Masumiyet Müzesi


Orhan Pamuk bu sefer daha kısa cümleler mi kuruyor acaba??? Şebnem Ferah'ın kulakları çınlasın! Neyse... Geçen gün vapurda başladığım kitabı severek okumaktayım. İlk 80 sayfası su gibi aktı adeta. Konu da aşk olunca, insan kendini alamıyor resmen. Hepimizin aşkla ilgili acı tatlı bir sürü anısı var ya satırların arasında tanıdık bir çok şey buluyorum. Bazı yerlerinde kendi kendime gülümsüyorum, hatta not defterimi çıkarıp cümleleri oraya kaydediyorum. O sırada yanımda olan arkadaşlarıma okuyorum hemen. Mesela:


  • Onun için aşk, bir insanın uğruna bütün hayatını verebileceği, her şeyi göze alabileceği bir şeydi, evet. Ama hayatta da bir kere olurdu.

  • Çok mutluydum. Ama bu, aklımın ölçerek anladığı bir mutluluk değil, tenimin yaşayarak tanıdığı ve daha sonra sıradan hayatın içinde, bir telefon açarken ensemde, acele acele merdiven çıkarken kuyruk sokumumda ya da dört hafta sonra nişanlanmayı kurduğum Sibel ile Taksim'de bir lokantada yemek seçerken göğsümün ucunda hissederek hatırladığım bir şeydi.

  • Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez.

  • Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.

  • ....aşkının aldığı korkutucu boyutu ilk Füsun itiraf ettiği içi, oyunu o kaybetmişti....Nereden, hangi rezil tecrübelerden edinmiş olduğumu bilmek bile istemediğim içimdeki "aşk bilgesi", tecrübesiz Füsun'un, benden daha içten davrandığı için "oyunu" kaybettiğini sinsice müjdeliyordu bana.

Tabii bu güzel "aşk dolu" cümlelerle birlikte, aslında benim gibi "Ulusalcı" tayfasının pek de hoşlanmayacağı bazı söylemler de yok değil. Özellikle Atatürk devrimleri ile ilgili bazı cümlelerde, biraz alıngan ve hassas davranırsak, kekremsi!!! bir tat bile bulabiliriz ... Ama neyse...Bunlara takılmadan kitabı okumayı sürdüreceğim zira iki sene sonra kitabın konusu olan müzenin kendisi de açıldığında, eşi benzeri olmayan bir durumla karşı karşıya olacağız. Şimdiden yıpratmamak lazım diye düşünüyorum.


Geçen gün bir arkadaşım, kitap için yapılan medya bombardımanını fazla bulduğunu söyledi. Sayfa sayfa ilanlar, NTV'de özel röportajlar v.s ona biraz fazla gelmiş. Onu tamamen haksız bulduğumu söylersem dürüst davranmamış olacağım. Ben de bu yapılanları biraz fazla bulduysam da, dünyanın her yerinde bu gibi şeylerin yapıldığını unutmamak lazım. Pek hoşuma gitmiyor ama maalesef günümüzün gerçeği bu galiba. İstemesek de kabullenmek zorunda kalıyoruz. Tabii bir de NOBEL faktörünü göz önünde bulundurmak lazım. Her yazara NOBEL verilmiyor sonuçta! Bizim de TEK NOBEL'li yazarımız Orhan Pamuk! Bir diğeri daha çıkana dek, her türlü "promosyon" yapılacaktır tabii ki. Üstelik "İSTANBUL" benim gönlümün NOBEL'ini de aldı!!! Hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan biri kesinlikle...


Bu arada başka bir konu: Her zaman özenmişimdir şehirlerle birlikte anılan yazarlara... Joyce&Dublin, Kafka&Prag, Pessoa&Lizbon ve daha niceleri...Bizim de Pamuk&İstanbul ikilimizin olması fena bir şey mi ki? Hiç de değil! Ama tabii aslında, Orhan Pamuk'un İstanbul'la olan ilişkisi uluslararası arenaya taşınma fırsatı bulduğu için bu kadar değerli hale dönüştü. Yoksa tabii ki Pamuk'tan çok daha evvel, edebiyatımızda İstanbul'la özdeleşen yazarlarımız, şairlerimiz, ozanlarımız var. Orhan Veli, Sait Faik, Yahya Kemal ilk aklıma gelenler. Nazım Hikmet'in İstanbul'lu şiirlerini neredeyse ağlayarak okurum hatta. Off neyse...Bu konu çooook uzar daha ama benim uzmanlık alanım bu olmadığı için ahkam kesmek gibi bir hataya düşmek istemem doğrusu.


Bu haftaki okumalarım içinde ilk sırayı "Masumiyet Müzesi"nin alacağı kesinleşti. Tadını çıkara çıkara okumayı düşünüyorum ve de heyecanla dünya müzelerini gezeceği kısımları bekliyorum. Bakalım tanıdıklar çıkacak mı?

Gullfoss







İzlanda'nın muhteşem çavlanlarından bir serin sahne göndereyim istedim. Fotoğrafı çeken, sevgili Ali Can Polat... FEST'in kıdemli gezginlerinden:)))



Bu fotoğrafın anlatmak istediği şeylerden biri şu: Avrupa'nın en deli çavlanlarından biriyle aramda hiç bir engel YOK!!!! Yani aslında çok tehlikeli bir şey. Ayağınız kaysa, içindesiniz ve parçanızı bulamazlar...Ama kimin umrunda ki? Dünyanın başka hiç bir köşesinde, tabiatla bu kadar iç içe değilsiniz. Doğanın o saf, yalın, katıksız ve vahşi yanını, aranızda hiçbir perde olmadan, iliklerinizde hissediyorsunuz:))) İzlanda'ya bu denli aşık olmamın sebebi bu olsa gerek!



Aşağıya biraz da bensiz fotoğraflarını koyayım. Yakında kendi çektiğim fotoğrafları da görebileceksiniz ama şimdilik netten bulduklarımla idare edin lütfen.




Muhteşem değil mi???


Aslında inanın bana fotoğraflar çavlanın ihtişamını veremiyor. Arada muhteşem gökkuşakları oluşuyor ve gökgürültüsünü andıran sesi insanın tüylerini diken diken ediyor.


İzlanda'nın üzerimdeki etkisi şöyle oldu: Zaten içsel olarak pagan geleneklere çok yakın hissederim kendimi ya. Mesela dağlara tapınırım ya adeta. (Bazı zirveleri görebilmek için yaptığım yolculular az değildir! Klimanjaro'yu göreceğim diye, üç gün uykusuz beklediğimi dün gibi hatırlıyorum). Neyse demek istediğim, burada da bu tip duygularla, doğanın tüm gücünü içimde hissettim ve uzun zamandır dolmadığım kadar doldum. Adeta kanatlandım... İşte bu yüzden, herkese şunu söyleyip duruyorum döndüğümden beri: Ne yapın edin mutlaka İzlanda'ya gidin! Ama itiraf edeyim ki söylemesi yapmasından kolay zira İzlanda çok çok pahalı bir ülke. Herşey pahalı! Konaklama, yeme içme...Ama yine de her kuruşuna değer! Eğer iyi organize olursanız, her seferinde restoranlarda yemek yemeden, basit yerlerde kalırsanız, tüm servetinizi yatırmadan da dönebilirsiniz:)))

Her şehirde mutlaka turist bilgilendirme merkezleri var ve son derece iyi yönlendirmeler yapıyorlar. Konaklama, otobüs ve uçak biletleri, kamplar ve termal merkezler hakkında her türlü bilgiyi bulabilirsiniz. Ayrıca şu site de size ilk bilgileri sağlamakta yardımcı olur şüphesiz: http://www.icetourist.is/

Umarım gidersiniz, umarım siz de benim gibi mutlu olursunuz.

Afrodisias Şiirleri







Cumhuriyet Kitap'ın bu haftaki kapak konularından biri, en sevdiğim yerlerin başında gelen Afrodisias'la ilgili bir şiir kitabı olunca, dergi elimden düşmedi bütün gün. Eve dönerken de kitabı alıverdim hemen: Doğuran Doğurtan Afrodisias Şiirleri... Arkeoloji ve Sanat Yayınları'ndan çıktı.



Afrodisias'taki yeni müze binasının mimarı olan Cengiz Bektaş, inşaatı denetlerken, bir de bu küçük şiir kitabını (onun deyimi ve yazış şekliyle) "yaza durmuş". Kitabın içinde Mesut Ilgım'ın harika siyah beyaz fotoğrafları var. Hatta bir sayfada fotoğraf, karşı sayfada da şiirler... Hemencecik okunuyorlar ama içinizden yeniden geri dönüp defalarca okumak geliyor. Neredeyse Haiku tadındalar... Çok beğendim.



Hemen iki örnek alayım aşağıya...




NE Kİ

SEBASTEİONDA

GECE OLUP

ÇEKİLİNCE YONTUCULAR

TANRILARLA KAHRAMANLAR

KENDİ BAŞLARINA

KALACAKLAR

İNSANSIZ NE Kİ ONLAR




AFRODİSİASTA İZİNİZ


SİZ DUVARLARA

OLANI BİTENİ

YAZA DURUN TAŞA

BEN BETİKLER DOLDURUYORUM

ACILARLA




SİZİN YOLLARINIZ

TAŞ TOPRAK

BEN UÇUYORUM

ORADAN ORAYA

KALMIYOR İZİM







CENGİZ BEKTAŞ



Düşünen Kadın II




Gemi turu için limana gitmeye bayılıyorum. Evet, sabahın köründe yollara düşüyor olabilirim ama yine de günün o ilk güzel, serin saatlerini, şehirle uyanarak kutlamak hep hoşuma gitmiştir. Dün de bunu yaptım ve 07.15 vapurunda, demli bir çay eşliğinde, evden yanımda getirdiğim kahvaltımı yaparken, yüzüme çarpan rüzgara teşekkür ettim. Güneş nasıl da güzel parlıyordu ve poyraz sonunda, nasıl da güzel serinletmişti havayı...


Limanda ise dost yüzleri görmek, sabah homurdana homurdana kalkmamın ödülü oldu. Kimini senelerdir tanıdığım arkadaşlarımla kısacık da olsa bir arada olabilmek, yine çok mutlu etti beni. Topkapı Sarayı'nda ise buluşma noktamız, her zaman olduğu gibi, Konyalı'nın bahçe masalarıydı. Herkes bir ağızdan, bağıra çağıra bir şeyler anlatma derdinde idi ve bütün o gürültüye rağmen, herkes birbirini anlıyordu. Rehberlerin özelliklerinden olsa gerek! Aynı anda masanın her tarafındaki değişik sohbetleri takip edip, her birine laf yetiştirebilmeyi başarabiliyoruz. Ortaya çıkan gürültü başkalarına kakafoni gibi gelse de, bizim için bir senfoni!!!


Uzun zamandır yurt içinde tur yapmadığım için, beni gören rehber arkadaşlarım da şaşırıyorlar. Vay sen buralara gelir miydin????? Yahu gelmez miyim??? Benim özüm bu değil mi? Ben senelerdir bu işi yapmadım mı??? Hala yapmıyor muyum??? Ama insanlar artık beni o denli yurt dışı turlarıyla özdeşleştirmişler ki, limanda karşılarında görünce, hafif çapta şok geçiriyorlar. Ben de buna bayılıyorum. Eğleniyorum...


......................................................................................




Dün İstanbul'da dolanırken şunu farkettim: Yaz bitmiş buralarda... Güzel şehrime sonbahar kokuları ve renkleri sızmaya başlamış bile. Hayat ne hızlı akıyor... 2008 başlarken, önümde uzuuuun bir yeni sene var diye düşünüyordum. Şimdi bir de bakıyorum ki, senenin 3/4ü bitmiş bile. Ne arada geçti bu aylar? Nasıl da uçup gitti zaman? Birkaç ay sonra doğumgünüm gelecek ve ben bir yaş daha ekleyeceğim yaşlarıma. Hangi arada oldu bütün bunlar? Tabii bu hızlı akışta, benim yaptığım işin de büyük etkisi var. Birbirinden farklı coğrafyalar ve iklimlerde gidip gelirken, aslında yaşamın kendisini akıttığım gerçeğini unutuyorum galiba. Eskiden İstanbul'a dönmek önemliydi benim için ve bundan dolayı da, arada, dışarıda geçirdiğim zamanların hızla akması işime geliyordu. Şimdi ha İstanbul'da olmuşum, ha Kars'ta...Bunlar farketmiyor artık! Dolayısıyla, geçen zamanın, akıp giden her dakikanın tadını çıkarmaya çalışacağım. Yaşamımın temposunu, mental olarak, biraz yavaşlatacağım. Dışarıdayken de, zaman geçsin diye sabırsızlanmayacağım. Belki biraz meditasyon, biraz içe dönmeyle bunu başarabilirim... En azından denemem lazım. Deneyeceğim...


.....................................................................................................




Dün limanda sohbet ederken, bütün dostlarla şunu farkettik. Sezon başladıydı, bittiydi, o turdu bu turdu derken, hepimiz epeyce büyümüşüz:))) Çocuğu olanlar bunu daha kolay gözlemliyorlar tabii. Ben de daha dün ilkokula başlarken bıraktığım o çocukların şimdi üniversite sınavını kazandığını duyunca, sadece yutkunabildim sessizce. Hepsinin mürüvvetlerini! de görmeye başlarız yakında...


..................................................................................................




Şimdilik bu kadar, artık daha sık yazmaya çalışacağım. Geziler, kitaplar, filmler, konserler... Söz vermiyorum ama bunu da deneyeceğim...








Dün Kaçırdığım Vapurlara...




Ne gündü ama...Koş koş bitmedi işler. Hala koşuyorum...Kadıköy iskelesinde son saniyede kaçırdığım vapurun ardından bakarken aklıma şu şiir geldi. Kimbilir nereden yollamışlardı, hatırlamıyorum ama şiirler dosyama koymuşum, şimdi de buraya koyalım bakalım...




Gözlerin İstanbul Oluyor Birden




Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,


Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.


Martılar konuyor omuzlarıma,


Gözlerin İstanbul oluyor birden.


Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım


Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen


Durgun sular gibi azalacağım


Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.


Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince


Yalnız gözlerime bak diyeceksin.


Ellerim usulca ellerine değince


Kaybolup gideceksin


Bir elim seni çizecek bütün pencerelere


Bir elim seni silecek.


Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere


Senin için yeni baştan can kesilecek.


Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde


Sonra seni kaybetmek hemen her yerde


Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak


Yapayalnız kalmak iskelelerde.


Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,


Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.


Martılar konuyor omuzlarıma,


Gözlerin İstanbul oluyor birden.




Yavuz Bülent Bakiler

İzlanda'ya Devam...


Dedim ya İzlanda bana çok iyi geldi... Orada doğanın içinde (dizimin sakatlığına rağmen) yaptığım uzun, yalnız yürüyüşler, kendi kendimle konuşma fırsatı verdi bana. Bir anda dünyaya başka bir şekilde bakmaya başladığımı hissettim. Eskiden meditasyon yaparken de böyle hissederdim. İnsanın kendi kendisiyle, tüm çıplaklığı ve samimiyetiyle başbaşa kalması, kalbini dinlemesi, herşeyi daha net bir şekilde görmesini sağlıyor. Neyse, konu bu değil... Konu İzlanda' nın artık kalbimde birinci yere oturmuş olması.
Dünyanın hiçbir yerinde, yerkabuğu bu kadar ince değil. Altından hala dumanlar tütüyor. Resmen düdüklü tencerelerin emniyet sübabı gibi, fokurdaya tıslaya sıcak buharlar çıkıyor. Öte yanda ise buzullar var. Hem de öyle böyle değil! Avrupa'nın en büyük buzulları! Vatna mesela... 8400 km2...Az mı?
Sahilleri dünyanın en ürpertici sahilleri olsa gerek. Ya dalgaların deli gibi dövdüğü, kayalıklarla dolu uçurumlar, ya da volkanik siyah kumlarla örtülü, sessiz kilometreler.
Ülkenin başkenti Reykjavik, avuç içi kadar bir şehir. İzlanda' nın milli meclisi Althing burada. 63 milletvekili var ve meclis binası, benim oturduğum apartmandan daha ufak. Bahçeleri ve parkları gözalıcı olmaktan ziyade, işlevsel... Çok şık restoranları ve kafeleri var. Bazı tasarımcıların kendi dükkanları var ve modelleri son derece sıradışı. En büyük kilisesi olan Hallgrimmkirkja, şehrin her yerine dev gövdesiyle hükmediyor. Bence Reykjavik, herkesin mutlaka bir kere görmesi gereken bir başkent. Hiçbir yere benzemiyor.




Ülkenin en büyük ikinci kenti olan Akureyri' nin nüfusu 20.000. Kuzeyin tüm lojistik desteğini burası sağlıyor. Kendi halinde, sakin, sessiz bir kent. Bir tane ana caddesi var, hepi topu 100 metre... Kentin alışveriş merkezi burası olduğu için bütün dükkanlar orada ve bu dükkanların içinde en büyüğü ve önemlisi bir kitapçı! Herkesin buluşma noktası olduğu dışarıdan bile belli oluyor. İzlanda' da çok kitap okunuyor zaten. Çok kıskanıyorum çooookkk!







Burada şimdilik kesiyorum ama devamı gelecek. İzlanda öyle iki satırla bitirilebilecek bir yer değil zaten. O yüzden, en kısa zamanda yeniden yazarım.

Bless bless...








Veee Perde....Sahnede Doğa...İzlanda...



Eve az önce girdim ama bu sefer hiç geri dönmek istemedim. Başlıktan da anlayacağınız gibi İzlanda'dadaydım! Ülke muhteşem, coğrafya büyüleyici, grubumuz ise tam kafa dengiydi. Hava İzlanda ölçülerine göre bir harikaydı. Ortalama 10 derece ama pırıl pırıl bir güneş... Çok çok iyi vakit geçirdim ve sanırım birkaç gün bu konuda yazacağım. En kısa zamanda da fotoğrafları paylaşacağım sizlerle. Fakat başlangıç olarak şunu söyleyebilirim: Eğer "saf", "katıksız" doğa arıyorsanız, tabiatın tüm güçlerini iliklerinizde hissetmek istiyorsanız, buzulların altında alev alev yanan volkanların ülkesi İzlanda, tam size göre. Yerkabuğu o kadar ince ki, dumanı hala üzerinde tütüyor, kıyıların şekli hala değişiyor, toprak çatlayıp içinden magma fışkırıyor, yerin altından çıkan sıcak sular evlerin musluklarından akıyor. Hava o kadar temiz ki, oksijen çarpıyor herkesi! Günde 8 saat kesintisiz uyuduk neredeyse hepimiz. Çooook uzun zamandır bu kadar iyi uyumamıştım. Kısacası dostlar, ruhum arındı ve geri döndüm. Geçenlerde çok sevdiğim birine şöyle dedim: Tabiat o kadar muhteşem ki, Tanrı' ya yeniden tüm kalbimle inanmaya başlıyorum galiba! İşte bana bu duyguları tattıran İzlanda'yı size önümüzdeki günlerde tanıtmaya çalışacağım. Umarım hoşunuza gider...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...