pasa Camii'ni gezdim. Bir kahvehaneye girip, demli bir cay yuvarladim. Ardindan Kosova Meydan Muharebesinin yapildigi kocaman ovadan gecip, Sultan I. Murad'in turbesine gittim. Icim cok fena oldu nedense... Aslinda koca sultan, tam da Tanri'dan diledigi sekilde, once Gazi sonra da sehid olmus... Cansiz bedeni Bursa'ya tasinmadan once tahnit edilmis ve ic organlari sehid edildigi yere gomulmus ve sadece bos bir kabuk halinde kalan beden de Bursa'ya getirilip, Cekirge'deki turbeye konulmus. Butun sultanlar icinde, kendine ait iki turbesi olan yegane padisah Sultan I. Murad Hudavendigar... Ilginc degil mi?
Otellerde internet baglantisi bulabilecek olursam, tipki bu aksam oldugu gibi, Balkan gezim hakkinda kisa da olsa haberler vermeye calisacagim. Bakalim ne kadar basarili olabilecegim? Simdilik bu kadar, hoscakalin...

Balkanlar Öncesi Heybeli

Valizim hazır, az sonra yatağıma uyumaya gideceğim. Önümüzdeki bir ay, evde geçireceğim gün sayısı galiba sadece dört ve ben şimdiden evimi, henüz bir yerlere gitmemiş olmama rağmen özlemiş durumdayım. Bu son bir hafta öyle yoğun, öyle keyifli geçti ki, sürekli İstanbul'da kalıyor olsam, eminim ki bu denli dolu dolu yaşayamazdım. Oysa, yaşadığım hayat şeklinde, şehrimde geçirdiğim günler sayılı olunca, her saat kıymete biniyor. Buradaki her günümü de arkadaşlarıma adıyorum, harika oluyor.
Bu sene İstanbul'da harika bir bahar oluyor; bilmem acaba siz ne dersiniz? Her yer yemyeşil ve taze görünüyor. Bol bol yağan yağmurların da payı yok değil tabii ki... Hava kuzeyli rüzgarlar sayesinde bunaltmıyor, hem de pus iyice dağıldığı için, pırıl pırıl. Bugün baharın en güzel yaşandığı yerlere uğradım. Öğle yemeği için Büyükada ve ardından da az şekerli bir kahve ile tavla keyfi için Heybeli... Heybeli'ye epeydir gitmemiştim, çok özlemişim. Hemen Denizatı'na gittim tabii ki ve İstanbul'daki en iyi kahveyi orasının yaptığına bir kere daha ikna oldum. Bir yandan da gözlerim Enis Batur'u aradı sağda solda. Belki sezonu açmış, gelmiştir adaya diye bakınıp durdum çevreme ama yoktu. Belki de henüz gelmemiştir...
Geçen sene Didi ile yaşadığımız ada günlerini hatırladım özlemle. Aslında hayatımın en zor zamanlarıydı onlar ama yine de çok güzellermiş her şeye rağmen. Didiciğimle beraber bir ağlıyor bir gülüyorduk. Arada Şebo ve Saadet de geliyordu ve hayallere dalıp dalıp gidiyorduk. Denizatı'nda, eğer üç kişiysek "3-5-8", yok eğer dörtlemişsek kadroyu "okey" çeviriyorduk. Öbek öbek ayçekirdeği de cabası oluyordu. Bazen tek başıma adaya gidip, Denizatı'nda saatlerce oturup ders çalışıyordum. Gelip giden gemileri seyrederek hesaplıyordum geçen saatleri. Bazen de arka taraflara yürüyordum sessiz sessiz, kafamın içinde tonlarca düşünceyi ve asla yitirmediğim umutları evirip çevirerek. Verilmiş sözleri düşünüp, onlara saf saf inanıp, mutlu oluyordum kendi kendime. Asla gelmeyecek Godot'yu bekliyormuşum ama bunu o zaman bilmiyordum ki... Üzerinden epeyce zaman geçti, Godot'nun gelmeyeceği kesinleşti, verilmiş olan sözlerin kocaman birer yalan olduğu ortaya çıktı ve yaşam bambaşka bir yöne doğru akmaya başladı. Uzun süre düştüğüm yerden kalkamadım, nefes bile alamadım ama sonunda geçti ve bu fırtınaların üzerine, ilk Heybeli'mi yaptım bugün. Aslında hüzünlü oldu adaya dönüşüm. Yalnızdım, üzerinde hayal kurulacak sözler ve vaatler de yoktu artık ve ben bir senede en az on yaş büyümüştüm. Herşeyden daha da önemlisi Diren de başka bir şehre taşınmıştı ve adamız onsuz daha da yalnız, sanki öksüz kalmıştı. Yine de ilk sızıyı attıktan sonra bol köpüklü kahvemi yudumlarken, şöyle bir arkama yaslandım, derin bir nefes aldım, her ne olursa olsun içimde bir yerlerde hala taze duran özlemi iteleyip, denizin ve gökyüzünün mavisine saldım kalbimden göçen martıları... Herşeye rağmen yine de şükran duydum sahip olduklarım için ve adaya bir kez daha aşık oldum.

Yarın, Kosova, Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya'dan geçecek bir tura gidiyorum. Yaklaşık 9 gün sonra görüşürüz.

İstemek...

Can dostum Pürlen, arada sırada, insanı yerden yere vuran yazılar döktürür. Bazıları Cumhuriyet'te de yayınlanan bu yazıların son örneğini, geçen gün okuttu bana. Üzerinde epeyce düşündük, konuştuk, ağlaştık ve bolca küfrettik. Bakalım sizde ne tür duygular yaratacak? Sadece kadınlar değil, erkekler de, hatta belki özellikle de erkekler okusunlar lütfen:

İSTEMEK

Dizi sahnesi:
Esas kız esas oğlanın evinde ağlamaktadır.
Esas oğlan kızın hıçkırıklar içerisindeki hali karşısında biraz sevgi dolu, biraz da çaresizdir. Ağlamaktan yorgun düşerek kanepede uyuyakalan kızın önce başını ve yüzünü okşayacak, ardından da onu kucaklayarak yatağına götürecektir.
Yarı uykulu yarı baygın kız, yatakta yalnız kalmak istemez ve kendisini yatağa uzatan çocuğun eline son kalan gücü ile sarılıp yalnız kalmak istemediğini söyler.
Esas çocuk direnmez ve çocuğun elini bırakmadan arkasını dönerek yatan kıza sarılarak, kaşık pozisyonunda yüzünü onun saçları ile boynuna gömerek geceyi hiç kıpırdamadan geçirir.

Yukarıdaki sahne biraz bir diziden biraz da hayallerimden alınmıştır.

Bu sahneye gözlerimi kapayarak zihnimde uzun uzun baktım.
Evirdim çevirdim, kızın suskunluğunu, savunmasızlığını inceledim.
Sahnenin diğer parçası olarak erkeğin o sırada kızın yorgun baygınlığı karşısında nasıl sakinleştiğini ve yüzündeki şefkati gördüm.

Tam da bu an durdum.

Tarif ettiğim sahnede sevgi, aşk, şefkat, kadın, erkek ve daha birçok şey vardı.
Bir kadın olarak ne kadar uzun süredir yarımın, yarım olduğunu fark ettim.
Canım, neye ağlıyordu ise ağlasın, o kızın yerinde olmak istedi.

Eksik olan yarımın, kapıdan çıkarken ya da masaya doğru ilerlerken sırtıma hafifçe dokunmadığı için, taksi çağırmadan param olup olmadığını sormadığı, gece gideceğim yere vardığımda onu aramamı söylemediği için eksik olduğunu.
Yarımın biraz çocuk, biraz kadın hissetmeme izin vermediği için yarım olduğumu düşündüm sonra.
Hem ona kabahat buldum hem kendime.

Bu her şeye yeten Amazon kadını olma halinin beni yavaş yavaş içime kapadığını ve yarımla aramdaki mesafeyi süratle açtığını fark ettim.

Zira hayatın hayhuyu içerisinde her şeye muktedir bir eda ile kendinin efendisi olan ve dimdik ayakta duran ben, galiba doğada biraz da benim olmayana soyunarak yarım kalmayı seçtim.

Bu kadar kendini bütün göreni ve göstereni kimse tamamlama gereği görmüyor.

Yanlış anlaşılmasın kadın olanın dünyaya yeteceği hususunda hiçbir endişe taşımıyorum.
Ancak hislerime göre kendimize yetmiyoruz bazen.

Siz de içinizi yoklayın diyorum, kendinizi yarım bıraktırıp, bıraktırmadığınıza bakın.
Sanırım zaman zaman o koltukta ağlayan kadın olmak, yarım kalmamak açısından fevkalade bir doyum olabilir.




Güzel yazı değil mi? Ben çok sevdim ve bazı satırları birkaç kere okudum.



Ey kadınlar! Dünyaları yerinden oynatacağız diye yarım kalmayın lütfen, kendinizi yarım bıraktırmayın! Ve ey erkekler! Kadın güçlü görünüyorsa bile, kadındır yahu! Lütfen ona, kadın olduğunu unutturmayın, hissettirin!

Harem'den Manzaralar

Son bir sene içinde yaşadıklarımı düşündükçe, bazen aklım duracak gibi oluyor. İnsanın hayatı kısacık zaman dilimleri içinde, aklının bile alamayacağı şekilde değişebiliyormuş, öğrendim. Değişim, dönüşüm, yenilenme ve yeniden başlama her zaman kolay olmuyor ama bir kez de olup bittikten sonra, ardınızda gördüklerinize kendiniz bile inanamıyorsunuz. Tabii her değişim/dönüşüm tereyağdan kıl çeker gibi kolay olmuyor. Benim için yaşanan süreç gerçekten epeyce sallantılı oldu ama şimdi ardımda bıraktığım, üstesinden geldiğim fırtınaları hatırladıkça, kendimle gurur duymanın da ötesinde şeyler hissediyorum. Galiba şimdi "gerçekten" büyüdüm. Mü acaba???
Yaşantımı artık bambaşka bir mahallede sürdürüyorum.: Harem...Dünyanın en güzel günbatımlarının görüldüğü yer! Salonumdan her akşam, tıpkı şu satırları yazarken de yapmakta olduğum gibi, ağaçların arasından görünen denizin üzerine altın rengi pırıltılar saçarak batan güneşi izliyorum. Gökyüzü ve deniz aynı renge bürünüyorlar. Renk paletini anlatmaya dilim yetmez, öylesine muhteşem! Turuncu, pembe ve mor renklerin aynı manzarada buluştuğunun, bu denli farkında olmadan yaşıyormuşum bugüne kadar. Vapurların düdükleri uğurluyorlar giden güneşi, sabahları da Selimiye Camii'nin müezzinleri haber veriyorlar yeniden gelmekte olduğunu... Bazen sabahları, limana giriş yapmak için çılgın manevralar yapan şilepleri seyrediyorum hayran hayran. Kocaman vinçler, dünyanın değişik köşelerinden gelmiş, renk renk konteynerler indiriyorlar limana. Çocukluğumdan beri büyülemişlerdir beni, gemiler, limanlar ve o devvv vinçler. O konteynerlere bakıp bakıp iç geçiriyorum ve aklıma kendi konteynerim, valizim geliyor. Ben de yaşamımı o konteynere yükleyerek, dünyanın dört bir yanına savrulup duruyorum biteviye...
İçinde pek fazla vakit geçiremesem de, evimde olmaya bayılıyorum. Bu evde yaşadığım her akşam için, her günbatımı için, durup durup şükrediyorum. Uzun zamandır yaşantımda olmayan bir şeyi, sonunda bulduğum için şükrediyorum: HUZUR... Sular duruldu, fırtınalar dindi ve artık nefes alırken, bir türlü dolmak bilmeyen o feci boşluk, sanki biraz ufaldı. Planlar yapıyorum deli gibi... Hangisini gerçekleştirebileceğimi bilemiyorum ama en azından varlar... Hoş "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan O'na planlarından bahset" derler ama kimin umrunda?! Ben yeniden hayal kurmaya başladım ya, o yeter!
Eve gelirken, dolmuştan Çiçekçi'de iniyorum. Sevimli bir mahalle... Hiç bilmezdim eskiden... Mis kokulu bir ekmek fırını, efendi şoförlerinin olduğu bir taksi durağı, lezzetli pastalar börekler yapan bir pastanesi, benim için elzem şeyleri bulabildiğim Migros'u, eve de servis yapan balık restoranı, kebapçısı, anahtarlarımı yaptırdığım çilingiri, acil durumda imdadıma yetişen elektrik tesisatçısı , tam teşekküllü bir eczanesi, sıra sıra, birbirini tanıyan esnafıyla, harika bir mahalle burası. İhtiyaçlarımı aldıktan sonra, kendimce "Uzun Tur" olarak adlandırdığım yoldan eve gelmeye bayılıyorum. Yokuş aşağı indikçe muhteşem bir manzara seriliyor her açıdan. Sokaklar denize iner gibiler hep... Kafamı sola çevirdiğimde, Selimiye kışlasının dev kulelerini görüyorum. Sağa baktığımda ise, İstanbul'umun tarihi yarımadası uzanıyor altımda. Bütün Harem'i, otogarı ve feribot iskelesini tepeden seyreden parkın kenasından yürüyerek geliyorum evime. Yavaş yavaş... Tıngır mıngır...Koşmadan...Manzarayı içime çeke çeke... Topkapı Sarayı, Galata Kulesi, Ayasofya, Haliç... Hepsi, her gün eşlik ediyorlar bu ritüelime...
Şimdi güneş battı artık. Akşam ezanı da okundu, bitti... Kuşlar da sustular zaten. Dışarıdan, çooook uzaklardan, nazlı vapurların, otogardan Anadolu'ya çıkan otobüslerin ve ısrarla korna çalan minibüslerin sesleri geliyor... Bu sesler bana dışarıda tüm hızıyla sürmekte olan bir yaşam olduğunu hatırlatıyorlar ama ben bu hareketin dışındayım şu anda: Evimdeyim ve huzurluyum...
Zor oldu ama OLDU!

Anadolu Sonrası İstanbul Keyfi

Haklıymışım! Anadolu bir harikaydı. Her yer rengarenk çiçeklerle bezenmişti. Kimi yerlerden geçerken, zevkten aklımı yitirecek gibi oldum resmen. Allahım! Herkesin soluk ve pastel renklerle tarif ettiği Konya Ovası, nasıl da capcanlıydı! Bir kere, bu baharda bol bol yağış almış olacak ki, bütün ovadaki hakim renk yeşildi. Aradaki binlerce çiçeğin tonlarını nasıl anlatmalı ki acaba? Mor - ki bilen bilir, benim en sevdiğim renktir- bu kadar mı çeşitli olabilir? Gelincikler bu kadar mı kırmızı, katırtırnakları bu kadar mı sarı olur? Bütün ova festival görünümündeydi adeta. Antakya -yine- delirtici lezzetleriyle, disiplinle sürdürmeye çalıştığım rejimimi darmadağın etti. Humus, acılı ezme veee herşeyden önce zahter salatasıyla aklımı başımdan aldı ve yanına da tek rakıyı ekleyince, elveda diyet! Kimin umrunda? Olacaksa böyle olsun, keyiften içelim, dertten değil! Bu arada Antakya'daki San Simeon Manastırı'nda ufak bir kaza geçirdim: Bir kayanın üzerinden diğerine atlarken, alttaki kayanın boşta duruyor olması nedeniyle, resmen küt diye suratımın üzerine düştüm. Artık nasıl düşmüşsem, millet bir anda, yaşayıp yaşamadığımı görmek için tepemde toplandı. Meğer kafamın taşa vurduğu anda çıkan ses, yarılan bir karpuz sesi gibiymiş! Neyse, verilmiş sadakam varmış ve kafam da epeyi sağlammış ki, hala taşıdığım bir kaç çürük ve sıyrıktan başka hasar olmadı. Biraz da gururum incindi tabii ama o kadar da olsun. Neyse ki akşamına, yukarıda bahsettiğim güzel yemekler, keyfimi yerine getirdi. Akşam yatağıma yattığımda, kazayı neredeyse unutmuştum ki ertesi sabah tutulmuş sırtım ve boynum bana başımdan geçenleri yeniden hatırlattılar. Hala da o tutukluk sürüyor! Neyse, geçer!
Bu arada Kapadokya da yemyeşildi. Bütün vadilerin diplerinde, çiçekler açmıştı. Zelve'nin ikinci vadisi de kapanmış, bilmiyordum. Aslında, neredeyse iki senedir oralara gitmediğim için, sanki herşeyi ilk defa görüyormuşum gibi heyecanlıydım ama bir yanım da tuhaf bir ruh hali içindeydi hep. Anadolu turlarına çıkmadığım bu iki sene zarfında yaşamımda ne kadar çok değişikilk olduğunu hep hatırlayıp durdum. Oraya iki sene önce son defa gitmiş olan İko ile geçen hafta gitmiş olan İko arasındaki değişiklikler, kelimelere sığdırılacak gibi değil. Bu değişiklik sadece saç rengim değil tabii ki... Okumasını bilene!
Bu arada bambaşka bir güzellik de tur boyunca karşılaştığım arkadaşlarımın beni gördüklerinde nasıl şaşırdıklarını ve sevindiklerini farketmek oldu. Kaygısızca sohbet etmeyi özlemişim, iyi geldi.
Şimdi bir hafta kadar buralardayım. Sonra da Haziran boyunca, yurtdışında olacağım. İşte bu yüzden uzun süre göremeyeceğim dostlarla olabildiğince vakit geçirmek istiyorum.
Şu sırada, salonumun penceresinden görünen manzarayı acaba nasıl tarif etsem? Güneş, bulutların altından yeniden çıktı ve her yeri altın rengine boyadı. Ağaçların arasından gördüğüm Boğazın üzeri pırıl pırıl... Vapurlar geçiyor nazlı nazlı... Güzel bir gün batımı olacak galiba. Öyleyse, kendime güzel bir akşam sofrası hazırlayayım ben de şimdi. Hoşçakalın!

Gergiev ve sonrası... Aşk yeniden!




Gergiev sonrası yaşam asla aynı şekilde devam etmiyor. Galiba yeniden aşık oldum:))) Anlaşılacağı gibi konser çok iyiydi. 13.000 kişilik koccaaaa spor salonu neredeyse hıncahınç doluydu. En çok bunu kıskandım. Konser programı Rus bestecilerden oluşuyordu. İlk olarak Rachmaninoff, " Senfonik Danslar" ardından Prokofieff "5. Senfoni"ve bis olarak da Mussorgksy "Bir Sergiden Tablolar" ... Daha ne olsun??? Konserin ilk bölümünde sahneden uzak bir noktada oturuyordum ama ikinci bölümde, şefi tam karşıdan gören bir noktaya sızdım ve Gergiev'in, parmak uçlarıyla orkestrayı yönetmesini, yine kendimden geçercesine izledim. Hele o saçlarını sol eliyle düzeltmesi yok mu? Darmadağın etti beni yine! Neyse şaka bir yana, konser sonrasında gruptaki herkes mutluluktan uçuyordu. Zagreb'te böyle bir etkinliğe denk gelmiş ve üstelik de turun yoğun programı içinde buna vakit ayırabilmiş olmamız, herkesi çok sevindirmişti. En çok da beni tabii ki!
Şimdi İstanbul'dayım. Yarın Adana'ya uçup, ardından Antakya, Kapadokya, Pamukkale ve İzmir hattında, St. Paul'un izinde bir Anadolu turu yapacağım. Grup, papazların da olduğu, 90 kişilik bir İtalyan grup. Paralelimde, sevdiğim bir rehber arkadaşım var ve işin ağır yükünü ona yıkmayı düşünüyorum ama onun bundan haberi yok henüz. Tur sırasında yazmaya fırsatım olacak mı bilemiyorum ama ne olursa olsun şimdiden şunu söyleyebilirim: İtalyanca turlarımı da özlemişim ve baharda Anadolu yollarında olmak güzel!


Hirvatistan 2009

Ne diyeyim? Ben galiba bu ulkeyi pek seviyorum. Su anda baskent Zagreb'de bir internet cafe'de oturmus yazmaktayim. Hava cok sicak. Saat 20.38 ve disarida harika bir aksam var. Az sonra meydanlara, parklara yayilmis kalabaliklara katilip, keyifle yuruyerek otelime donecegim.

Tur sirasinda hava muhtesem oldu. Ne cok sicak ne cok soguk... Her yan yemyesil, baharin en taze halleriyle doluydu. Gecen hafta yazdiklarimda hakliymisim: Gelincikler, katirtirnaklari ve mis gibi kokulariyla pitosborumlar insani cilgina ceviriyordu. MUHTESEMMM!

Grup pek sansliymis bence. Neden mi? Gorulebilecek her seyi fazla fazla gorduler: Split Piskoposundan tutun da, Porec Eufrasius Basilikasi'nda dugune kadar. Zagreb Naif Sanat Muzesi, Ivan Mestrovic Atolyesi, Jarun Golu... Hepsi de basta hesapta olmayan harika surprizler oldu.

Bugun Zagreb de bizi buyuk bir surprizle karsiladi: Valery Gergiev yonetiminde Londra Filarmoni! Yarin aksam ARENA adindaki yepyeni spor kompleksinde! Daha onceki yazilarimi okumus olanlar Gergiev'e hayran oldugumu iyi bilirler. Onu onceki sene Viyana'da Mariinsky Theatre ile izledigimden beri acaba bir daha nerede gorebilecegim diye dusunup durur olmustum. Kismet Zagreb'eymis! Sanirim Rachmaninoff ve Prokofief ile dolu harika bir program bekliyor bizi...

Aklima hain fikirler geliyor bu arada. Kisin belki bir iki ay Zagreb'de yasayacagim. Bu kenti de gittikce daha fazla sevmeye basladim. Medeni, kulturel faaliyetleri zengin ve bizim memlekete oranla oldukca ucuz! Az once parklardan gecerken, birbirleriyle sarmas dolas olmus opusen gencleri izledim(ayip olmasin diye goz ucuyla tabii ki) Serilmisler yemyesil cimenlerin uzerine, BAYILDIMMM... Bir de baska bir parkta bikinisiyle guneslenen genc kizlar vardi. Bir Allahin kulu da bakmiyordu bile. Aslan gibi de guzel kizlardi oysa:))Boyle manzaralar gormeyeli ne kadar cok oldu bizim oralarda. Neredeyse mini etek bile giyilmeyecek sehirde! Gittikce muhafazakarlik agir basiyor ve bizler mahalle baskisi yasiyoruz aslinda. Demiyorum ki Taksim Meydani'nda guneslenelim ama en azindan parklarda opusen gencleri rahat birakalim! Tabii parklarimiz da, opusen genclerimiz de kaldi mi, onu bilemiyorum artik!

Simdilik bu kadar. Iyi aksamlar herkese...

Yeniden Hırvatistan ve ardından Anadolu...

İnsan sürekli olarak - benim gibi- dünyanın değişik köşelerindeyse, evinde geçirdiği zamanlar tatile dönüşüyor. Bir haftalık ev tatilim bitti ve yarın sabah erkenden yoldayım yine. En sevdiğim ülkelerden birine doğru uzanacağım: Hırvatistan... Neyse ki bu bir hafta boyunca harika şeyler yaptım: Baharı yaşadım...Arkadaşlarımı gördüm bol bol. Adaya gittim, hala mimozalar vardı. Erguvanları seyrettim. Yemekler yedim, eğlenceli. Sinemaya gittim, gülmeye... Ne diyeyim? Hakkını verdim yani! Şimdi sırada harika bir seyahat daha var.
Bu seyahatte Bosna Hersek'ten başlayarak Dalmaçya kıyılarına ineceğiz. Sonra kıyı kıyı Adriyatik şeridinden kuzeye devam edip, son olarak başkent Zagreb'e ulaşacağız. Normalde yılın bu zamanı, her yer katırtırnakları ve gelinciklerle dolu olur. Bir yanımda henüz tazeliğini Akdeniz mevsiminin kavurucu sıcağına kurban vermemiş yamaçlar, öbür yanımda mücevher gibi serpiştirilmiş yüzlerce adasıyla insanın aklını çelen lacivert deniz...Adriyatik! Umarım hava da yardımcı olur ve tadını çıkartırız...
Sevindiğim diğer şey de, bu turun hemen ardından uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapacak olmam: Anadolu Turu! Eteria'nın papaz gruplarıyla yaptığımız klasik turlardan biri olacak ve ben iki senedir bunu yapmadığım için biraz heyecanlıyım. Allahtan turda tek başıma değil de, çok sevdiğim bir rehber arkadaşımla paralel olacağım. Böylece işin yükünü paylaşmış olacağız. Üstelik Mayıs ayında Anadolu da en az Adriyatik kıyıları kadar güzeldir. Kapadokya'da bazı ağaçlar hala çiçektedir ama Çukurova'da buğdaylar iyice büyümüşlerdir bile. Akşehir, Sultandağı üzerinden Dinar'a inerken kesin gelincikler vardır. Hatta haşhaş tarlaları mor ve beyaz çiçekleriyle insanı deli etmeye birebirdir. Nazilli civarında taze çilekler çıkmıştır. Menderes ovası yemyeşildir. Afrodisyas da papatya ve gelinciklerle doludur. Efes'te de iç gıcıklayıcı kokularıyla katırtırnakları açmıştır... Memleketim de pek güzeldir velhasıl! Galiba Anadolu'yu da özlemişim ben...Eeeee...Kolay değil! 24 sene! Rehberlik işte böyle bir şey, insanın ruhuna işliyor. Hayatımın yarısından çoğunu bu şekilde yaşadım ben. Başka bir iş yapmak da aklımın ucundan bile geçmedi şimdiye kadar. Seneler boyu mevsimlerin dönümünü Anadolu yollarında yaşadım. İlkbaharla birlikte uyanan tabiatı, yavaş yavaş yeşilden sarıya dönen tarlaları seyretmek en sevdiğim şeydi. Konya ovasında pancar veya Menderes ovasında pamuk yüklenmiş traktörlerin bölge kooperatifleri önünde kilometrelere varan kuyruklara girişlerini seyretmeyi de çok severdim. Bir de hasatı kaldırdıktan sonra, tarlaları temizlemek için çiftçilerin yaktıkları ateşlerle, alev alev parlayan geniş düzlüklerden geçmeye de bayılırdım. Hele bu geçiş akşamüstü günbatımı saatlerine denk gelirse, hepten geçerdim kendimden. Alacakaranlıkta göz kırpar gibi parlarlardı o ateş öbekleri...Sanırım bu sene bir kısmını yeniden görebileceğim. Ne güzel!
Anlayacağınız dostlar, bahar keyfim devam ediyor...
Haa, unutmadan... Didi Ordu'ya gitti ve yerleşmeye çalışıyor. Karadeniz bölgesi haberlerini de ondan alırız artık:)) Hadi Didiiii!!! Bağlat bir an evvel şu internetini!

Didi Güzellemesi


Bundan 5-6 sene önce, birileri Didi ile bu kadar yakın, bu kadar ayrılmaz hale geleceğimizi söyleseydi, kolay kolay inanmazdım. Oysa şimdi durum çoook başka. Didi olmadan nasıl yaşarım bilemez haldeyim. Birkaç hafta görmeyeyim, burnumun direği sızlıyor, kolum kanadım kırılıyor. Hayatımın en zor dönemlerini onunla paylaştım ama bütün o zorluklarına rağmen hep çok ama pek çok güldüm. Yeri geldi çok ama pek çok ağladım. Diren de kimi zaman benimle güldü, kimi zaman ağladı. Ben de onunla tabii...Zira onun yaşamı da korkutucu dönemeçlerden geçiyordu tam da o sırada. Birbirimize yaslandık, yürümeye devam ettik. Hangimiz takılıp düşerse, öbürü hemen yetişip yerden toparladı diğerini. Birbirimize aile olduk, en çekirdeğinden... Yaşamımın en büyük hareketini Didi sayesinde yapabildim. O olmasaydı, ben hala yerimde sayıyordum büyük ihtimalle. Ve şimdi Didi gidiyor yepyeni bir maceraya...Ordu'da otel açacak ve müdürlüğünü yapacak. Heyecanlı mı heyecanlı! Pek de fazla aşina olmadığı sularda yüzecek olmanın tedirginliği var üzerinde ama ben biliyorum ki herşey harika olacak. Yorulacak ama müthiş bir donanım/deneyim kazanacak.

Dün akşam "Altın Günü Dörtlüsü" Bostancı Evi' nde son bir defa bir araya geldi. Amaç bir yıl boyunca, orada yaşamış olduklarımızı hatırlayıp evimize veda etmekti. Ettik de...Bu dörtlü artık bir daha Ordu'da bir araya gelebilir gibi duruyor. Tabii ki ben daha önce gideceğim, o başka...

Didiciğim, My Lucky Star,

Sana tüm kalbimle, herşeyin en iyisini diliyorum. Yeni maceranda, her zaman, ne olursa olsun yannda olacağım. Sen benim ailemsin ve seni çok seviyorum...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...