Yıl Sonu...Yine...


İnanılmaz bir hızla geçti yine bir sene daha. Hayatımda bir sürü değişiklik oldu, pozitif anlamda bu sefer. Sağlığım yerinde, sevdiklerimin de öyle ve dolayısıyla keyfim yerinde. İşimden çok memnunum, tam istediğim, arzu ettiğim tempo ve kıvamda gidiyor. Bildiklerimi paylaşabileceğim, aktarabileceğim güzel ve uygar bir ortamın içinde bulunduğum için çok şanslıyım. Hem iş yerim, hem çalışma arkadaşlarım, hem de beraber yola çıktığım insanlar, bir masanın etrafına toplandığımızda sohbet edebildiğim, ekmeğimi bölüşebildiğim nitelikte insanlar. Türkiye'nin kokuşmuş, gösterişperver ve tamahkar kitlesiyle kuşatılmış olduğumuz bu ortamda büyük lüks değil midir bu saydıklarım? 
Ve tabii medeni durumumda da bir değişiklik oldu. Hoş, pratikte hayatımızda bir değişiklik olmadı ama işin resmi evraka dökülmüş olması ve parmağımda severek taktığım alyansımın olması, bana güzel duygular yaşatıyor. Dört buçuk yıldır sürdürdüğümüz aile hayatımız, artık daha da büyük bir anlam kazandı. Evlenmeden önceki sohbetlerimizde hiçbir şeyin nasıl olsa değişmeyeceğini söylerken, evlendikten sonra manevi anlamda büyük bir değişiklik içine girdiğimizi hem hayret hem de mutlulukla fark ettik. Demek ki kazın ayağı öyle değilmiş! Demek ki o ''bir imza'' fark yaratıyormuş! İçsel olarak en azından! 
Bu yılbaşı turda falan değilim. Artık yılbaşlarında ve Aralık ayının 8'inden sonra turda olmayacağım. Bundan sonraki çalışma zamanlarımı planlarken, öncelikli olarak bunları dikkate alacağım. Aslında yılbaşlarında çalışmama kararımı çok önceden vermiştim ama geçen sene, söz vermiş olduğum için VİYANA FİLARMONİ YENİ YIL KONSERİ turuna gitmiştim. Müthiş bir 31 ARALIK akşamı geçirip, harika bir konsere tanık olmuştum. İnsanın ancak hayallerinde görebileceği bir şey, benim için gerçeği dönüşmüştü. Fakaaatttt!!! 1 OCAK sabahının tüm tazeliğiyle, otelin restoranına erkenden kahvaltıya inip, kendimi defterimin sessizliğine gömmüşken, burnuma doğru sallanan bir işaret parmağı, her ne yaparsan yap, mutluluğun insanın içinden gelen bir durum olduğu gerçeğini yüzüme vurmuştu. Bazı insanlar ne yaparsan yap mutsuzdular ve öyle de kalacaklardı! Böyle yaşamak onların tercihiydi zira! Ben de o anda, daha önceki senelerde aldığım ''1 OCAK sabahlarımı kötü enerjilerle kirletmeme'' kararıma ani bir dönüş yapmıştım. İşte bu sebeple, bu yıl ve inşallah bundan sonraki yıllarda da, yılbaşlarında çalışmayacağım. Sevdiklerimle, eşimle beraber olacağım. Bu çok daha önemli!!! 
2013 benim için güzel geçen bir sene oldu. Pek çok sevdiğim dostumla bir arada, güzellikler paylaşarak, manevi anlamda da gelişerek geçirdiğim bir dönem oldu bu yıl. 2014'de de bu büyümenin, gelişmenin süreceğini umuyorum. 
Kitaplar okudum çok güzel... En çok etkilendiğim yazar, İzlandalı yazar OLAF OLAFSSON oldu. The Journey Home adlı eserini bitmesin diye sayfalarını yavaş yavaş çevirerek okudum. Şu anda da onun Walking into the Night isimli bir başka romanını okuyorum. Eskinin ''Büyük Roman'' geleneğini günümüze taşıyan son derece yetenekli bir yazar olduğunu düşünüyorum. Onun yazdıklarını okurken aklımdan Thomas Hardy ismi geçiyor. O lezzette bir yazar. Eğer benim gibi ÇILGIN KALABALIKTAN UZAK romanını sevmiştiyseniz,Olafsson'un yazdıklarını da çok seversiniz kesinlikle... 
Bir başka sevdiğim kitap, otobiyografik unsurlar içeren ve yine İZLANDA'yla ilgili bir eser oldu. Ripples from Iceland AMALIA LINDAL isimli Amerikalı bir kadın yazarın, 1949-1972 yılları arasında İzlanda'da yaşarken kaleme aldığı bir memoir aslında. O yılların İzlanda'sının yokluklarla savaşan, içe dönük gibi görünse de başkalarının işini merak eden ve hatta bazen dedikodu seven ve pek çok yönüyle insanı çok zorlayan bir coğrafya olduğunu, bugün dünyanın en medeni ülkelerinden biri olsa da bir zamanlar kadınları neredeyse yok sayan, sınırlayıcı ve kapalı bir zihniyete sahip bir ülke olduğunu  anlatan bir kitap. Zaten ilk çıktığında epeyi acı eleştirler almış İzlandalılardan. Yazar da çareyi uzaklaşmakta bulmuş. Zaten artık yürümeyen evliliğini de bitirip, Kanada'ya göçmüş sonunda. Ama bu kitap benim 2013 favorilerimden biri oldu resmen...
Tabii baştacım ENİS BATUR!!! Bu yıl da 6 kitap çıkardı yine... Oku oku bitiremedim. Başucumda tuttum sürekli... 2014'e de taşıyacağım bir kısmını şüphesiz...



ARTS-In Viyana'da

Yıllardır hayalini kurduğum bir şeydi: Bir resim atölyesinde, beceremesem de, bir şeyler yaratabilmek!!! Sanatla uğraşmak, o yaratıcı havayı solumak ve sevdiğim dostlarla bunları paylaşmak.  Evet, hala yeteneğim olmadığı ve hiçbir şey yapamadığım konusunda kendimle mücadele halindeyim ama olsun, eninde sonunda ortaya kayda değer bir şeyler çıkarabileceğim, biliyorum...
Neyse, konu benim sızlanmalarım değil. Esas konu şu: ARTS-IN ekibiyle harika bir gezi yaptık. Atölyemizin ilk kültür&sanat gezisini, müzelerini gezmek ve sergilerinde kendimizi kaybetmek hedefiyle VİYANA'ya yaptık. Neden Viyana? Viyana, çünkü ben o şehri ve müzelerini çok iyi biliyorum. Viyana çünkü müzeleri bir harika! Viyana, çünkü sergiler de bu mevsimde hızlanıyor. Ve tabii ki Viyana, çünkü o güzelim şehir müziğin başkentlerinden...Ve biz 6-10 Kasım arasında, sabahtan akşama kadar müzeleri, sergileri gezdik, nefis yemekler leziz pastalar yedik, Filarmoni'de konser, Devlet Operası'nda bale izledik. Zenginleştik, döndük... 
Sabiha Gökçen'den kalkan Pegasus uçağıyla, rahat bir yolculuk sonrası, Viyana'ya vardık. Önceden ayarladığım transfer hizmeti sayesinde, hiç vakit kaybetmeden otele vardık ve hemen şehir merkezine indik. Eski kent merkezinde güzel bir akşam üstü yürüyüşü yaptık ve o akşam yemeğimizi, 1905'ten beri hizmette olan ünlü schnitzel'ci Figlmüller'de yedik. 
Ertesi günkü programda Viyana Sanat Tarihi Müzesi'ni gezdik. Sanat tarihi okuyan herkesin mutlaka görmeyi hayal edeceği pek çok klasik eseri orada gördük. Başta Bruegel olmak üzere, Vermeer, Arcimboldo, Dürer, Cranach, Rubens, Caravaggio, Rafael,yarım günümüzü aldı. O gün öğleden sonra Leopold Müzesi'ne gittik. Viyana'nın ünlü müzeler semtinde yer alan bu modern müze, bütün dünyanın en önemli Egon Schiele koleksiyonuna sahip. Ayrıca 1900 yılı Viyana'sının da tüm önemli isimlerini barındırıyor. Gustav Klimt, Oscar Kokoschka, Kolo Moser, Richard Gerstl ve o dönemde Viyana'yı Avrupa'nın en gözde kenti yapmış herkes orada. Bir de Kokoschka sergisi olunca, günün diğer yarısını da orada geçirmiş olduk. O güzel günün sonunda bizi bir de müthiş konser bekliyordu: Viyana Filarmoni'nin evi Musikverein'da, en sevdiğim orkestralardan biri olan, Lepzig'in Gewandhausorchester'ı, yine çok sevdiğim ünlü İtalyan şef Riccardo Chailly yönetiminde Brahms'ın eserlerinden oluşan bir konser hazırlamıştı. Salon süper, orkestra harika, solist mükemmel olunca, hepimiz kendimizden geçtik.
Üçüncü gün modern müze MUMOK, çağdaş sanat salonu KUNTSHALLE ve günü taçlandırmak için Secession'da Klimt'in Beethoven Frizi ziyaretleri yaptık. İlginç sergiler izledik ve erken akşam yemeğimizi Cafe Central'de yemeyi tercih ettik. Zaten çok severim orayı...Neo-Gotik iç mekan, tarih kokan atmosfer ve olağanüstü lezzetli pastalarıyla, her Viyana seferimde uğradığım yerlerden biridir Cafe Central... 
Dördüncü gün sabah uyanır uyanmaz kendimizi Belvedere Sarayı'nda bulduk. Müze daha açılmadan kapısına dayandık. Niyetimiz ilk iş olarak Klimt'in ünlü The Kiss tablosunu görmekti. Tabii müzede sadece Klimt yok. Schiele başta olmak üzere bütün Viyana 1900 ekibi, Avusturyalı Empresyonistler, Biedermeier dönemi sanatçıları hepsi o müzedeler. Gruplar halinde Klimt'in Kiss'ine akın edip sonra koşa koşa müze dükkanına akın eden uzakdoğuluların aksine, önce diğer bütün katları ve salonları gezdik ve sonunda ''pastanın üstündeki çilek'' olması için Klimt'e gittik. Yalnız açık konuşayım ki benim için o sabahın sürprizi başkasıydı. Tabii bunda Belvedere Sarayı'ndeki eserleri daha önceden defalarca görmüş olmamın da etkisi vardı. Benim için esas kazanım Aşağı Belvedere'deki Emil Nolde sergisi oldu. Hele Nolde'nin Nazi yönetimi tarafından yasaklı sanatçı konumuna düşürüldüğü zamanlarda gizlice yaptığı suluboyalar var ya, aldı götürdü beni... Bu kadar içsel, bu kadar kendiliğinden ve bu kadar samimi olamaz hiçbir şey! Hala gözlerimi kapattığımda o resimleri görüyorum. Hatta, abartmıyorum, döndüğümden beri geceleri rüyamda o sergiyi yeniden geziyorum. 
Öğleden sonra Albertina'da başka bir sergi vardı: Matisse ve Fovistler. Renklerin nasıl korkusuzca kullanıldığını görmek için Fovistlere bir bakmak lazım. Kırmızı bulutlar, pembe caddeler, yeşil kumsallar... Alışıldık renk paletlerini bir tarafa bırakın e gönlünüzden hangi renk geçiyorsa, korkmadan kullanın. İnsan teninde yeşil, mor olur mu demeyin, ben gördüm, oluyor, hem de şahane oluyor... Matisse yapmış, Andre Derrain yapmış... Cesaret!
Beşinci gün, 10 Kasım'dı. Hepimizin aklı ve gönlü saat 09.05'te Türkiye'deydi. Ve yurttan gelen Anıtkabir'e sevgi seli haberleri içimizi umutla doldurdu. Karanlıklar aydınlanmaya başlamıştı... Ve bütün devlet erkanının, Atamızın önünde, kendi tabirleriyle ''sap gibi'' dikildikleri haberleriyle keyiflenerek yurda indik... 

Atölye ARTS-IN Viyana yolunda, Sabiha Gökçen'de uçak saatini beklerken.

Atölye ARTS-IN Viyana'ya vardı. Opera Cafe'de yorgunluk kahvesi...

Dünyanın en ünlü müzik salonu MUSIKVEREIN GROßEß HALL. Namı diğer Altın Salon.

Gecenin solisti ünlü Yunanlı keman virtüözü Leonidas Kavakos ARTS-IN ekibiyle

Atölye ARTS-IN Avusturya Parlamentosu önünde


Avusturya Parlamentosu

Viyana Belediye Sarayı

Cafe Central

Atölye ARTS-IN Belvedere Sarayı önünde

Viyana STAATSOPER'in bu seneki modern perde tasarımı


Anish Kapoor İstanbul'da Sergisi Kapsamında ''Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri'' Paneli Bölüm II

Dün başladığım panel notlarıma geri dönmek ve yazımı tamamlamak istiyorum. 
Anish Kapoor İstanbul'da sergisi kapsamında düzenlenen ilk panelin konusu Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri idi. Panelistlerin kimler olduklarını bir önceki yazıdan bulabilirsiniz. Sadece şunu hatırlatmak isterim: New York MOMA direktöründen tutun da, Berlin İslam Sanatları Müzesi ve Londra V&A Müzesi direktörlerine kadar, dünya sanatına yön veren insanları dinlemek tam bir ayrıcalık oldu ve ben ana be an zenginleştiğimi hissettim.
Dün kaldığım yerden devam edecek olursam, öncelikle Güler Sabancı'nın çok güzel bir sorusuna değinmem gerekir. 
Bundan sonrasını yine günlüğümden aktarıyorum:

Sabancı şöyle dedi: Abu Dhabi müthiş bir müze yaptırıyor. Louvre Abu Dhabi olacak. Şu anda dünyanın her yerinden sanat eserleri satın alıp koyuyorlar. Bu bir şehri dünyanın sanat merkezlerinden, özellikle de çağdaş sanat merkezlerinden biri yapmaya yeter mi? Cevaplar yine bence net değildi ama orada çok hoş bir tartışma ve ardından da ortak karar doğdu: Paranın el değiştirmesiyle birlikte sanat eserlerinin de yer değiştirmeye başladığı gerçeği! Ve bu noktada FREER COLLECTION örneği verildi. (Washington DC'deki ünlü Smithsonian kompleksi içinde Asya koleksiyonu ile tanınan müze) Savaş sonrasının karmaşık dönemlerinde ve Çin'deki halk devrimi çalkantısı sırasında o eserlerin Çin, Japonya başta olmak üzere Asya'nın pek çok ülkesinden toplanıp Amerika'ya getirildiği söylendi. Bugün de başkentin en önemli bulvarındaki nefis bir müzenin içinde sergileniyor bu eserler. Günümüzde de Detroit kenti iflasını ilan ettikten sonra müzesini kapattı. Şehrin ekonomisine katkı sağlayabilmek için müzenin eserleri satışa çıkarıldı. Yani söylenmek istenen şey, sanat eserlerinin çeşitli yollarla yer değiştirdikleri ve bunun da normal olduğuydu. Tabii bu mümkün ama yine de bazı şeylerin yerinde kalmasının önemine de vurgu yapıldı. Ve söz konusu LOUVRE olduğu için, yine o örnekten yola çıkarak şu soru ortaya atıldı: Fransızlar Mona Lisa'yı satarlar mı hiç? Ben adım gibi eminim ki böyle bir şey söz konusu dahi olamaz bir Fransız için...Ve paneldeki Fransız'a, Bay Jarrige'e soru yöneltildi. Jarrige, Musee Guimet'nin eski direktörü, bence hafif kaçamak bir cevap verdi. belki içinde bulunduğu durumda böyle bir diplomatik cevap vermek en doğrusuydu da ondan öyle yaptı. Ve şöyle dedi: O bizim krala hediye edilmişti. O kralın soyu ve mirasçıları hala yaşıyorlar. Biz bir başkasına hediye edilmiş bir şeyi nasıl satabiliriz? Bu mümkün değil...Aile fertleri var zaten bizden önce. Ve yine tekrarlıyorum: Bir Fransız'a silah zoruyla bile Mona Lisa'yı sattıramazsınız! Bazı şeyler yerinde kalmalıdır. Öyle güzel ve özeldir...Ben de aynen böyle düşünüyorum.

Paneldeki önemli konulardan biri de müzeler ve ülkeler arası eser / sanat paylaşımı oldu. Yani eserlerin sergilenmek üzere başka müzelere ve başka ülkelere gönderilmesi... Konuşmalardan ve beden dillerinden anladığım kadarıyla müze direktörleri bu konuda çok dikkatli ve seçici davranıyorlar. V&A'nın direktörü bu konuda üzücü bir örnek verdi: Bir seferinde Mısır'da bir sergi açtık. Ortak sunum için Kahire'ye eserler yolladık. Ancak eserler tamamen zarar gördüler. Bu da bizim için çok büyük bir ders oldu. Bence direktörler haklı. Bu nadide eserler bence de dünyanın, insanlığın mirası ve kim daha iyi bakabilecekse, daha iyi koruyabilecekse onun elinde olmalıdır. Kültür ve sanata ülke bütçesinden önemli paylar ayırıp bunu doğru kullanabilen ülkelerin elinde olmalıdır bu eserler. Değerlerini bilenler ve anlayanlar sahip çıkmalıdır bu eserlere... Yoksa hepsi gerçekten heba oluyor, yok oluyor... Uşak müzesinde yaşanan KARUN HAZİNELERİ felaketini ve bende yarattığı büyük utancı hala unutabilmiş değilim... Hazineyi Türkiye'ye getirebilmek için dünyanın parası harcandı, davalar, avukatlar senelerce uğraşıldı ve sonunda hazine memlekete geldi. Geldi de ne oldu? İlk soyan müze müdürü olmadı mı? Hatırlayanlar olacaktır eminim: Tam bir ''Organize İşler'' dümeniyle o eserlerin kopyaları yapılıp müzeye yerleştirildi ve orjinalleri satıldı. Ayrıca her Berlin'e gittiğimde, Pergamon Müzesi'ni her gezdiğimde ve gezdirdiğimde içim tabii ki cız ediyor ama bir taraftan biliyorum ki eğer o tapınak bizim topraklarda kalsaydı bugün hiç YOKTU!!! Olmayacaktı!!! Bizde maalesef ahlaksızlık öyle boyutlara ulaştı ki, yurtdışındaki eserlerimizin artık orada kalmasını çok daha hayırlı buluyorum. Hiç olmazsa dağılıp gitmez, un ufak edilmezler. 

İki gün boyunca paneller ve sergi sayesinde çok şey öğrendim, ufkum daha da genişledi. İnsanı hayatta tutan şeylerden biri kesinlikle sanat! İçinde sanat olmadan sürdürülen bir yaşamın çok boş ve sıradan olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu yüzden, SSM'ye, Sn.Nazan Ölçer'e, Sn. Güler Sabancı'ya ve bu sergiyi bu şehre taşımak için emek vermiş herkese çok teşekkür ederim. Ve bu sergi vesilesiyle bu paneli düzenleyenlere de kocaman bir teşekkür daha!

Ancaaakkk...Bir de yergim var: Nerede diğer müzeciler? Nerede yurdumun önce gelen galericileri? Nerede sanat yazarları? Nerede bizim sanat dünyamızın kanaat önderleri? İçinde magazin olan  her yere gidip boy gösterirler ama böylesine önemli bir panelde neredeydiler? Düşünün şehrimizin MODERN MÜZESİ'nin başkanı bile o güzelim panelde yoktu! YOKTUUUU!!! MOMA direktörü orada, Londra V&A orada, Berlin, Harvard v.s orada ama İstanbul Modern YOK!!!!! Sn. Oya Eczacıbaşı sadece serginin açılış günü oradaydı. Sergiyi şöyle bir gezip gitti. Sanki rakipler ne yapmışlar acaba diye görmeye gelmiş gibi... Diyeceğim o ki, kırk fırın ekmek yememiz lazım... Lafta bizden iyisi yok ama realitede görgü ve kültür eksikliğimiz aşikar! 

ANISH KAPOOR İstanbul'da... Ve müthiş bir PANEL: Klasik Müzelerde Çağdaş Sanatın Yeri I. BÖLÜM



Çağdaş Sanat denince, aklıma ilk gelen isimlerden biridir Anish Kapoor. Bundan seneler önce New York'taki mabedim METROPOLİTAN Müzesi'nde, sanatçının ayna çalışmalarından birini gördüğümde, hakkında hiç br şey bilmediğim bu HİNTLİ'ye aşık olmuştum. Biraz okuyunca, yaşamını İngiltere'de sürdüren Kapoor'un, alışıldık kalıpları tamamen reddeden yaklaşımını anlamaya çalışmıştım kendimce. Hint kökenli diyorum hala, oysa bal gibi biliyorum ki onun skalasındaki sanat insanlarını, herhangi bir ülkenin sınırlarıyla tanımlamaya kalkışmak, onların özgür ruhuna ket vurmak oluyor bir yerde. Neden milliyetiyle tanımlamaya devam ediyoruz sanatçıları? Bilmiyorum...Sanki Hintli yada Türk veya Danimarkalı deyince bir şey mi değişiyor? Bu kalıbı madem beğenmiyorum, öyleyse bir daha kullanmayayım...
Neyse...Anlatmaya çalıştığım şeyden yine uzağa düştüm.
Eylül ayı beraberinde Kapoor sürprizini getirdi İstanbul'a. Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan sergide, sanatçının granit ve kumtaşı heykelleri başta olmak üzere pek çok eserini görebiliyoruz.
Serginin açılış günü bir de konferans düzenlendi. Anish Kapoor bir powerpoint sunumu eşliğinde, eserlerini ve sanatını anlattı dinleyicilere. Ben Delhi'deki Çağdaş Sanatlar Müzesi'nde Kapoor'un belki de en kapsamlı sergilerinden birini görmüş olduğum için, bu sunumda anlatılan pek çok eseri zaten yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Dolayısıyla benim için, o eserleri bir de yaratıcısından dinlemek bulunmaz bir nimet oldu. 
SSM'deki sergiye gelecek olursak... Bundan sonraki yazacaklarımı günlüğümden direkt alıntılıyorum:

Sergi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Ben Delhi'deki ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ'nde, harika bir Kapoor sergisi gördüğüm için, buradaki biraz hafif kaçtı. Tabii bu tamamen benim kişisel defom. Tabii SSM'ye ve NAZAN ÖLÇER'e haksızlık ya da saygısızlık yapmak aklımın ucundan geçmez. Ne de olsa bu sergi için müze binasında duvarlar kaldırıldı, binanın statiği sonuna kadar zorlandı. Kolay değil bu eserleri buralara kadar getirip sergilemek. Eserler hem kütle olarak ağır hem de yapıyı dönüştürmeyi gerektirecek tarzda talepkar... Bu sergiyi getirmek cüretkar bir proje!!! Bunların hepsine şapka çıkarıyorum tabii ki... Ve teşekkür ediyorum...
Kapoor gerçekten, her anlamda çok yönlü bir sanatçı. Gerek form, gerek malzeme kullanımı ve gerekse boyutlar olsun hep sıradışı işler yapıyor. SSM'deki sergide onun daha çok mermer, kumtaşı ve granit eserleri yer alıyor. Hepsi birbirinden güzel ancak bu sunum Kapoor'u biraz salt YONTUCU konumuna indirgemiş...Lütfen söylediklerim yanlış anlaşılmasın! YONTU SANATI ve SANATÇILARINI hafife alır bir söylem içinde değilim ben... Sadece bu sergideki eserlerin çoğunlukla yontu olarak seçilmiş olması, Kapoor'u daha ziyade bir yontucu olarak algılamamıza yol açıyor ve bu doğru değil demek istiyorum. Özellikle pigment işlerinin olmayışı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, oysa o işler bambaşka bir lezzet içeriyorlar. Keşke olsalardı dedim içimden çok kere...Bir kaç tane duvar işi var. İnsan dokunmak istiyor...Yani duvarda yarıklar var ve içlerinden dışarı taşan, çıkan, püsküren bazı malzemelerle adeta canlı bir doku yaratmış Kapoor. Merak edip yaklaşıyorsunuz...Sanki duvarın içinde bir canlı var... Ya da duvarın kendisi canlı ve yaralanmış, o yaradan dışarı bir şeyler taşıyor...O işler inanılmaz bence... 

Sergiyi gezdikten sonra günlüğüme bunları yazmışım...
Ertesi gün yine SSM'deydim. Müthiş bir panel vardı. Konusu: Klasik Müzelerde Çağdaş Sanat'ın Yeri...
Panelin moderatörü Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman'dı.
Katılımcılar tam anlamıyla bir KİM KİMDİR geçidiydi... Hemen sıralayayım:
Sir Norman Rosenthal- Anish Kapoor İstanbul'da sergisinin köratörü. Londra Kraliyet Akademisi'nin eski başkanı...Karısı da PRADO'nun eski müdürü...Şimdi artık serbest küratörlük yapıyor Rosenthal.
Prof. Dr. Martin Roth- Londra Victoria&Albert Müzesi Direktörü
Dr. Glenn D. Lowry - New York MOMA Direktörü
Prof. Dr. Jean-François Jarrige - Chantilly Şatosu Conde' Müzesi Yönetim Kurulu Üyesi ve benim Paris'teki favori müzem olan Musee Guimet'nin eski direktörü
Dr. Thomas W. Lentz - Harvard Üniversitesi Sanat Müzesi Direktörü
Deepak Ananth - Sanat Eleştirmeni ve Bağımsız Küratör
Prof. Dr. Claus-Peter Haase - Berlin İslam Sanatları Müzesi Eski Direktörü

MOMA'nın direktörü Lowry sadece bir saatliğine geldi ve gitti...Ama o kadarcık varlığı bile yetti ortamı ısıtmaya...
Konu son derece netti: Klasik müzeler, çağdaş sanata da yer vermeli midirler? Vereceklerse ne kadar vermelidirler? 
Günlüğümden alıntılayayım:

Sorunun muhatabı olan yukarıda sıraladığım kişiler genellikle uzun ve karmaşık cevaplar veriyorlardı ama yine de ben duymak istediklerimi duydum:
Müze Guimet'nin eski direktörü bence en net cevabı verdi. Ben de kendisine bir 10 puan verdim. Şöyle dedi: 
''Klasik bir müze, sırf çağdaş sanata yer vermezsek trandlere uymamış oluruz, demode kalırız diye olur olmaz bir çağdaş sanat sergisi açmamalıdır. UYUM olmalı her halükarda dedi. Müzenin içindekilerle diyalog içinde bir sergi olursa ne ala ama sırf çağdaş sanat da yapıyoruz diyerek müzenin ruhuna aykırı şeyler yapılmamalı'' dedi. KATILIYORUM! 
Harvard Ünv. Müzesi Direktörü kendisinden bir örnek verdi:
Bizim müzemiz klasiktir. Müzemdeki 27 küratör de klasik sanatçılardır. Şimdi müzemizde yeni bir salon inşa ediliyor ve orası çağdaş sanat bölümü olacak. Küratörlerim '' Çağdaş Sanat bizi ve her yeri istila ediyor'' diyerek direnç gösteriyorlar ve ben her gün bununla başa çıkmaya çalışıyorum.
Bir ara hafif gerilimli bir ortam oldu. Konu çağdaş bir sanatçının eserlerine kim, nasıl ve hangi parametrelere göre değer biçiyor? Yani bir sanatçının işinin müzelik olmaya yetecek kadar değerli olduğuna kim karar veriyor? Güzel soru! Ve burada sanat piyasası spekülasyonlarına değinildi hafiften. Salondaki herkes bunu yakalayabildi mi bilmiyorum ama sanat eserleri alan/satan insanların el birliğiyle, o sanatçının eserlerini müzelere sokturmak gayretinde olduklarını, hatta baskı yaptıklarını çünkü bu sayede o sanatçının eserlerinin fiyatının yükseldiğini söylediler. Yani bir tür ARTIST UPGRADE! Spekülasyonun ağa babası!!! O laftan sonra müzayedeci RAFİ PORTAKAL salonu terk etti. Tesadüf mü sadece yoksa üzerie mi alındı? Kötü niyetli miyim?

Bu yazıya yarın devam etmek istiyorum. Yarın Güler sabancı'nın sorduğu çok güzel bir soruyla başlayan harika bir tartışma konusuna değineceğim.

Sonbahar???

Hayıırrrrr!!! Henüz hazır değiliiimmmmmmm!!! Bırakın beni ben denize gitmek istiyorummmmm!!!
Bodrum'dan yeni dönmüş birinin bu sözleri söylemesi hem normal hem de tuhaf... Normal çünkü o insan genellikle tatilin getirmiş olduğu ruh halinden kurtulamamıştır. Tuhaftır aynı zamanda, çünkü kardeşim daha yeni gelmedin mi, doymadın mı tatile? diye sormak istersiniz... Ayıplarsınız o kişiyi hatta ve vakit/para/bilumum şartları bir araya getirip de tatile çıkamamış olan diğer insanların varlığından söz ederek, onu utandırmayı bile düşünebilirsiniz. Ben de tamamen katılıyorum. Yeni döndüm, daha dört gün oldu. Dinlendim ve bol bol okudum. Daha ne olsun? Ama ne var biliyor musunuz? İki hafta içinde sadece ve sadece 2 kere denize girebildim. Bu ne şimdi yaa? Tembellik mi? Olabilir... Ama daha önceki senelerde de farkına vardığım bir durumu bu sene bir kere daha idrak ettim: Ben tatile çıktığımda, özellikle böyle durağan moda geçip, kimsenin benden hiç bir şey beklemediği bir günlük akışa kavuştuğumda, gevşeyebilmem minimum bir hafta on gün alıyor. Ve ben ancak ondan sonra harekete geçebiliyorum ve denize gitme enerjisini kendimde bulabilmek de ancak bundan sonra oluyor. İşte işin özeti bu! Havluları topla, kitabı defteri al, güneş gözlüğü, deniz gözlüğü, keyif sigarası, cep telefonu, pareo, plaj giysisi falan derken bir sürü şeyi doldur çantaya ve atla arabaya in denize... Gittiğimiz plaj da öyle uzak değil ve denizi muhteşeeeemmm!!! Üstelik tam da benim sevdiğim gibi gölgelik bir sürü yeri var ağaçların altında. Ama bütün bunlar büyük bir enerji gerektiriyor benim için. En azından gevşemeye başladığım ilk günlerde bu durumu kaldırabilecek kadar güçlü olamıyorum.  İşte bu durum yine yaşandı ve ben koskoca yaz/deniz tatilinden sadece 2 defa denize girerek geri dönmeyi başardım! Şimdi tabii İstanbul, sonbahara doğru koşarken, yaptığım saçmalığı fark edip, geri dönmek istiyorummmm diye sızlanıp duruyorum. Eh! Akılsızlık!!! Hep böyleyiz işte: Elimizdekilerin kıymetini ancak kaybettiğimizde anlıyoruz. Ben de tatilin, denizin kıymetini dönünce anladım! 
Bodrum'daki yerimiz her anlamda çılgın kalabalıktan uzak bir yerde. Bir tepenin tam üstündeyiz. Çok hoş manzaralarımız oluyor. Kafamı dinliyorum o doğanın içinde. Olağanüstü kayalar var her yerde. Dokunup onlarla konuşuyorum. 
Öte yandan İstanbul'daki arkadaşlarımı özledim her zamanki gibi. Gelince onları görmek çok güzel oluyor. Ailem onlar benim...
Aklım Bodrum'da kaldı tabii ama burada olmak da çok güzel. Biraz fotoğrafla neden bizim o tepeyi sevdiğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Daha ciddi ve kapsamlı yazılarımı önümüzdeki günlerde paylaşacağım.

Hebil Koyu üzerinde Gündoğumu

Bulutlar

Gündoğan üzerinde Günbatımı

Kitaplar Arasında Süprizler


İlginç şeyler oluyor …
Nasıl mı? Anlatayım…
Osman’ın çok sevdiği bir çift arkadaşı var. Handan ve Hasan Saraç… Ben de bir kaç ay önce tanıştım onlarla. Çok tatlı insanlar. Kalamış’ta yaşıyorlar ve çok zarif bir evleri var.  Bir akşam yemeğe gittik onlara ve yine en az yaşadıkları ev kadar zarif bir sofrayla karşıladı bizleri bu güzel aile. Nitelikli bir sohbet oldu o akşam. Tadı damağımda kaldı. Sohbetteki en ilgi çekici noktalardan biri Hasan’ın son zamanlarda yazdığı romanlar oldu. Konuları nereden derlediğini, nasıl işlediğini ve nasıl notlar aldığını anlattı Hasan bize. Hatta ‘’nerede yazıyorsun’’ diye sorduğumuzda, bize çalışma odasını ve masasını gösterdi. Ben tabii zevkten dört köşe olarak o akşamı bitirdim.
Ancaaaakkkk… Hasan Saraç kadar Handan Saraç adı da zihnimde yankılanıp durdu aylar boyu.  Hep içimde bir yerlerde bu adın benim için farklı bir şeyler ifade ettiğini hissettim ama bir türlü çıkaramadım. Taa ki geçen hafta adadaki kütüphanemi şöyle bir yoklayana dek…Ve sonunda buldum: SARI DEFTER!!!
Bundan seneler evvel, beni en çok etkileyen kitaplardan biri olarak hayatımda yerini almıştı bu kitap. Yazmak isteyen, ama nereden başlayacağını bilemeyen, kendine güvenemeyen, kendiyle mücadele eden, içini sarı renkli bir deftere döken, evli, çocuklu, kırklarına yaklaşan bir kadının güncesiydi bu kitap. O kadar etkilenmiştim ki okuduklarımdan  hiç unutmadım. Ben de her defter yazışımda bu kitabı hatırladım.  Benim de sarı defterimin, satır satır doldurduğum kendi defterlerim olduğuna inandım. Adada yaptığım bu keşif çok önemliydi benim için. Ve Bodrum’a gelirken o kitabı yanıma aldım ve yeniden okumaya karar verdim.
Şimdi Bodrum’dayım ve yine yanımda bit ton kitabım var. Eşzamanlı okumalarımı sürdürüyorum her zaman olduğu gibi. Şu sıralarda üç kitabı birlikte okuyorum. Biri SARI DEFTER, diğeri Tezer Özlü’nün DÜNYANIN SONUNA YOLCULUK adlı güncesi, üçüncüsü de İzlandalı yazar Olaf Olafsson’un İngilizce’den okuduğum bir kitabı THE JOURNEY HOME.
İlginç olaylardan birini de okumalarım sırasında yaşıyorum: SARI DEFTER’inde, okuduğu bazı kitaplardan ne kadar çok etkilendiğini yazıyor Handan. Vee ne çıktı karşıma? Tezer Özlü’nün şu an, SARI DEFTER’le eşzamanlı okumakta olduğum DÜNYANIN SONUNA YOLCULUK kitabına göndermeler… Bu tip şeyler beni çok etkiliyor. Yani, ben bu güne dek Tezer Özlü’yü okumadım. Geçen hafta Yapı Kredi Yayınları’na girdim Beyoğlu’nda ve Özlü’nün iki kitabını aldım çıktım. Sonra adada SARI DEFTER’i buldum, Handan Saraç adının bana nereden çağrışım yaptığını sonunda buldum ve seneler sonra yeniden okumaya başladım. Ve orada da Tezer Özlü’nün kitabına işaretler buldum.
Şaşırmayayım mı?
Tesadüf mü?
Tesadüflere inanmam ki ben.
Peki o zaman bu ne?

İzlanda 2013...Bazı Anlar Siyah-Beyaz


Nedense bu siyah beyazlaştırılmış fotoları çok sevdim.

Evet!!! Ennn sevdiğim yerlerin başında gelen İzlanda'daydım yine. Ruhumu arındırıp geri döndüm. Ama çok da şey öğrendim yine. Büyüyüp de geldim her zaman olduğu gibi. Bu konuyu şimdi yazmak istemiyorum ama ileride öğrendiklerimi daha rahat bir anımda kaleme alacağım.
Kısaca söylemek gerekirse:
  • İnsanlar ellerindekinin kıymetini bilemiyorlar, ASLA!!! Kaybedince anlıyorlar ama çook geç oluyor.
  • Sen, takdir edilmese bile en iyisini yapmaya ve vermeye çalış!
  • Her şey bir sınav ve bu sınavlardan geçince insan büyüyor.
  • İzlanda'da yaşarım paşalar gibi.
  • Tanrı'nın ÇOK insanın AZ olduğu yerler bana iyi geliyor.
Devamı daha sonraya... 




Dettifoss

Husavik Katedrali

Skaftafell 

Husavik Limanı
Husavik Limanı


Yaz Geçerken

Bu yaz ayları hızlı mı geçiyor yoksa bana mı öyle geliyor? Bunu özellikle sevgili arkadaşım Tütü ile sık sık konuşuruz. O, bir yaz çocuğu olmasını da etkisiyle, yaz aylarını pek sever. Ben onun kadar düşkün değilimdir yaz aylarına. Hatta sıcakla başım hiç de hoş değildir. Daha da ötesi, laf aramızda, ben aslında kış aylarını severim. Havaların erken kararması bile sorun olmaz benim için, bu durum da hoşuma gider aslında. Güneş ve kumsal kızı hiç olmadım hayatımda. On dakikadan fazla güneşte kalırsam, içime fenalık gelir.  Denizi severim sevmesine de illa içinde olacağım diye bir kaide de yok yani... Su kenarında olmak bana yeter. Dağları da en az deniz kadar severim. Hatta dağ manzarasını deniz manzarasına tercih bile edebilirim. Neyse, konu dağıldı yine... Başta da diyordum ki bu yaz ayları hızlı mı geçiyor ne???
Aslında Tütü çalıştığı zamanlarda şöyle derdi: Zaten yaz dediğin ne ki? Toplasan 10 tane hafta sonu ediyor!!! Neyse ki şu son yıllarda kendini emekli etti de, artık daha uzun bir yaz dönemine kavuştu. Ama haklı gerçekten. Çalışanlar için, hele hele İstanbul'daysan eğer, o hevesle beklediğin yaz aylarından elinde kalan, en kabadayısından 10 adet hafta sonu oluyor!!! Bozdur bozdur harca misali!!! Ben ise, çok yoğun çalıştığım zamanlarda, yaz ayları dendiğinde hep ''Back to Back'' yani arka arkaya attığım turları düşünürdüm. Allahın 50 derece sıcağındaki Efes'ler, öğle güneşindeki Kapadokya'lar, bitmek tükenmek bilmeyen Pamukkale yolları, elektrik parasından tasarruf olsun diye chiller'ları gece kapatıldığında hamama dönen ucuz otel odaları, pilav yoğurt dışında bir şey yeme gafletine düşersen  cırcır olduğun açık büfeler eşlik etti senelerce yaz aylarıma. Tabii her mesleğin cilveleri var, bizimkiler de biraz bunlardı...Amaaaaaaa... Öyle şeyler vardı ki karşılığında, yine de vazgeçemiyordun, ben de vazgeçemedim senelerce... PARA değildi benim için...ASLA olmadı!!! Benim için bazı anlar güzel ve özeldi. Mesela: 

  • Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde üst üste yığılan grupların arasında, omuz omuza müze gezisini kan ter içinde yapıp bitirdikten sonra, müzenin bahçesinde gölgeli bir köşede diğer rehber arkadaşlarla geyik yapmak
  • 700 kilometrelik Kapadokya-Pamukkale hattını bitirip otele gelince, aynı yoldan geçmiş rehberanla bir masada toplaşıp, sohbetleşmek
  • Zelve'deki büyük ceviz ağacının gölgesinde serinlemek
  • Kuzu akşamı rehber odası geyiği
  • Grupların dönüş transferi sonrası hep beraber soluklanma (En iyi grup giden gruptur)
  • Afrodisias DOĞA RESTAURANT...
  • Topkapı Sarayı'nda, Konyalı'da rehber masası
Aklıma bir çırpıda gelen şeyler bunlar... Ben galiba Anadolu turlarına çıkmayı özlemişim biraz:)) Ama dedim ya, benim hayatımda, para amaç olmadı hiç bir zaman. Evet, tabii ki hayatımı sürdürmek için para kazanmam gerekiyordu ama neredeyse 25 sene, sadece para kazanmak için de her gece evden ayrı da yaşanmaz be arkadaş!!! Başka motivasyonlar gerekir! Başka bir sevda girer işin içine... Ben de bu işin arkadaşlarla yaşanan kısmını sevdiğim için uzun seneler keyifle yapabildim. Bu vesileyle, senelerce aynı tozlu yolları, aynı masaları, aynı otel lobilerini, aynı sabah erken transferlerini paylaştığım rehber arkadaşlarıma sevgi ve selam olsun! 
Ama hayat değişiyor, ben artık bir süredir Anadolu turları yapmaz oldum. Annemin vefatıyla yaşamaya başladığım süreçte, mesleki hayatımda radikal bir dönüşüm oldu. Sadece yurtdışı turlar yapmaya başladım. Ama yine de bazen, bu akşam olduğu gibi, o eski günleri özleyip, yad ediyorum... Kimbilir, belki senede bir iki tane tur yapar, memlekette ne var ne yok bir bakarım... 
Dedim ya, yazın ortası oldu artık. Benimkisi hızlı geçiyor. Kısa bir süre sonra çok sevdiğim İZLANDA turuma gideceğim. Özledim o toprakları... 
Büyükada, İtalya, Datça derken, Temmuz bitmiş neredeyse... 
Umarım devamı da şimdiye kadar geçtiği gibi keyifli geçer... 
Kabul ediyorum, saçma bir yazı oldu. Başlarken aklımda bambaşka şeyler vardı ama yazı kendiliğinden böyle aktı. Biraz eski tur günlerime güzelleme gibi oldu, varsın olsun!!! Go with the flow!!! 

Datça ve İtalya... Ardından ÇALIŞMA MASASI

Neredeyse yaz bitti!!!
Gerçekten de bazen böyle hissediyorum. Elde güzel şeyler var ama...Boşa gitmemiş bir zaman dilimi... 
Öncelikle Datça, Osman'ın sergisi nefis geçti. Serginin hazırlığı, heyecanı, kitabı, çerçevesi derken zaman nasıl uçup gitmiş hiç anlamadık. Büyük gün gelip çattığında, jetonumuz bir anda büyük bir gürültüyle düştü. Sergi açıyorduk!!! UKKSA'da güzel bir topluluk katılımıyla, ressam İbrahim Çiftçioğlu'nun sunuşu, Datça Belediye Başkanı Sayın şener Tokcan'ın da katılımı ve güzel konuşmasıyla anlam kazanan harika bir açılış oldu. Yerel şaraplar ve meyveler eşliğinde, güzel müzik ve zeytin ağaçlarının desteğini de alarak, çok güzel zaman geçirdik. 
Serginin ilerleyen günlerinde çeşitli şehirlerden gelen dostlarımız da bu maceramızı daha da zenginleştirdiler. Hepsine kocaman bir teşekkür!
Ardından İtalya'ya gittik...
Toscana ve Umbria!!!
Hiç dönmek istemedim.
Küçük şehirlerde kaldık. Ortaçağ atmosferini olduğu gibi koruyan, doğası da bozulmamış, gözüdönmüş kapitalizme kurban edilmemiş yerlerden geçtik. İnsan olduğumuzu hatırladık. Kimse bizi kazıklamaya kalkmadı. Kimse hak etmediği parayı kazanma çabasında değildi çünkü... Yemekler yedik, hakkını ödedik. Küçük ve son derece nezih otellerde kaldık, ederini ödedik. Kimse eşeği boyayıp zebra diye yutturmaya kalkışmadı... Akşamları yürüyüşler yaptık aydınlatılmış ortaçağ sokaklarında. Her geceyarısına doğru dondurmalar yedik maaile sokaklarda dolaşan İtalyanlarla. Otellerde, otel sahiplerinin hiç gocunmadan valiz taşıdıklarına, çöp döktüklerine, müşterilere çay kahve taşıdıklarına ve gelenlerin arabalarını park ettiklerine tanık olduk. Otel derken, öyle ''antin kuntin'' işletmelerden bahsetmiyorum. Bunlardan kimi bir kaç yüzyıllık Toscana çitfliği, kimi de onbeşinci yüzyıldan kalan Dükler Sarayı'nın misafirhanesiydi... Spoleto'da, asil bir ailenin eski sarayında kaldık, sahibi zarif mi zarif hanımefendi her sabah taze kek yapıp, kahvaltı büfesine getiriyordu. İşte o zaman anladık: Tarlan varsa içinde, teknen varsa kıçında, işin varsa başında olacaksın kardeşim!!! FARK BU!!! Gocunmadan, üşenmeden, severek çalışırsan eğer, başarı senin olur... Bizde öyle mi? Hangi doğru dürüst işletmenin sahibini böyle görüyorsun işin başında? Hemen hemen hepsi bir işletme müdürü diye birini bulup oturtur işin başına, ondan sonra seyreyle gümbürtüyü... Haa, bir de kalitesiz hizmete dünya kadar para istemeyi de başarı sayarlar. Benim de halkımın ''cebi dolu görgüsü boş'' kısmı, buralara paraları basıp, o beş para etmeyen işletmelere hem para, hem sözde statü, hem de küstahça bir temelsiz özgüven kazandırırlar. Olan bizim gibi parası kendine göre daha kıymetli, hesabı daha temkinli ama dünya görgüsü daha fazla olup da, kalite talep edenlere olur... Kazıkları yer yer otururuz ve en sonunda evimizden dışarı çıkmamaya başlarız. 
Neyse, yine yaşlı kadınlar gibi söylenmeye başladım. 
Fotoğraflar da koymayı umuyorum ileride...
Şimdilik bu kadar!!! Artı Bir Kanal'da Haberler başlamak üzere. Artık başka kanal izlemiyorum. Ya HALK TV ya da ARTI BİR!!! Keep on Chapulling!!! 

Haa!!! Bir de unutmadan: Artık Şişli' de de bir çalışma masam oldu!!! BAYILIYORUMMMMM!!! Yani artık yazı köşem var!!! Yazmamak, üretmemek için hiç bir bahanem kalmadı artık...

Yazmak...Ya da yazmamak...

Yazı denince akan sular duruyor benim için ama yine de bir tuhaflık var benim yazıyla olan ilişkimde. Eli kalem tutan biriyim, o belli...Yani gerçek anlamda da elimden kalem düşmez. Sabahları kalkar kalkmaz ilk iş olarak bir kahve hazırlayıp, SABAH SAYFALARI adını verdiğim defterimin başına otururum. Defterin boyutuna göre, 3 sayfa da olur, 5 sayfa da... Kimi zaman coşarım, anlatacaklarım içimden dökülür ve o zaman 8-9 sayfaya kadar çıktığı olur yazdıklarımın. Sonra ağzımda bir laf sürekli: Bir kitap yazmam lazım!!! Evet, lazım da...Ne bekliyorsun kardeşim? Elini tutan mı var? Aklını mı toparlayamıyorsun? Eskiden olsa vaktim yok derdin, olay geçerdi. Oysa şimdi kendime vakit de yarattım. VAKTİM VAR!!! E o zaman, neyi bekliyorum ben hala? Evde sürekli bilgisayar başındayım. Elimde sürekli bir takım defterler, kitaplar ve kalemler. Ama eksik olan şey belli: DİSİPLİN! YAzı öyle baştan savılacak bir şey değil. Yazı öncelikle sebat, disiplin ister. Masa başına oturmanı ister. Sosyal medyayı kapatmanı, hatta cep telefonunu bile ortadan kaldırmanı ve sadece içine dönmeni ister. Yazı kıskançtır, seni kimseyle paylaşmak istemez; sadece onun olmalısın. Yazı dürüstlük ister, kendine ve yazdıklarına. Yazı senin zamanını ''her gün'' ister. Öyle ilham gelsin yazayım dersen, otur yerine, başla yazmaya ilham gelir der sana... Gerçekten de öyle... Masa başına oturup, bir şeyler yazıktırmaya (böyle bir fiil olduğunu sanmıyorum ama aklıma çiziktirmek fiilinden geldi) başladığında, bir şeyler oluyor ve içindeki dışarıya dökülüveriyor. En azından bir kıpırdanma başlıyor içinde ve ondan sonra, kendiliğinden çözülüyorsun. O an çok nefis bir an. Hiç bitmesin istiyorsun. Hep öyle bulut gibi hafif olmak istiyorsun. Ellerin tuşların üzerinde uçuşuyor ya da deftere yazıyorsan eğer, kalem tutan elin bir anda hafifliyor ve satırların arasından sıyrılıveriyorsun. Nefis bir his... Hep böyle kolay olsa diyorsun. Su içer gibi, nefes alır gibi yazsam diyorsun...Sonra bir şey oluyor: Kapı çalıyor, telefon geliyor, akıllı telefonuna bir mesaj düşüyor çeşitli tonlamalarda. Eğer önemli bir şey mi acaba diye eline alırsan o telefonu, işin bitti demektir... Çünkü gayriihtiyari email gelmiş mi, facebook'ta ne olmuş, bana yorum var mı diye dalıveriyorsun batağın içine, saplanıp kalıyorsun, çıkamıyorsun. Ondan sonra ilhamkaçtı oluyor (bu da benim tamlamam) ve tıkanıp kaldığına lanet okuyorsun. Bu nokta BATTI BALIK YAN GİDER noktasıdır. Zira geri dönüp de yeniden konsantre olacak kadar özdisiplinin olmadığından yazı maceran en azından o günlük bitmiş demektir.
İşte bu ahval ve şeraitte dahi aslında sana düşen şey, o akıllı telefonu bütün seslerini kısarak bir tarafa koymak, eğer sana ait bir odan varsa kapısını kapatmak ve yazdıklarının son üç dört satırını ya da son paragrafını okuyup, yeniden yazmaya koyulmaktır. Burada sen diyerek, sanki birine hitaben yazıyormuşum gibi ama aslında kendimle sohbetteyim şu anda. 
Neyse, bu yıl artık yazı çıkacak. Çıkmalı...Çıkartmalıyım...

Osman Erk Fotoğraf Sergisi ''ÇİZGİLER''







Büyük gün yaklaştıkça beni daha da fazla heyecan sarıyor. Haziran'ın son iki haftası, eğer yolunuz DATÇA taraflarına düşerse, YAKAKÖY'deki UKKSA'ya uğrayın. 15 Haziran'da başlayacak bir fotoğraf sergisi ilginizi çekebilir. Osman'ın değişik yerlerde çektiği fotoğraflardan oluşan, ilginç bir sergi. Konusu ÇİZGİLER!!! Çağdaş, neredeyse minimalist diyebileceğim nitelikte, tam Osman'ın analitik düşünce yapısını yansıtan kareler... Öyle romantik gün batımları, mavi deniz üstü yeşil ağaç beklerseniz çok yanılırsınız! Hiç de öyle değil!!! Dışarıdaki bakir doğayla tamamen tezat oluşturacak nitelikte, sıradışı fotoğraflar bunlar ve sergilenecek ortam da müthiş bir yer: UKSSA, yani Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi... http://ukksakademi.com/
Biz geçen Eylül ayında, birkaç günlüğüne Datça taraflarına kaçmıştık. Selimiye ve Bördübet'e de uğradığımız bu gezinin en sürprizli yanı bu sanat akademisi olmuştu; ben çok etkilenmiştim. Orayı gezmeye gittiğimizde, bu sanat vahasını kuran kişinin, Osman'ın eski dostlarından Nevzat Metin olduğunu görüp, daha da çok keyiflenmiştik. Sonrası çorap söküğü gibi geldi... Ve Haziran ayında, 2 hafta boyunca, Osman'ın fotoğrafları bu ilk görüşte aşık olduğum yerde sergilenecek...
Bu sergi için, bir de nefis katalog/kitap yaptırıyor Osman. Bütün arkadaşlarına hatıra olarak sunacak... Çok güzel, ÇOOKKK!!!

İstanbul Mail Art Sergisi





Dün büyük gündü bizim için. Arts-In ekibinde, özellikle de işin lokomotifi olan sevgili Meral'de doğal olarak tatlı bir heyecan vardı. Dünyadan akıp gelen 67 eserle birlikte, Türkiye'den gelen 37 eseri, atölyemizde sergileyecek olmanın mutluluğu, yüzlerimizden okunuyordu. Serginin hazırlık aşamasını ben birebir yaşamıştım. Yani MAİL ART prensiplerine uygun olarak, Meral'in gelen her eseri fotoğraflayıp, bu sergi için özel olarak açılmış olan blogda yayınlamasını, her gelen eserin sahibine, yine MAİL ART prensiplerine uygun olarak, kendisinden bir eser göndermesini, o eserlerin gönderiminde kullanılacak zarfların titizlikle hazırlanmasını saygıyla izlemiştim.  Maalesef, eserlerin yerleştirilmesi işine yardımcı olamadım ama belki de iyi ki olmamışım. Zira dün atölyeye girdiğimde bir de ne göreyim? Duvarlarımız daha önceki KÜÇÜKLER sergimizden alışık olduğum gibi eserle dolu ama bu sefer ayrı bir güzellik var: Bazı eserler tavandan sarkıyor!!!! Kalın şeffaf plastik bir materyal üzerine, eserler öyle bir özenle yerleştirilmişler ki, bu sayede eserin her iki tarafını da görebiliyorsunuz. Zira MAİL ART'ta eserin içi, dışı, zarfı kısaca her tarafı işleniyor...Kimi sanatçılar resimlerle, kimileri şiirlerle, kolajlarla ama herkes kendi tarzına göre duygularını ve mesajlarını aktarıyor. Bu tavandan sarkan sergilemeyi geçen haftalarda NewYork Guggenheim'daki Japon GUTAI sergisinde görmüş ve çok etkilenmiştim. Orada da posta kartı boyutundaki eserlerin sergilenmesinde aynı yöntem uygulanmıştı. BAYILDIM!!!! Hilal arkadaşımız, Meral'e yardım etmiş ve ortaya gerçekten nefis bir iş çıkmış. Ellerine sağlık...
Tabii burada aslan payını MERAL AĞAR'a vermek lazım. O bu işi yarattı, takip etti, haberleşti ve sergiyi düzenledi. Teşekkürler sevgili MERAL, hepimize ilham veriyorsun!!!
İşte size dünkü sergi günümüzden birkaç kare...
Meral beni açılışta MAİL ART üzerine minik bir sunum yapmak üzere görevlendirince, bana da konuşma yapmak düştü. İki de eserim vardı. Onları da yeniden paylaşırım... 






New York İzlenimleri

İki hafta önce New York'taydım. Önce küçük bir grupla ve ardından da arkadaşlarımla harika vakit geçirdim bu çok sevdiğim şehirde. Oralarda yaptıklarımı daha önceki yazılarımdan birinde aktarmıştım. Şimdiyse bazı instagram fotoğrafları ile birkaç izlenim paylaşmak istiyorum. Aslında bu fotoğrafları ingilizce sanat blogum olan www.ikosworld.blogspot.com üzerinden paylaştım ama orası henüz çok taze bir blog olduğu için her dostuma ulaşmayabilir. Buradan da tekrarlamak istedim. 

Central Park beni her zaman çok etkilemiştir. Neden mi? Çünkü emlak ve arazi fiyatlarının inanılmaz seviyelerde olduğu MANHATTAN gibi sıkışık bir yerde, sadece eğlence ve dinlenme için bu kadar büyük bir alan bırakılmış olması, bana her zaman bir mucize gibi gelmiştir. Bilenler bilir: Central Park'ın yüzölçümü, MONACO Prensliği'nden büyük! Tabii bu tam anlamıyla bir uygarlık göstergesi. Para kazanmak uğruna, bizde, her bir metrekareye AVM ve REZİDANS dikildiği için, ben böyle şeyler karşısında etkileniyorum. Orada TOKİ yok tabii ne yazık! Bizimkiler gibi uzak görüşlü, engin ufuklu yöneticiler de yok tabii...İşte o yüzden, şehrin göbeğindeki bu park, yıllardır yerli yerinde duruyor. Kimse burada eskiden kışla vardı deyip, parkı yok etmeye çalışmıyor...O yüzden, işte size iki güzel kareyle, central Park'tan bahar getirdim.

 Bir akşam ünlü Metropolitan Operası'nda Verdi'nin Rigoletto'sunu seyrettim. Eser, yorumcular ve orkestra her zamanki gibi müthişti tabii ama benim orada yapmayı esas sevdiğim şey, en alt kata inip, duvarlardaki eski fotoğrafları izlemek. İşte aşağıdaki fotoğrafı, oraya inen merdivenlerden çektim. 
 Bahar her yere sirayet etmişti. SOHO'daki en trendy mekanlardan THE MERCER KİTCHEN'da da bahar dalları nefis bir manzara sunuyordu. Yandaki kurabiyelerle...
 New York'un en iyi gizlenmiş sırlarından biri, şehrin en şık otellerinden Le Parker Meridien Hotel'in içinde yer alıyor. Otele girdiğinizde, son derece etkileyici bir lobi ile karşılaşıyorsunuz ama sürpriz o değil! Esas sürpriz, lobideki bordo kadife perdeli duvarı izleyerek ulaştığınız yerde bekliyor sizleri: The Burger Joint! Şehrin en gırgır yerlerinden biri bence... Döküm saçım, duvarları yazılarla dolu... Ama nefis bir hamburger, eski usül patates kızartması ve buz gibi birasıyla insanı resmen baştan çıkarıyor. Aşağıdaki kare de oradan bir izlenim... 

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...