Guarulhos Küçük Eserler Bienali


İstanbul'daki serginin neşesi ve heyecanı geçmeden, Brezilya'dan bir fotoğraf geldi ve içimi açtı: Sao Paolo Guarulhos'ta, Küçük Eserler Bienali adı altında, dünyanın her yerinden gelecek eserlere açık bir sanat buluşması düzenlendi. Buraya kural gereği, en büyüğü 10x15 boyutunda olan eserler yolladık. Bu eserler, bir sergi salonunda ya da galeride değil, bir barda sergileniyor. Çok şeker!!! Açılışta konserler oldu, şarkılar söylendi ve birlikte kadehler tokuşturuldu. Ben nereden mi biliyorum? İnternet sağolsun! Bienali düzenleyenler bütün bu etkinliklerin fotoğraflarını facebook üzerinden paylaştılar. İşte bir fotoğraf da ben koyayım: En önde görülen eserlerden biri benimki üstteki de Türkan'ın...



İşaretlemeyi bilemediğim için ancak tarif ederek anlatabileceğim. Ön planda, sola doğru yeşil kırmızı, sol anahtarı olan bir eser var. O benimkisi. Benimkinin üzerindeki iki eser ise Türkan'ın resimleri... Çok neşeli değil mi?

Bunlar bana heyecan veriyor. Bunlar beni hayata bağlıyor. Hep yapmak istediğim şeylerdi, yapıyorum, bunlara vakit ayırıyorum. Önceliğim bunlar olsun istiyorum. Bir de kitabımı yazabilirsem, işte o zaman keyfime diyecek olmazzzzzz...

Bugün Noel günü...Bir hafta sonra yılın son günü olacak. Ve ben Viyana'nın soğuk havası içinde dolanıyor olacağım. Yeni yıl kararlarımı düşünüyorum. Hedeflerimi düşünüyorum. 2012'de neler istemiştim, ne kadarını başardım, 2013'ten beklediklerim neler, ne istiyorum, ne istemiyorum, önceliklerim neler? Bunların üzerinde kafa patlatıyorum şimdi... 



İlk Sergim / Atölye ARTS-IN'de ''Küçükler''

Eveeeettttt....Hayatımın ilk karma sergisine de katılmış bulunmaktayım...BENNN!!! Rüyamda görsem inanmazdım ama oldu ve şu anda adım bir sergi afişinin üzerinde, 11 tane son derece yetenekli sanatçının adının yanında yazıyor. 
Bizim atölye ARTS IN, son derece üretken, heyecanlı ve nefis insanların bir araya geldiği bir yuva. Ben haftada bir gün mutlaka gidiyorum, amacım iki güne çıkarmak bu çalışmalarımı. 
Atölyemizin lokomotifi Meral Ağar, on parmağında on marifet, süper bir kadın. Onun sayesinde, hepimiz müthiş bir heyecan ve disiplinle sergimize hazırlandık. 
Arts In, Beşiktaş'tan Maçka'ya giderken , son derece merkezi bir yerde bulunuyor. Küçük bir mekan aslında ama şimdilik bize yetiyor. Şimdilik dememin sebebi, çok uzak olmayan bir gelecekte, en az 300 metrekarelik bir yere taşınacağımızın öngürüsünü yapmamdandır.  Evet, eğer Arts In bu hızda ve bu sinerjiyle büyümeye devam ederse, kocaman bir alana ihtiyacımız olacak...


Bu olay benim için çok anlamlı çünkü hiç bir yere, kuruma ya da galeriye bağlı olmayan kimi akademili kimi vakti zamanında çeşitli hocalardan ders almış 12 sanatçı, 12 birbirinden farklı insan,  aynı çatının altında buluşup, müthiş bir konsept içinde eserlerini sergilemek için, İstanbul'un berbat kar trafiğinde buluştular. Onların arasında eli fırça turmayan bir tek ben vardım ki beni bile nasıl büyük bir tevazuyla aralarına kabul ettiler! Türkiye'de, hele hele İstanbul'da, sanatın ve sanatçının genellikle sadece kazanç peşinde koştukları bir galericilik ortamında, acaba bu yaptığım satar mı endişesiyle yapılan ve sonra da sattığı görülünce aynı şeyin sanayi tipi üretimine geçilen sözde üretkenlik batağında, bu insanların yaptığı şey bence müthiş bir şey. Kimsenin himayesi olmadan, kimseden icazet alınmadan, sadece paşa gönlümüz istediği için sergi açıp, yaptıklarımızı eşe dosta sergilemek istedik. Herkes buyursun gelsin. 
Bugün açılış günümüz olduğundan, olayın ikram kısmı da çok kuvvetliydi. Çay, kahve, meyve suyu ve kırmızı-beyaz şaraplarımız vardı. Bulvar pastanesinden tatlılar, tuzlular ve özellikle de ekler pastalar, Öznur hanımın yaptığı susamlı krokanlar, Sorrento'dan limonlu çikolatalar, kıtır kıtır kurabiyeler, çeşit çeşit peynirler... Yedik, içtik, sohbet ettik, defalarca eserlerimizi izledik... 


Ben de dört küçük eserle katıldım sergimize. İki tane de müzik temalı işim vardı. Bunları burada paylaşmak isterim.
Bunlardan biri BACH:


Bir diğeri de sevgili Fazıl Say için yaptığım minik eserim:


Dedim ya, sergimiz bir hafta daha sürecek. 
Beklerizzzzz...


Adres: Atölye Arts In 
Şair Nedim Cad. Kireçhane Sokak. Gül Apt. No 14/3 Beşiktaş






Ferzan Özpetek'in LA TRAVIATA'SI ve NAPOLİ

Bir şehir bu kadar mı deli olur? Bu kadar mı Akdenizli ve bu kadar mı komik olur? Eğer adı NAPOLİ'yse oluyor işte!
Dün akşamüstü döndük Napoli'den. Kısacık bir kaçamak yaptık ve geri geliverdik. Şimdi her sabah yazılarımı yazdığım masamda oturup kahvemi yudumlarken, sanki hiç gitmemişiz de, ben rüya görmüşüm gibi hissediyorum.
Cuma günü gittik Napoli'ye. THY'nin direkt uçuşuyla kolayca ulaştık güneyin bu deli kentine. Uçaktan indik ve bizi otobüsle götürdüler terminale. İçeri girdik ve bir de gördük ki, yanlış yerde indirmişler bizi. pasaport kontrolünden geçmeden, valizlerin alındığı bantların oraya bırakmışlar. Tipik NAPOLİ!!! Neyse ki polisler de bizim havalarda... Hemen gayrınizami olmasına rağmen ,pratik şekilde arkadan dolaştırıp, pasaportlarımıza giriş damgamızı bastılar. Valiz bantında bizi bekleyen hamallar da NAPOLİ'ye geldiğimizi hissettiriyorlardı zira ellerindeki tabelanın üzerinde FEST değil SEFT yazıyordu. Öyle güldüm ki anlatamam! Dünyanın ennn ucubik ülkelerinde bile böyle bir karışıklık yaşamamıştım ama burası dünyanın herhangi bir yeri değil ki, burası LA BELLA NAPOLİ!!! Burada her şey kendine özgü akar! Her şey NAPOLİ'ye göredir. Ya alışır, uyum sağlar ve seversin ya da topukların popona vura vura kaçarsın. Ötesi yok! Ben sevenlerdenim tabii...Hatta abartacak olursam aşık olanlardanım... Napoli gibisi yok diyenlerdenim... 
Bu seferki NAPOLİ kaçamağımızın esas sebebi, Ferzan Özpetek rejisiyle sahneye konulan LA TRAVIATA operasını izlemekti. Cuma akşamı saat 20.30 da başlayan temsilde, Türk olmanın gururunu ve heyecanını yaşadım. Aslında bu tip şeyler, milliyet sınırlamalarının kalktığı, evrensel sanatın ön plana çıktığı ve çıkması gerektiği şeyler ama ben hala duygusal olarak yaklaşıyorum hala. Yani eğer bir Türk yönetmen ödül alıyorsa, kendim almış gibi seviniyorum. Türk sanatçı yabancı sahnelerde alkışlanıyorsa, üzerime alınıyorum. O sanatçının milli kimliğinin esasen bir önemi kalmasa bile, artık milletlerüstü bir konumda olmasına rağmen, benim için hala Türk olarak anılması önemli oluyor. Dolayısıyla nasıl Fazıl Say'ın Salzburg'da dakikalarca alkışlanmasına sevinçle ağladım, Ferzan Özpetek'in de başarılı olup, olumlu yorumlar almasına sevindim.
Napoli'nin operası TEATRO SAN CARLO, Avrupa'nın hatta dünyanın en eski salonlarından. İçi Napoli Krallığı'nın ihtişamını günümüze taşıyan her türlü şaşaayla, kırmızı ve altın renginin patlamalarıyla dolu. Kraliyet locası inanılmazzz...Akustik müthiş ve koltuklar çoook rahat! Evettt... Genellikle eski opera salonlarındaki koltuklar feci rahatsız olurlar ama buradakiler, yenilenmiş oldukları için olsa gerek, son derece rahattılar. Bunda Napolililerin rahatlarına düşkün olmalarının da bir payı olsa gerek diye düşünüyorum. 
Temsil güzeldi. OLAĞANÜSTÜ değildi ama güzeldi. Özpetek'in damgasını vurduğu bence iki yer vardı özellike: Biri uvertürde, sahnenin perdesine yansıtılan VIOLETTA filmiydi. Daha doğrusu, VIOLETTA'nın güzel yüzü, anlamlı bakışları, hüzün ve aşkla dolu ifadesi tüm uvertür boyunca bizi izledi, biz de onu. Ve böylece bir kere daha anladık ki, izleyeceğimiz öykü, bu güzel kadının öyküsü. Başka hiç kimsenin değil! La Traviata'yı oldum olası ok sevmişimdir. Aryalarını dinlemekten hiç sıkılmam. Geçen Nisan ayında New York Metropolitan sahnesinde NATHALIE DESSAY tarafından icra edilen La Traviata'da resmen havaya girip, ağlamıştım. Burada o kadar duygulanmadım ama yine de hoşuma gitti. Her seferinde ynı şekilde duygu patlaması yaşayamam ya! Özpetek'in damga vurduğu ikinci yer ise, VIOLETTA'nın karanlıklar içindeki hasta yatağının etrafında, o karanlığın içinden ışık hüzmeleri eşliğinde çıkıp giren geçmişindeki figürlerin yarattığı flashback'ler oldu. Bence resmen bir sinema filmindeki flashback'ler gibi etki yaratmayı başardı bu güzel düşünce. Özpetek'in yönetmenlik dehasının yansıdığı en önemli iki nokta buraları oldu bence.
Napoli nasıldı peki?
Nasıl olsun? Eğer NAPOLİ İtalya'ysa, ülkenin geri kalanına başka bir isim bulmak gerekiyor bence. Napoli tamamen kendi kuralları olan, ya da olmayan, yemesi içmesi son derece keyifli, nefis bir liman şehri. Manzara müthişşşş!!! Masmavi bir denize yansıyan VEZÜV dağı ufukta yükselirken, etkilenmemek mümkün mü? Tavanlara kadar makarna dolu minik dükkanlar, eski moda buzdolapları içinde etleri ve diğer şarküteri ürünlerini sergileyen kasaplar, içinden süt fışkıran top top mozzarellalar, kaldırım kenarlarında çöp dağları, balkondan sarkıtılan ve yağmurda ıslanmasınlar diye üzerine muşamba gerilen çamaşırlar, daracık sokaklar, içleri neredeyse görgüsüzce, zenginliği göze sokmak istercesine süslenmiş harikulade binalar, sizi ezmek istercesine hızla geçip giden minik motorinolar... Napoli, hiç bir yere benzemiyor yani...Kuzeyin o edepli, ölçülü, saygılı ama biraz da kasık şehirlerine nazire yaparcasına hayat dolu, edepsiz ve ölçüsüz. Ama aşık olunası, orası başka!!! 
Cuma günü yine gidiyorum bir başka grupla. Heyecanlıyım... 





Yine aylar geçmişşşşşşş...Biliyorum çok ayıp, blogu olup da yazmamak, hem de tam bugünlerde, yazıyla iç içe olduğum bir dönemde bloga elimi uzatamamış olmak ne kadar ayıp! Evet, gerçekten çok ayıp ama olmuş olan bir kere. Geri dönüşü yok ve hayıflanacağıma en azından neler yapıp ettiğimi anlatsam, çok daha iyi olur.
Hayatımdaki en verimli dönemlerden birindeyim. İş güç manasında değil. Turlarımın arasındaki zamanı çoğalttım ve artık daha fazla vakit geçiriyorum İstanbul'da. Tabii burada, evde daha kaliteli zamanlar geçirince, uzun zamandır yapmak için çırpındığım, hayallerini kurduğum bir çok şeyi yapabiliyorum. Bu hayallerin başında yazı geliyor hep söylediğim gibi. Yazacak, anlatacak pek çok şeyim var ama bir türlü bunu somut bir şekle dönüştüremiyorum. Ben aslında, işimin de kazandırdığı bir melekeyle, çok da iyi bir hikaye anlatıcısıyım. Bunu hep bildim ama kağıda dökme kısmında hep kendimi kastım, durdurdum. Amaaaaaa...Artık bu gidişata da bir DUR deme zamanım geldi zira işin tekniğini öğrenebilmek için, BÜMED'de MURAT GÜLSOY'un YARATICI YAZARLIK seminerlerine katıldım. Devam ediyor seminerler, artık son haftalardayız. Pek çok konuya değindik ve ben bu seçimi yapmış olduğum için çok memnunum. Bitecek diye üzülüyorum. aslında bu seminerlerin devamı olarak bir de yazarlık atölyesi oluyor ama benim turlarım başlayacağı için bu atölyelere katılamayacağım artık. Yine de bu kadarını bile yapabilmiş olduğum için çok mutluyum. Eskiden olsa bunu bile yapabilmem mümkün değildi. 
Diğer bir sevindiğim ve çok mutlu olduğum şey ise ressam arkadaşım Türkan'ın da içinde bulunduğu bir grup sanatçıyla, aynı atölyeye devam ediyor olmam. Haftada bir bazen de iki gün, Beşiktaş'taki mütevazı atölyeye gidip, orada her şeyle oynaşıyorum mıncık mıncık. Türkan Elçi, Meral Ağar ve Hilal Turşoluk'tan oluşan ekibe monte oldum, hayatımın en keyifli saatlerini yaşıyorum orada. Tabii bu kadınlar süperler, seneler evvel birlikte dersler almışlar, atölyelerde sanat solumuşlar, sergiler açmışlar kişisel ve karma sergilerde de yer almışlar. Benim  yaptıklarımın onların yanında lafı bile edilmez ama hepimiz birbirimize bir şeyler katarız ya, ben de eminim ki, bir şeyler katıyorumdur. Önemli olan sinerji ve bu bizim atölyede bolca var:)) Daha girer girmez, merkezi İtalya'da olan bir sanat oluşumunun düzenlediği MICRO&BOOK projesine katıldık. Bir A4'ün özel bir biçimde katlanması ile oluşan kitapçığı, hepimiz kendimize göre sanat eserleriyle donattık. Eserlerimizi yolladık ve şu anda MİLANO'da CIRCUITI DINAMICI'de sergileniyorlar. Serginin fotoğraflarını şu adresten görebilirsiniz: http://www.microbo.net/winnermicrobook.asp?ID=106 
Ayrıca internet üzerinden de eserlerimize ulaşabilirsiniz:
http://issuu.com/microbonet/docs/iknurakman
http://issuu.com/microbonet/docs/meralagar
http://issuu.com/microbonet/docs/turkanelci
http://www.microbo.net/microbook/artisti.asp
Yine aynı ekip, Brezilya'da düzenlenen Mikro İşler Bienali'ne 10X15cm boyutlarında ikişer eser gönderdik. Ufak tefek şeyler ama hepsi benim için hayali bile kurulurken, yüzümde güller açtıran şeylerdi. Yazmak, resim yapmak, sanatla uğraşmak sadece kendim için...Bundan daha büyük mutluluk olamaz.
Yakında atölyeden de fotoğraflar koyacağım buraya. 
Bir ay sonra da bir ''Mikro İşler'' atölye sergisi açmayı planlıyoruz, sadece kendi ailelerimiz ve yakın dostlarımız için. Gelsinler, atölyemizi gezsinler, nelerle uğraşıyoruz görsünler diye... 

12 Eylül İtirafları : Utanıyorum ama yine de yazdım...

Bundan 32 yıl önce bir ihtilal olmuştu. Çocuk aklımla ben alkışlamış, sevinmiştim. Kenan Evren ve diğer paşaların her ekrana çıkışlarında kendimi güvende hissetmiştim. Sokaklarda rahat rahat gezebilecektik artık. Akşam eve dönerken, karanlık yollardan korkmayacaktık ve gecenin sessizliğinde patlayan silahlar da olmayacaktı artık. Bunlar harika şeylerdi ve çocuk aklımla ülkeye huzur geldi, kötüler cezalandırılacak sanmıştım.  Oysa başlayan şeyin aslında Türkiye'nin sonu olduğunu idrak edememişim. Hadi ben çocuktum edemedim, koca koca annem ve babam da mı edememişlerdi? Edememişlerdi işte! 
Darbe öncesi yaşananlar o denli kötüydü ki, darbe olunca Türkiye'nin büyük bir kısmı alkış tuttu. İşte toplum mühendisliği budur! Halkın canını yak, yak, illallah dedirt ve sonra'' Tamam, Allah cezanızı versin, ne isterseniz yapın, gıkım çıkmayacak'' kıvamına getir. Biz her gün onlarca gencin canını alan terör yüzünden o hale gelmiştik. Sokaklar kan gölüne dönmüştü, kardeş kardeşi vuruyordu. Akşamın karanlığı çökmeden evlerimize kaçıyor, kapıları bacaları sımsıkı kapatıyorduk. Darbe gelince bu korkularımız bitti. Artık tek derdimiz, misafirlikten dönerken, sokağa çıkma yasağı başlamadan kapağı eve atmaktı. Bu da bizim için çok büyük bir dert sayılmazdı. Ne de olsa artık karanlık sokaklardan korkmadan geçebiliyorduk. Bilmediğimiz şey ise şuydu: Biz o karanlık sokaklardan korkmadan geçip evimize ulaştığımızda, başka birileri için kabus başlıyordu. Gecenin bir köründe evler basılıyor, kitaplar defterler aranıyor, gençler, fikir insanları, öğretmenler kimi suçlu kimi masum, yaka paça gecenin karanlığına çekilip, sırra kadem basıyordu. Biz yataklarımızda huzurla uykuya dalarken, başkaları işkence altında inliyordu. Biz sabah uyanıp bize bu huzurlu uykuyu bahşeden generallere teşekkür ederken, gözü yaşlı ana babalar, evlatlarının ardından, elleri böğürlerinde feryat ediyorlardı. Biz bunları bilmiyorduk. Bizler düzene uyan, anarşist ruhu olmayan, sakin ve sıradan bir aileydik. Darbe bize dokunmazdı, bizde gecenin bir körü karanlığa çekilecek kimse yoktu. Dolayısıyla sabahları okula giderken el sallayarak selamladığımız mavi bereliler bize sadece güzen duygusu veriyordu. Biz ailecek kendimizi kafeste kapanda değil, huzurda sanıyorduk. İşte bu yüzden 1980 ihtilalinin yol açtığı şeyleri idrak etmem, uzun yıllarımı aldı. Türkiye'nin tam bir ''maşa ülke'' kimliğine bürünmesinin ilk adımıymış o darbe. Ilımlı islam ülkesine dönüşmesinin, Misak-ı Milli sınırlarını kaybetme eşiğine gelmemizin, Atatürk düşmanlarıyla çevrilmemizin, yeniden tarikatlar, hazılar, hocalar ve bilumum abuk sabuklukla boğulmamızın ilk adımıymış. 
Evet, üzerinden 32 yıl geçti darbenin. O generallerin çoğu öldü. Evren yaşıyor ve yargılanıyor. Ne çıkacak? HİÇ!!!Çünkü Evren, bugün geldiğimiz noktanın yolunu döşeyenlerdendi. Bugün başta olanların önünü açan kişiydi. 12 Eylül Atatürk Türkiyesi'ne indirilen en büyük darbeydi  ve bugün başta olan Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ süren grubun başında Evren vardı. Yani istedikleri kadar yargılasınlar, ne çıkar?! Bırakın cezayı, teşekkür plaketi vermediklerine şükür! O çocuk aklımla alkışladığım darbe, o çocuk aklımla onayladığım tuhaf ve yasaklarla dolu anayasa, darbenin sonrasındaki Özallı yıllar, Çillerler, Mesut Yılmazlar, yine Demireller, yine Ecevitler... Bu sabah hepsi gözümün önünden geçiyor bir bir. Memleketin nasıl ve hangi yollarla bugünkü yangın yerine dönüştüğünü adım adım hatırlıyorum bu sabah. 
Tablonun bütününe bakınca 12 Eylül'ün yapbozun sadece bir tek parçası olduğunu görüyorum. Önemli bir parça evet, ama sonuçta, binlerce parçalık bir yapbozdan bahsediyorum. Darbe tek başına devirmedi Türkiye'yi...Yapbozun bütün parçaları, kendilerine düşen görevi yapıp, kendilerine verilmiş bölgeyi tahrip ettiler. Ülkemin altına mayın döşediler ve parça parça patlattılar. Önce insanlık patladı, terbiye, adalet, dürüstlük ve temiz vicdan da onunla birlikte havaya uçtu. Ardından hepsi bir çorap söküğü gibi geldi. İşte bugün Türkiye sallanıyorsa, temel değerleri havaya uçurulduğu içindir. Ve darbe yapbozun sadece tek bir parçasıdır. Ve daha çoooook parça var!!! 

Köy Enstitüleri

Yurdumun en kapsamlı atılımları yaptığı Atatürk'lü yılları takip eden bir 14 senelik dönem var ki, Türkiye'nin geleceği için belki de en büyük fırsatı içeriyordu. Köylerdeki çaresiz ve gayesiz gençleri alıp, örnek bir eğitimden geçirip, hem geleceğe inançla bakmalarını hem de hayatta daha dik ve sağlam bir duruşa sahip olmaları hedefleniyordu. Klasik temel eğitimin yanısıra, bir zanaat, bir sanat dalı, bir müzik aleti ve tabii ki sağlam kafa sağlam vücutta bulunur diyerek sporla tamamlanmış nefis bir programla, her biri birer cevher olacak gençler yetiştiriliyordu. Sonraki yıllarda ''buralarda komünist yetiştiriliyor'' safsatasına kurban edilen KÖY ENSTİTÜLERİ'nden bahsediyorum...

Bozkırın ortasında, dağların eteklerinde ve ıssızlığın yankılandığı yerlerde, bir ışık gibi doğmuş Köy Enstitüleri. Öğrenciler kimi enstitüleri, tuğlalarını bile kendileri pişirerek kendi elleriyle inşa etmişler. O nasıl bir şevk, nasıl bir heyecanmış! Koç Vakfı'nın İstanbul Araştırmaları Merkezi'ndeki sergide, bu dönemi en iyi şekilde belgeleyen müthiş fotoğraflara denk geldim. Kimi fotoğrafların karşısında çakılı kaldım, uzun uzun inceledim. Sergiden çıkarken moralim bozulmuştu... Çünkü bu ütopik proje de ülkemin akılsızlığına, ülkeyi yönetenlerin basiretsizliğine, halkımın kafasızlığına ve dar görüşlülüğüne, aydınların dönekliğine ve yüreksizliğine kurban edilmiş gitmiş. Ağladım, hayıflandım ve çok çok üzüldüm...

Bu yazının geri kalan bölümü, sergideki bazı açıklama yazılarını içeriyor. Köy Enstitüleri neydi diye merak edip de kocaman kitaplar okuma zamanı olmayanlara bir hizmet olarak sunuyorum:

KÖY ENSTİTÜLERİ
1940-1954

1935 nüfus sayımına göre erkeklerin %76,7'si, kadınların da %91,8'i okuma yazma bilmiyordu. 40.000 köyün 31.000'inde okul yoktu. Türkiye'nın Batı karşısında kaybedilen uygarlık dengesini yeniden kurabilmek ve ''yeni insan''ı yetiştirmek amacı, aynı zamanda hedeflenen demokratik düzenin de temeliydi. Cehalet yüzdesi kabarık bir toplumda, sağlam insan harcıyla örülmemiş çürük demokrasi yapılarının, yakın gelecekte toplumun üstüne çökeceği çok açıktı. Bu nedenle köyü aydınlatacak insan tipini köy ortamından seçip eğitmek düşüncesi gündeme geldi. Bu düşünce İsmail Hakkı Tonguç'a aitti. 1940-1954 yılları arasında 21 adet KÖY ENSTİTÜSÜ kuruldu. 

CANLANDIRILACAK KÖY

Cumhuriyet köyünü canlandıracak insan tipi, İsmail Hakkı Tonguç'a göre köy öğretmeniydi. 1936'da Eğitmen Kursları, 1940'de Köy Enstitüleri bu aydınlanmacı tipi yaratmak için faaliyete geçmişlerdi ve uyguladıkları yöntem, Tonguç'un ''iş içinde eğitim'' ilkesine dayanıyordu. Köy Enstitüleri'nin temelleri 17 Nisan 1940'da atıldı. Bu tarihten itibaren Tonguç'un ilkeleri, Anadolu'nun ufkunu genişletmeye başladı. Öncelikle insanı kurtarmak düşüncesi köy öğretmenlerinin zihnine kazınmıştı. Geçmişe gömülmüş, çırpındıkça daha da batan çaresiz insan varlığı, kurtarılması zorunlu en yüksek değer olarak kabul ediliyordu. Bu açıdan Köy Enstitüleri projesi, geçmişte tökezlediği yerden ayağa kaldırmak, böylece Cumhuriyet'in geleceğini güvence altına almak amacını taşıyordu. Her iki amaç da siyasi nedenlerle gerçekleşemedi. 


PİRAMİDİN TABANI:
EĞİTMEN KURSLARI

Türk köylüsünü okur yazar yapmak, basit de olsa teknik araç ve gereçleri gündelik hayatta kullanmalarını öğretmek amacıyla 1936'dan itibaren Eğitmen Kursları açılmaya başlandı. Eskişehir Çifteler'de kurulan Mahmudiye Eğitmen Kursu bu konuda atılan ilk adımdır. Eğitmen Kursları'nın kendi alanlarında başarılı olmaları, Köy Enstitüleri'nin kurulmalarına da sağlam bir zemin hazırladı. 


YENİ BİR BAŞLANGIÇ İÇİN HAYATA DÖNÜŞ

Enstitülere gelen köylü çocuklarının bakışları donuk ve endişeliydi. Çoğu, köylerinden ilk kez ayrılmışlar; at, eşek sırtında ya da elverişsiz doğa koşullarında kilometrelerce yürüyerek umut kapılarına ulaşmışlardı. Üzerlerinde parçalanmış, yamalı elbiseler vardı. Bu insanlar Cumhuriyet'in devraldığı Osmanlı mirasıydılar. İsmail Hakkı Tonguç bu mirası görmezden gelenlere karşı, karanlığa seslenen, elini uzatan kişiydi. Yedi yüzyıldır susanlar bu çağrıya cevap verdiler ve bu ele sımsıkı sarıldılar. 


YENİ İNSAN, YENİ AHLAK

Bir Köy Enstitüsü öğrencisiyle ilk defa karşılaşan, onu işçi ya da amele sanabilirdi. onu hayatta dik tutan, ona sağlam bir kişilik kazandıran, ''iş içinde eğitim'' ilkesiydi. Köy Enstitüleri bu ilke doğrultusunda öğrenci yetiştirdiler. Yaparak öğreniyorlar, üreterek paylaşıyorlardı. Aynı zamanda bu, yeni insanın yeni ahlakıydı. 


MANDOLİNLİ YILLAR

Köy Enstitüleri'nde, müzik, edebiyat ve güzel sanatlara verilen önem daima ön plandaydı. Bir müzik aleti çalmak, şiir yazmak, ya da resim yapmak hep özendirilirdi. Köy ocuğu estetik zevk, yaratıcı düşünce, eleştirel bilinçle ilk defa karşılaşıyordu. kendini özgürce anlatmayı başaran ve soru sormayı çağdaş bir hak olarak benimseyen öğrenci, Cumhuriyet'in de garantisiydi. 


PROGRAMLI HAYAT

Sabah erkenden Enstitü meydanında toplanılır, müzik eşliğinde halay çekilirdi. Milli oyunların biri diğerini izler, farklı kültürler, duygular ortak bir coşkuda erirdi. Sonra kümeler, işliklere, tarlalara ve dershanelere dağılır, akşama kadar iş içinde eğitim sürerdi. Gün, serbest okuma saatiyle sona ererken, Yakup Kadri, Gorki, İstrati, Tolstoy'dan zihinlere kazınmış düşünceler, yaratıcı kişiliğin omurgasını inşa ederlerdi. 


TONGUÇ BABA

Tonguç Baba, kendine ütopyacı dedirtecek kadar ülkücü, baba köylü dedirtecek kadar da gerçekçiydi. Düşüncesi hem yarınlara çevrikti, hem de bir çok Anadolu köylerinin tarih öncesi durumuna... Düşüncesi koşulların hem ötesinde hem içinde, daha doğrusu bir ötesinde bir içindeydi. Bir ömür boyu ülküyle gerçek, gökle yer arasında mekik dokudu Tonguç... 


KÖYLERİMİZ VE AYDINLAR

Köyün kenarına münevver insanın mezar taşı dikilmedikçe köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, köylüyü duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefes gelmek lazımdır. Bataklığı kurutmak, okul binası yaptırmak, bozuk köprüyü onarmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak nazariyeci ulema taslaklarının işi değil, kahraman teksinyenler ordusunun başaracağı işlerdir. Türk köyü şayet bazı münevverlerin dediği gibi kötürüm ise, bunların nasıl yapılacaklarını öğreten kahramanlardan mahrum kaldığı için kötürümdür. İSMAİL HAKKI TONGUÇ











Eylül...

Ne kadar uzun bir ara olmuş yine... Ne kadar ihmal etmişim sevgili blogumu... Ahh ahh!!! Kızıyorum kendime ama bir yandan da hayatımın deli akışı içinde böyle aralar olabileceğini hatırlayıp, sakinleşiyorum. 
Temmuz ayında yazdığım en son yazıdan sonra epeyi değişiklik oldu yine. Özetleyecek olursam:

  • Bodrum'dan planladığımızdan erken döndük. Osman oruç tutuyordu ya, Bodrum'un sıcagı ona iyi gelmedi. Benim de zaten İstanbul'a bir toplantı için günübirlik gelip gitmem gerekiyordu. Osman'a haydi İstanbul'a dönelim dedim. Çok sevindi ve hemen ertesi gün toparlanıp İstanbul'a döndük. Açık konuşayım bana da iyi geldi buraya dönmek. Arkadaşlarımı özlemişim, şehri özlemişim, Şişli evimizi özlemişim. Hiç üzülmedim döndüğümüze. 
  • Endonezya turuna gittim. Yaklaşık iki haftalık uzunca bir seyahati, son derece başarılı bir şekilde bitirip, evime geri döndüm. Gelenler içinde sevgili dostların da olması, bana kendimi çok rahat hissettirdi. Güzel sohbetler oldu, paylaşımlar kaliteliydi. Gördüklerimiz çok etkileyiciydi. Çok şanslıydık zira Toraja'da müthiş cenaze törenlerine denk geldik yine. O yörenin gömü adetleri ve cenaze gelenekleri o kadar çarpıcı ki, gruptaki herkes çok etkilendi. Oraya giderken yaptığımız 10 saatlik yolculuk bile canımızı acıtmadı. Herkesin ortak fikri BU YOLA DEĞER oldu.
  • Turun sonunda eve dönmek her zamanki gibi büyük ödüldü benim için. Havalimanında Osman karşıladı yine. Grubu servisle yolladıktan sonra, havalimanındaki Starbucks'da oturup birer kahve içtik. Ben turun ana hatlarını oracıkta anlattım, o da bana anlattı neler yaptığını. Bu ritüel çok hoşuma gidiyor. Eve dönmeden, hayatın akışına katılmadan önce, orada, hemen havalimanında durup, birbirimizle hasret gideriyoruz. Sonra taksiye atlayıp eve döndüğümüzde, koşturmaca başlıyor yeniden.
  • Ankara'dan Osman'ın can dostu Gülgün geldi. Eylül'ün güzel havalarını fırsat bilip harika geziler yaptık. İstanbul'un eski mahallelerinden yürüyerek harika yerler gezdik. Bir gün şu rotayı yürüdük: Süleymaniye - Beyazıt meydanı (cami gezildi) - Sahaflar - Kapalıçarşı - Mahmutpaşa - Tahtakale - Mısır Çarşısı - Eminönü - Galata Köprüsü - Karaköy - Bankalar Caddesi - Kamondo Merdivenleri - Galata - Doğan Apartmanı - Tünel.... Hepsini yürüdük. Müthiş bir deneyim oldu. Yürüyerek insan çok daha farklı algılıyor etrafını. 
  • Harika sergiler izledik: Pera Müzesi'nde, 9 Eylül Üniversitesi öğrencilerinin işlerinden oluşan bir sergi var, hepimizin yüreğine su serpildi sanki. Bu kadar aydın ve açık fikirli gençlerin oldukları bir ülkede karanlık kolay kolay çökmez dedik kendi kendimize. Fakan o serginin ardından Koç Vakfı'nın İstanbul Araştırmaları merkezindeki Köy Enstitüleri sergisi, bizi yeniden yasa boğdu. Türkiye inanılmaz bir atılım yapmış sadece 14 yıl içinde ama sonra bir anda treni kaçırmış siyaset sebebiyle. Öyle fotoğraflar vardı ki, insan inanamıyor gerçekten. Kızlar erkekler beraber kayak yapıyorlar. El sanatları almış yürümüş. Fakir köy çocuklarının elinde kemanlar, mandolinler. Bandolar kurulmuş, fotoğraflarını gördük. Ama sonra ne olmuş? Hepsi elden kayıp gitmiş... İnsan üzülmesin de ne yapsın? Bildiğim kadarıyla buralarda komünist yetiştiriyorlar diyerek, Amerika'nın baskısıyla kapatılmış enstitüler. ve köylümüz bir kere daha kendi kaderine, kendi karanlığına itilmiş. Kızların kafaları yeniden kapatılmaya başlanmış. Ve bugün geldiğimiz nokta da belli zaten, konuşmaya gerek yok fazla... 
  • Yemekler yedik dışarıda... İstanbul Modern'in içindeki restoranda, beyaz ve siyah pirinçle yapılan mantarlı pilavı lütfen deneyin. Uzun zamandır yediğim en lezzetli şey. Bir de Pera Palas'ın karşısındaki MEZE adlı restoranda, istiridye mantarı içinde balık mezesini tadın. Ölümcülll!!! Bir de közlenmiş yeşil biber içine doldurulmuş taze lor ve mango mezesini tadın. Bittim bittim!!! Ahh diyette olmayacaktım ki!!!
  • Yaa eveeeettt... Bildiğiniz anlamda diyete başladım. Kibrit kutusu beyaz peynir ve kızarmış ekmek falan da var yani... Ama üzerimde birikmiş her türlü ağırlığı atabilmemin yolu disilinli bir yoldan geçiyor ve ben bu disiplini kendi kendime sağlayamadığım için, yine sevgili NESRİN'in kapısını aşındırmaya başladım. Çok mutluyum!!! 
  • İki defter tutuyorum: Biri Julia Cameron'un The Artist's Way kitabından esinlenerek başladığım SABAH SAYFALARI'm ve diğeri de gelecek sene MAYIS ayında yapacağım CAMINO DE SANTIAGO yolu'na hazırlık amacı taşıyan MOR SAYFALAR... Her ikisi de güzel gidiyor. Hele SABAH SAYFALARI'mı yazamasam bir şey eksik kalıyor içimde. O kadar alıştım ki, sabah uyanır uyanmaz aklıma ilk gelen şey bu oluyor. Elle yazmak resmen hipnotize edici bir şey ve bağımlılık yapıyor. Üstelik çok da hoş bir duygu. Sayfaların yavaş yavaş dolması, dolarken yumuşaması, hafifçe kabarması...Deftere yazmak çok bambaşka bir duygu...
  • Bugün Türkan'ların atölyesine gideceğim. Resimle olan inişli çıkışlı ilişkime fırsat varken eğilmek istiyorum artık. Ne çıkacak bilmiyorum ama her ne çıkarsa, bana iyi gelecğei kesin...
Eveeeettt... Eylül geldi... Sonbahar kokuları doldurdu İstanbul'u ama EGE'de hala yaz olduğunu biliyorum. Bir iki hafta içinde, Osman'la 5 günlük bir Ege kaçamağı yapacağız inşallah. Yazı orada bitirmeyi umuyorum. 
Yukarıya koyduğum fotografı turdaki dostlarımdan Melih Anık çekmiş... Sağolsun... Turdayken bulabildiğim yazı anlarından birisi bu sayede kayda geçti... Teşekkürler ve sevgiler Melih Anık!!!

Bir Tepenin Üstünden

Bır tepenin üzerinden, hayallerimin peşine takılmış yazıyorum. Rüzgar Ege'nin tüm kokusunu taşıyor yüzüme. Deniz durgun bu tarafta, oysa yarımadanın öte yanında, güneşin battığı tarafta, dalgalar birbirine karışıyor köpük köpük. Sağ yanımda maviler, sol yanımda turuncuların en uçucu tonları... Akşamın en huzurlu saatleri başlıyor artık. Güneşin, bugünlük mesaisini tamamlayarak, en azından dünyanın bu köşesi için dinlenmeye çekileceği saatlere çok az kaldı. Bir kaç dakika sonra, denizin altın rengi yansımaları arasına kıpkırmızı bir top olarak gömülecek ve yarın sabah, gecenin uykulu sessizliğini, öte taraftan, yine altın rengine bürünen suların içinden çıkarak bölecek. Ömrümü bu tepenin üstünde, sadece bu manzaraya bakarak, güneşin sadece bu tepenin bir yanından doğup öbür yanından batışını seyrederek geçirebilirim. Başka da hiç bir yere gitmek bile istemem... Düşünüyorum da neden isteyeyim ki? İstediğim her şey ama istisnasız her şey var bu tepede... Baharlarını anlatayım önce: Hiç bir yerde yaşayamayacağınız kadar güzel bir bahar yaşanır burada. Hem de Şubat'ın ikinci yarısından itibaren fışkırmış bir şekilde... Hayatınızda görmediğiniz avuç içi büyüklüğündeki çiçekler, mavi, mor, kırmızı, sarı-kahve renkleriyle her yanı kaplar. Tabiat Ana şehirde göremediğiniz tüm cömertliğini buradaki evlatları yoluyla yansıtır. Güneş parlak ama can acıtmayan ısısıyla tüm kemiklerinize sızarken, şifa dağıtan bir el tarafından okşanıyormuşsunuz gibi hissedersiniz kendinizi. Sonra ilk yaz gelir. Hava ısınır ama hala can acıtmayan bir tatlılıkla sarmalarken sizi, gelecek sıcak günlere de hazırlar ve der ki, önleminizi alın, pergolalarınızı onarın, gölgeliklerinizi güçlendirin, brandalarınızı gerin; bütün bunları yapın ki, mecburen toprağı kavururken, altımda sizleri de kavurmayayım. Bahar çiçekleri yerini begonvillere bırakmaya başlar yavaş yavaş. Yemyeşil otlar sararmaya, sadece baharın o ilk aylarında görülen devasa boyutlardaki yabani otlar da kurumaya başlar. Sonra yaz gelip de o kavurucu güneş kendini gösterirken, mesajı almış olanlar, günün en sıcak saatlerini, hazırlamış oldukları o güzelim gölgelik kuytularda geçirirler. Havada şehirdeki o insanı darmadağın eden nem de olmadığından, gölgede tatlı tatlı kitap okurken, sıcak mıcak vız gelir. Tabii buranın papparazzi dolu beach'lerinde, o sersemletici güneşin altında, popüler olabilme telaşıyla, kavrulmaya rağmen boy gösteren kuru ve gösteriş meraklısı kalabalığın durumunu bilemem. Bir lahmacunla ayran'a 50 lira verdiklerine göre, yeterince nasibini alıyorlar güneşten demektir. Temmuz Ağustos uğramamak lazım oralara... Ya da bırakın uğrayan uğrasın ve eğer onlar bu paraları gözden çıkarmışsalar, bırakın esnaf kazansın. Ama ben almayayım!!! Yazın bile burada, sakin kalabileceğiniz yerler var. Ben oralarda olmayı tercih ediyorum. Benim tepem işte öyle bir yer... Sonra papparazziler, ünlüler, ünsüzler, çocuklu aileler dönerler kentlerine ve Eylül geldi mi, ortalığa sükunet çöker hemen. Beach'ler öksüz kalır ve kahveler gerçek sakinlerine bırakırlar tahta iskemlelerini. Havadaki nemli pus azaldığı için ufuk çizgisi daha net, denizin rengi daha mavi oluverir yeniden. Sararıp dökülen yapraklar çoğalır gitgide ve bizim tepedeki narlar kocaman olurlar. Günler kısalır, güneş suya değil, karşıdaki yarımadanın ardına batmaya başlar. Bizim tepenin narlarını toplarım her sene sonbaharda, sonra arabamın bagajına atıp şehre getiririm. Arkadaşlarıma, dostlarıma dağıtırım. Bizim tepenin tanrıçasının cömertliğini onlarla paylaştığım duygusuyla yaparım bunu hep. Tanrıça HEBELE... Adını ünlü koya veren HEBELE... Ben de tanrıçanın tam taç çakrasındayım yazın...Ne enerji yarabbim!!! Sonra her şey iyice sessizliğe gömülür. Kış gelir...Tabiat, buralarda daha kısa süren o yenileyici uykusuna gömülür, taa ki ilkbahar gelip de yeniden coşacağı ana kadar. Bademler bembeyaz çiçekleriyle kalk borusunu öttürdüğünde, renkli çiçekler yine topraktan fırlayarak, çoşkulu kutlamaları başlatırlar. Bu anlattıklarım yeniden başlar...yeniden... ve bir daha...İşte bu yüzden, ben bu tepede geçirebilirim tüm ömrümü. Başka bir şey de istemem! Biraz müzik ve biraz kitabım olsun yeter... 

                                    


Son yılların en kuvvetli fırtınası dediler, kapınızı bacanızı iyice sağlama alın dediler, ev dışında yapılacak işleriniz varsa yapın sonra bir daha çıkmayın dediler; söylenenlerin hepsini yaptım, bekliyorum artık. Dışardaki uğultu gittikçe artıyor, sanki kurtlar evin önünde toplanmış bir şeyleri protesto ediyorlar. Pencereden bakıyorum, ne kurt var ne başka bir şey...Bütün canlılar gizlenmişler kovuklarına, kuşlar da uçmuyor sanki, insanlar zaten günlerdir evlerinde hapis. Taş toplayan komşum bile gözlerini devirerek, istersen bu havada yalnız kalma, ne de olsa alışkın değilsin, yabancısın, ürkersin, korkarsın dedi ama ben istemedim. İlk fırtınada anne babasının yanına koşan ürkek çocuklar gibi davranmak istemedim açıkçası. 
Hava kurşun renginde, bulutlarda mor ve griler... Geçmişimin güneşli mavilerinden ne kadar da uzaktayım. Hatıralarım üşüşünce zihnime, gözlerimi pencereye çevirmem yeterli oluyor, ne bir mavi, ne bir ağaç... Hemen dönüveriyorum şimdiye... 
Deniz kudurmuş gibi. Hiddetle çalkalanıyor. Poseidon bir şeylere kızmış , bütün hırsını suları dimdik yükselen kayalıklara çarparak alıyor sanki. Çılgın gibi etrafı birbirine katan rüzgar da, kayalıklarda patlayan denizin bütün soğuk tuzunu taşıyıp üzerimize yapıştırıyor. Pencerenin camı bağak bağak... Saçlarım yapış yapış, sert... Gözlerim yanıyor kimi zaman tuzdan. Dilimi kurumuş dudaklarımda gezdirdiğimde ise tek aldığım tat, tuz... Tuz, tuz ve yine tuz...Ekmek tuzlu, kurutulup saklanan balık tuzlu, üçer üçer gezen koyunların sütünden yapılan peynir tuzlu, sıcak memleketlerden getirilen muhteşem görünümlü meyveler bile - sanki- tuzlu. Ya da benim dilim tuzlu, içim tuzlu... Geçen gün üzerine yattığım çimenlerde gezdirdim elimi, kokladım, tuz kokuyordu... Deniz çevreliyor dört bir yanımı ve sanki yavaşça herşeyin içine işliyor. Sinsice ama kötü niyetli değil, bu onun doğası...Adanın fırtınaları gibi. Korkutucu ama kötü niyetli değil. Gayet net! Geliyor, vuruyor ve gidiyorlar. Biliyoruz geleceklerini, hazırlanıyoruz, bekliyoruz, vuruyorlar ve gidiyorlar demişti komşum, bir şişe Brennivin'i kapıdan bırakarak. Başın sıkışırsa bundan iki yudum al, rahatlarsın demişti. Başım sıkışmadan aldım o iki yudumu ve boğazımdan bir alev topu indi mideme. Rahatladım mı? Rahatladım... Keşke her şey bu kadar net olsa hayatta. Bilsek geleceğini, hazırlansak, beklesek korksak da. Olmuyor işte, o zaman hayat olmuyor. Hayat bir sürü bilinmeyeni olan upuzun bir denklemle boğuşurken labirentlerin içinden yürümek demek. Bir sonraki adımının seni gerçekte nereye taşıdığını bilememen demek. Eyvah artık düşüyorum dediğinde, bir anda uçabildiğini fark etmen demek. Planlı programlı olmuyor, hayat haber vermiyor... Evini, arabasını, malını mülkünü ve bir sürü şeyini sigorta yaptıranları kimi zaman anlayamıyorum. Hayat yüklü bir MACK gibi üzerinden geçtiğinde, dünyanın en sağlam sigortası bile ne işe yarar ki? 

Garajın sert sert çarpan kapısı düşüncelerimden koparıyor beni. Çıkıp kapatmam lazım ama korkuyorum fırtınanın içine dalmaya. Bir yudum Brennivik daha alsam işe yarar mı acaba? El fenerimi alıp, dışarı fırlıyorum hızlıca, ayaklarım iyice nemlenmiş likenlere batıyor bileğime kadar. Dengemi korumaya çalışarak garaja kadar yürüyorum. Kapının menteşesinden kurtulmuş kanadını yerine takıp tam kapatacakken, neredeyse sessiz bir havlama sesi geliyor kulağıma. El fenerini o tarafa çeviriyorum: Kızıl kahve tüyleri olan büyükçe bir çoban köpeği... Başka zaman karşıma çıksa böyle beklenmedik bir anda korkarım ama bu fırtınanın içinde hiç de korkutucu gelmiyor, aksine bir yerlerden güvenilir bir dost gönderilmiş gibi hissediyorum. Konuşmaya başlıyorum, benim dilimi anlar mı acaba? Yavaşça, biraz da korkarak ona yaklaşıyorum, bir kitapta okuduğum gibi avuç içimi gösteriyorum, yine havlamaya benzer o sesi çıkarıyor ama hüzünlü gözlerini fark ettiğimde bu köpeğin benden daha fazla korktuğunu anlıyorum. Karşılıklı sakınımlı adımlarla birbirimize yaklaşıyoruz.  Tatlı bir sesle konuşmayı sürdürüyorum. Hoşgeldin diyorum, ne iyi ettin de geldin diyorum, burada durma eve gel benimle diyorum. Yine sessizce havlıyor ve burnunu bacağıma sürtüyor. Dost arıyor, dost arıyorum, birbirimizi buluyoruz. Garajdan çıkıyorum, peşimden geliyor, yavaş yavaş yürüyorum, yavaş yavaş takip ediyor. Evin kapısını açıyorum, içerinin yumuşak ışığı dışarı doğru yayılıyor, kenara çekilip, haydi içeri diyorum, sessice hav diyor, yumuşak  ışığın içine ilerliyoruz. Fırtına bir anda daha az korkutucu görünmeye başlıyor. Yine de geliyor, biliyorum, bekliyorum, bekliyoruz. 

Taşlar, küller ve köpüklü dalgalar...




Geri dönemem artık! Beni orada bekleyen hiç kimsem kalmadı. Ardıma bile bakmadan yoluma devam etmeliyim. Olan oldu, giden gitti...Her ne yaşanacaktıysa, yaşandı bitti. Hem gitsem de kim karşılayacak beni? Kim alır ki beni yanına? Bunda şeyden sonra...Peşime düşerler bir de üstelik. Rahat yüzü göstermezler. Bin pişman olurum, biliyorum, gidersem. Acırlar bana...Acısınlar istemiyorum! 
Bu ıssız, soğuk coğrafyaya sığındım. Kimseyi tanımıyorum, kimse de beni tanımıyor. Bazen sırf gece, bazen de gündüz. Kıyının bu tarafında yerleşirken, eşyalarımı taşımama yardım eden adamlar burası çok rüzgar alır, rahat edemezsin demişlerdi. Evin kirasının neden bu kadar ucuz olduğu da böylece anlaşılmıştı. Haklılarmış ama bilmiyorlar ki dışarda rüzgar gürleyerek her şeyi birbirine kattığında içimin fırtınaları diniyor.  
Yürüyorum uzun uzun. Denizin eteklerine dokunarak yürüyorum. Martılar görüyor gözyaşlarımı bir tek...Orman falan yok. Sadece yemyeşil düzlükler...Git git bitmiyor. Tepeler, dağlar ve yemyeşil düzlükler. Bu mevsimde mor çiçekler açıyor da renk geliyor etrafa. Bir de kayalar, canavar dişi gibi denizden fırlamış kayalar...Simsiyah! Kumsal bile simsiyah...Her şey siyah... Ama deniz gri...Beyaz köpüklerle hafifleyen bir gri. Oysa böyle miydi geçmişimin denizleri? Masmavi derinliklerine sığınırdım mutsuzluklarımda, avuturlardı beni...O mavilik, saçlarıma, kirpiklerime yapışırdı tuz gibi...Burada ise gri! Kül gibi...Zaten kül de yağıyor havadan. Küçük yanardağ yine öksürüyor. Soğuk kuzey rüzgarları bu külleri taşıyıp, denizin tuzuyla üzerime bırakıyor. Avuçlarımı açıp, külleri topluyorum havadan. Yakamadığım ölülerimin külleri bunlar! Ben onları yakamadım, ama onlar beni her gün yakıyor! Yanıklarım bir türlü iyileşmiyor, kabuk tutmuyor, hep yumuşak, hep sulu...Tıpkı buranın yerkabuğu gibi...  Her yanı yumuşak, sulu ve altından tıslayarak buharlar çıkıyor. Buranın yarası da kapanmamış bir türlü!
Konuşmuyorum. Susuyorum. Konuşacak kimse yok nasıl olsa... En yakın komşum sekiz kilometre ötede.  Koyunlarıyla yaşıyor, onlarla konuşuyor. Bir de içki şişesi var baş köşeye yerleştirdiği. Bu şişeyle de konuştuğunu sanıyorum. Taş topluyor. Bir omzundan aşırıp çarpraz astığı bir deri çantası var. Elinde küçük bir balta ve bir de bastonla uzaklara yürüyor sık sık. Bazen günlerce görünmüyor. Yamaçlardan, dere yataklarından, deniz kenarlarından taşlar toplayıp dönüyor evine. Bütün evren bu taşın içinde saklı demişti bir kez bana. Koca bir jip kullanıyor, tekerleri de kocaman. Her ayın üçüncü Perşembesi şehre iniyor. Yeğeni varmış bir tek, onu ziyaret ediyor, erzak alıyor ve koca tekerleriyle küllerin üzerinde derin yarıklar bırakarak eve dönüyor. Dağların arasındaki toprak yoldan geçiyor hep. Karla kaplı zirvelerle konuştuğunu da duymuştum bir kere. Bunu ben de yaptığım için yadırgamamıştım... Dağ geçitlerinde yaşayan hayaletlerden bahsedince, kalkıp gitmiştim yanından. Hayatın şakalarının sonu yok muydu acaba? Hayaletlerimden kaçmak için buraya gelip başka hayaletlerin ortasına düşmüşüm meğer! Yine de gecenin kopkoyu karanlığındaki ıssızlıktan gelen seslerin sahipleri anlaşılmıştı bu sayede. Hayaletler! Hayaletlerden korkmam, insanlardan korkarım ben! 
Şelale var yakınımda. Rüzgar durunca, onun sesi artıyor bu sefer. Sessizlik arıyordum ama saf sessizlik yokmuş meğer! Dalgalar, rüzgar, şelale ve hayaletler... Damı tıkırdatan küllü yağmur... Toprağın altından fışkırıp, evlere dağıtılan sıcak suyun sesi. Damarlarda dolaşan kan gibi hışırdayarak geçiyor borulardan. Sürekli hareket halindeki yerkabuğunun sesi...Boğuk... Radyo tek bir istasyon çekiyor, o da sabahtan akşama kadar buranın bilmediğim dilinde şarkılar çalıp duruyor. Telefon yok! Telefonlaşacak insan da yok ya zaten! Kalmadı... 
Buradayım artık. Mavileri, kırmızıları ve sohbetleri defterimden çıkardım, hayaletlerim yanımda bir tek! Taşlar, küller ve köpüklü gri dalgalar...Yeni arkadaşlarımı takdimimdir... 

Adadan...

Doğudan gelen bulutların rengi gri ve belli ki çok yüklüler. Fena indirmişti aslında son iki saattir ama şimdi biraz yavaşladı yağmur, toprağı ve çiçekleri mutlu kılıp, başladığı gibi aniden kesildi. Saçaklardan inen birkaç damla dışında bir şey kalmadı. Rüzgar da durdu, herşey sustu sanki. Deniz çarşaf gibi ve balkonumdan gördüğüm manzara sanki dünyadaki herkes bir yerlere göçmüş de  bir  ben kalmışım hissi uyandırıyor bende. Bach çalıyor içeride, harika! Ne kadar uzun zamandır kantatlarını ve motetlerini dinlememiştim, özlemişim. Tanrı'ya adanmış en güzel sevgi sözcükleri...Hepsini anlamasam da ruhuma kanat takmaya yetiyorlar. 
Balkonum topraktan yüksekte. İkinci kat hizasındayım burada ama önüm o kadar açık ki, bütün vadiyi seyredebiliyorum. Çam ağaçları, palmiyeler, akasyalar ve uzaktan cinsini tam seçemediğim bir sürü yemyeşil güzel ağaç ve onların aralarına serpiştirilmiş gibi duran üç dört katlı kimi güzel kimi çirkin evler...Yamacın ve evlerin altında, düzlüğe inildiğinde üç katlı, yatay ve uzun bir okul binası. Bütün devlet okulları gibi çirkin maalesef ama yine de çok çok daha beterini gördüğüm için buna bir şey diyemiyorum. Seviyorum da aslında yakınımda okul olmasını. Uzaktan bahçesini seyrediyorum ve çocukların cıvıltıları geliyor kulağıma. Cıvıltı diyorum ya, siz bana bakmayın! O sesleri, cıvıltı ya da gürültü olarak algılayışım, değişebiliyor ruh halime göre. Bazen Hababam Sınıfı'nın müziği olarak çalan teneffüs ziline gülerken, bazen de sinir oluyorum. Derse girerken ise genellikle Ayten Alpman'ın meşhur ettiği '' Memleketim'' şarkısı çalıyor. Cuma öğleden sonraları, avaz avaz ve son derece detone bir şekilde okunan  İstiklal Marşı'ndan sonra koşarak uzaklaşıyor çocuklar okuldan. Görmeye değer doğrusu yavrucakların o sevinci. Ne de olsa iki koca gün bekliyor onları azıp kudurmaları için. Adalı çocuklar daha şanslılar, zira koşup oynayacakları, haylazlık ve doyasıya yaramazlık yapabilecekleri bir yerde yaşıyorlar. Burada anneler akşamları hala adlarını pencerelerden bağırarak çağırıyorlar çocuklarını. Geçen akşam '' Sinaaann!!! Hemen eve gel yoksa yiyeceksin sopayı! Baban geliyormuş...'' diyen bir anne duydum ve aklıma çocukluğum geldi yine istemeden. Biz öyle zırt pırt sopa yemezdik ama sokaktan da girmezdik içeri kolay kolay. Zaten Nisan sonu Mayıs başı gibi, mahalleden arkadaşlarla koca bir çadır kurar, haftasonları onun içinde yaşardık kızlı erkekli...  Bahçeler müsaitti ne de olsa... Etraf asude ve herkes tanıdıktı. Boğaz sırtları o zamanlar mandıralarla çilek tarlaları bile vardı. Sabahları evin önünden inekler geçerdi çayırlara doğru ve akşamları da geri dönüşlerini görürdük. Bir keresinde taş atıp kızdırdığımız bir ineğin hışmına uğrayıp, en yakın evin bahçesine sığınmıştık kardeşimle. Boyumuzdan yüksek kapıyı kapatıp derin bir nefes aldığımızda, bunu bir daha yapmamaya yemin etmiştik. Meğer inekler sandığımızdan daha hızlı koşuyorlarmış!!! Velhasıl güzeldi ama sonra o çayırlara Küçük Armutlu geldi kondu ve bizim böğürtlen toplamaya ve manda sütü almaya gittiğimiz yamaçlar, gecekondularla doldu, biz de o güzelim mahalleden ayrıldık...
İşte o kaybettiğim çocukluğumu adada yeniden yaşıyorum. Şimdi anlaşıldı mı neden ilk fırsatta buraya kaçıyorum?

Adanın Kimsesiz Gülleri

Uzun zamandır bu kadar sakin bir bahar yaşamamıştım. Nefis oluyormuş meğer...
Evet, New York'taki opera turumdan döneli neredeyse bir ay oluyor ve ben bu bir ay zarfında evde olmanın keyfini yaşamaktan başka hiç bir şey yapmadım. Yaşasın tembellik!!! Tabii sadece boş boş oturduğum sanılmasın, arada koskoca, binlerce kitaplık bir evi taşıdım, yine... Ev yerleştirdim, ustalarla boğuştum, eksikleri tamamladım, misafir ağırladım, kitap okudum, Osman'ın sunumlarına tercümeler yaptım, kitapları tarayarak malzeme topladım, adaya kaçtım, orada kaldım kendi kendime  bir iki gün ve sadece DVD seyrettim kanepede uzanarak. Kitabımla ilgilenip biraz yazdım. Arkadaşlarımı gördüm, yemekler yedim...Bir ay dediğin ne ki zaten? Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor. 
Kitap okuyorum, hem de güzel kitaplar: Şu anda elimde en sevdiğim yazarlardan Jack London'un biyografisi var. Ne kadar sıradışı, gözüpek, dünyaya metelik vermeyen ve başına buyruk bir adammış! Ne kadar çok şey yaşamış genç yaşında. Açlığı, soğuğu, ölümü ve aşkı tatmış sadece yirmili yaşlarına kadar. Denizlerde korsanlık yapmış, Alaska'da altın avcılığı. Savaş muhabirliği yapmış ve orduyu korsanlık günlerinden kalma kendine has yöntemlerle izlemeye kalkınca hapse düşmüş. Para kazanmış, para kaybetmiş. Annesinden çok çekmiş, babasını hiç bilmemiş. Trenlerde gizlice seyahat edip, uyumuş. Sıkı bir sosyalist olmuş kapitalizmin kalesi Amerika'da. Yirmili yaşlarımın başına geldiğimde,Türkçe'de yayınlanmış bütün eserlerini okumuştum. Bugün bile mütevazı kütüphanemin en değerli köşelerini Enis Batur'la paylaşan en önemli yazarımdır. 
Ada nefis bu arada...O kadar hoş ki, kelimelere dökünce, hissettiklerimi tam aktaramıyorum, olmuyor ama adada olmak bana ve benim gibi islomanlara zaten yetiyor. Anakara'dan kopuk olmayı bilmek, bende, ''ne olursa olsun, hiç bir şey umrumda değil'' hissiyatı yaratıyor. O anda kıyamet kopsa, o bile dert değil... 
Akşam saatlerinde yürüyüşler yapıyorum. Saat 19.00 21.00 arası, hafta içi, adanın en kendiyle kaldığı zamanlar bu mevsimde. Gündüz gezmeye gelmiş olan kalabalık gitmiş oluyor ve adanın sakinleri, sakin sakin sokaklarda ve çarşıda oluyorlar. O saatlerde iskele ve çarşı civarında dolaşmak bana çocukluğumu hatırlatıyor nedense. Evlerine dönen ve dönerken de çarşı içinden son alışverişlerini yapan anne babaları seyretmek çok tuhaf yapıyor beni. Manavlar, fırınlar...Rengarenk! Bostan Manavı ve Yalovalı Kardeşler... Adadaki en sevdiğim iki esnaf!!! Adada gittikça azalan ve bana kalırsa kelaynak muamelesi görmeleri gereken gayrımüslimlerden öğrendikleri adapla, müşterilerine zarif kelimeler ve hareketlerle hizmet eden esnaf bunlar. Şehirde kaldılar mı bilmiyorum. En azından şehrin benim oturduğum kısmında bu tip eski tip esnaftan  pek kalmadı maalesef. 
Akşamın o saatlerinde, özellkle 20.30'a doğru, sahil kısmı bu mevsimde inanılmaz oluyor. Kimsecikler yok...Ama devvvv İstanbul'un bütün ışıkları karşımda...Canavar gibi uzanmış yatıyor . Denizin sesini dinliyorum, dalgaları izliyorum, bazen adayla Maltepe arasından yük gemileri geçiyor, onları seyredip hayal kuruyorum. Bir gün bir yük gemisiyle seyahat edeceğim mutlaka! Çakıl taşları toplayıp denize fırlatıyorum. Issız mahalleler arasında dolanıyorum, evlerin bahçelerindeki, tüm ihtişamlarıyla açmış, güzelliklerini dört gözle bekledikleri ama bir türlü şehirdeki hayatlarından kopup da adaya gelemeyen sahiplerine saklamış, hüzünlü gülleri seyrediyorum. Kimsesiz açıp soluyorlar o ıssız, sessiz bahçelerde...İçimden hepsini koparıp evdeki vazolarıma doldurasım geliyor, onların o benzersiz güzelliklerini kimsenin görmediğini, takdir etmediğini düşünüyorum. Bunu görüp takdir edemeyecek kadar meşgul olduğunu düşünüyorum insanların, hepimizin... Güllere haksızlık yapıldığını düşünüyorum...Sadece güllere mi, sümbüllere, filbahrilere, şakayıklara ve kendi kendilerine açıp mevsimi geçince solan diğer bütün isimsiz çiçeklere... Ben diyorum, onlara fısıltımla seslenerek, sizi görüyorum, kokluyorum, seviyorum, takdir ediyorum ve sizin için, sizi daha iyi görmek ve doyasıya yaşayabilmek için hayatımı yavaşlatıyorum diyorum. Duyduklarından adım gibi eminim...Üstelik aldığım yeni hayat kararlarını uygulamaya koyduğumda daha da çok emin olacaklar onları ne kadar önemsediğimden...
Bugün şehirdeyim hala, bir türlü paçamı sıyıramadım hayhuydan ama yarın, yarın.... Yarın adaya atacağım kendimi... 
Kimsesiz gülleri sevmeye...


Bu vesileyle Gertrude Stein'ın ünlü dizesinin verdiği ilhamla yapmış olduğum bir gül resmiyle açtım yazıyı...

Annemsiz Üçüncü Anneler Günü

Dün anneler günüydü...Annemsiz geçen üçüncü Anneler Günü... Özlemle kavrulduğum ama kimseciklere anlatamadığım bir anneler günü... Gözyaşlarımın beton bloklar gibi boğazımda donup kaldığı bir anneler günü... Gülüp oynadığım ama içimdeki kırıkların canımı acıttığı bir anneler günü... Dünyada annesiz kalan tek kişi ben değilim ya!!! Biliyorum ama bu annemi gün geçtikçe daha fazla özlediğim gerçeğini değiştirmiyor. Onu anmadığım, onu düşünmediğim hiç bir gün yok. Hayatımın en büyük rengiydi, aslında elimde kalan tek rengiydi ama çok erken kaybettim ben o rengi ve o gittiğinden beri hayatım çok çok daha kolay ama bir o kadar da renksiz... 
İnsan kayıplara alışıyor evet ama kalbiniz nasırlaşmamışsa eğer, kayıplar, aradan seneler de geçse, gözlerinizden yaş getiriyor. 
Dün çok ağladım, gözlerim kıpkırmızı, kurbağa gibi dolandım evde... Hıçkıramadım istediğim gibi, o hıçkırıklar içimde bir yerlerde nefesimle karışıp kalakaldılar ama ağladım mı ağladım! Zincirlikuyu'da başlayan ağlamam, evde de devam etti. 
Anneme çiçek aldım dün. Zincirlikuyu'nun girişinde çiçek satan, sivri dilli olduğu her halinden belli bir çingene kızından, beyazlı morlu karanfiller aldım. Mezarlık girişinde çiçek için pazarlık yapmak ters geliyor ama yine de 4 demetine 20 vereceğime, 5 demete 20 liraya anlaştık... Beyaz dikiş ipliğiyle bağlamışlar demetleri, üşenmedim oturup teker teker açtım demetleri...Birisi demişti ki, demet halinde mezarlara bırakılan çiçekleri toplayıp, yeniden satıyorlarmış...Yuh demiştim içimden ama aklımda kalmış işte, çiçeklerimi götürmesinler diye, ipliklerini açtım. 
Mezarda kızkardeşim de var. Ayşegül öldüğünde yaptırmıştım mezarı. Beyaz mermer soğuk geldiği için, daha yumuşak krem renkli traverten taşından yaptırmıştım. Yanına da rahatça oturmak için taş bir bank koydurmuştum. O banka oturup, teker teker açtım demetleri. Bir yandan da konuştum onlarla. ''Bok mu vardı bu kadar erken gidip beni yalnız kodunuz buralarda'' diye sitem ettim yine. Cevap gelmedi tabii ki. Ayşegül'ün yunuslarını sevip öptüm. Annemin taşını sevdim, öptüm...Çiçekleri yerleştirdim beceriksizce, hiç istediğim gibi olmadılar. Sonra baktım ki ağlamam gittikçe artıyor, kendimi hasta edeceğim, kalkıp hadi eve gidelim dedim Osman'a...
Annemi özlüyorum. Hiç özlemeyeceğimi sandığım kadar özlüyorum. Eminim annesini yitirmiş herkes de özlüyordur ama ben bu kadar çok özleyeceğimi hiç sanmadığım için ''çok çok'' özlüyorum...
Annelerinize sarılın!!!

Penceremden Manzaralar

Penceremin önünde bembeyaz bir tüy uçuyor.  Bir kuşun yoksa bir meleğin kanadından mı geldi, bilemiyorum. Rüzgarın kollarına vermiş kendini, bir o yana bir bu yana dolanıyor. Tam gitti diyorum, pencereme yanaşıyor bir daha...O kadar hafif, o kadar süzül süzül bir şey ki, bana olamadığım  her şeyi hatırlatıyor aslında. Ağırlıksız olma, hafif olma, kendini rüzgara bırakma, çabasız olma, nasıl olsa yere çakılmayacağını bilerek semalarda dolanma...Güvenme... Kendine, bugününe, ana ve gelip gelmeyeceğini hiç bir zaman bilemediğimiz o meçhul yarına güvenme... ''Bırak, nasıl olsa su yolunu bulur'' a güvenme... 
Penceremden dışarıyı seyrediyorum arada. Artık başka bir manzaram var mutfak penceremden. Yine mekan değiştirdim. Son 4 yıldaki 7. evimdeyim. Bakalım buranın macerası ne kadar sürecek? S. Bey'in Büyülü Berber Dükkanı'nı görmüyorum artık mutfaktan. Ama hala O'na çok yakınım. Arka kapıdan çıktığımda, yanındayım S. Bey'in. Geçenlerde selamlaştık. ''Epeydir görmüyordum sizi'' dedi bana...''Yaa, yoktum buralarda. İş güç, seyahat...'' dedim. Diyemedim ki, penceremden sizi gözlüyordum uzaktan. Dua ediyordum sizin için. Sizi yazıyordum arada sırada...Sustum ve ''Çaya geleceğim size, sohbetinizi özledim'' dedim. Mutlu oldu ve beni şaşırtan şeyi de ilave etti: ''Artık manikürcümüz de var, üç ay oldu''... Bundan öncekilerin sadece bir iki hafta dayandığını bildiğim için, şaşırdım ama belli etmedim. '' Hayırlı olsun, Allah bol müşteri versin'' dedim. '' Bu sene yaz çok sıcak geçecek, bu gece de ay çok yakın olacakmış, deprem meprem olabilir'' diyerek, her zamanki gaipten haberler serisine yenisini ekledi. Güldüm kendi kendime, ''Olmaz bir şeycikler merak etmeyin'' dedim.  '' 1999'da da aynen böyle çok sıcak bir bahar yaşamıştık. Sonra da Ağustos'ta kıyamet!!!'' dedi gözlerini devirerek. Komik adam vesselam, hayatımın renklerinden biri!
Artık seyrettiğim manzara bambaşka. Biraz daha fazla yeşillik görüyorum eskisine nazaran. Yeşillikle dalga geçer gibi yükselen çirkin ve kara renkli bir de mini-gökdelen var solumda. Tatlıcı'ların ihtilaflı çirkin yapılarından biri...Diğer yanda eskiden geometri dersinde kullandığımız gönyeye benzeyen, modern ama bir o kadar antipatik bir plazanın siyah-beyaz rengi karışıyor sahneye. Plaza'nın alt katında kocaman bir banka şubesi, bankanın üst katlarında aynı bankanın yönetim katları ve en üst katında da çok ünlü ve prestijli bir havayolu firmasının ofisleri bulunuyor. Plaza'nın önünde, siyah renkli makam arabaları duruyor hep. Bu arabaların şoförleri sürekli camları siliyorlar, aynaları parlatıyorlar. Üst düzey yöneticilerin arabaları bunlar ve iş çıkış saatlerinde şöförler kıymetli yolcularını beklerken yazın klimayı kışın kaloriferleri çalıştırarak, büyük kişi geldiğinde konforlu bir araca girmelerini sağlamaya gayret ediyorlar. Büyük kişi gelene kadar, benzin paraları yarım saat, bir saat havaya uçup gidiyor. Nihayet beklenen büyük kişi döner kapıda göründüğünde, şoför bey, koşar adım büyük kişiye doğru atılıp, elindeki çantasını kapıyor ve hemen arka sağ kapıyı açarak, kıymetli yolcusunu makamına oturtuyor. Özenle kapıyı kapatıp diğer tarafa çantayı yerleştirdikten sonra, gayet hızlı ve çevik hareketlerle direksiyonun başına geçip gazlıyor. Bu her akşam yaşanıyor... 
Plaza'nın sol köşesinde, yeşilliğe yakın bir nokta var, çiçek tarhlarıyla daha da sevimli oldu. Gündüz mesai saatlerinde, plaza insanlarının nefes alma köşesi oluyor orası. Beyaz yakalılarla siyah topuklular burada buluşup, karton bardaklarındaki kahvelerini yudumlayarak, iki nefes sigara tüttürüyorlar. Hemen anlaşılıyor flörtöz durumlar...Kızlar saçlarını savurarak gülüyorlarsa, belli ki, '' elektrik alınmış''... Yakışsın yakışmasın bütün kızların ayaklarında, aynı tip platformlu ayakkabılar... Kimi yürüyemiyor ama olsun! Herkes giyiyor, onlar da giyecek! Genç adamlarda saçlar bakımlı, beyaz gömleklerin kolları hafifçe kıvrılmış, akıllı telefonlar ve sigara paketleri aynı elde... O onbeş dakikalık molalarda ne hayaller kuruluyordur kimbilir. Ne tartışmalar yapılıp, ne aşkların temelleri atılıyordur. 
Hafta sonu geldiğinde, yeşil köşe kimsesiz kalıyor iki günlüğüne...Pazartesi yeniden... Aralarında bazen, hepsinin tekno-dahi olduklarını sandığım Hintliler görüyorum. Yuvarlanan R'leriyle konuşuyor kendi aralarında, kafalarını iki yana sallaya sallaya... Mesai saatinin bitimine doğru, hepsi beyaz, hepsi bir örnek minibüsler, plaza çalışanlarını evlerine taşıyor. Herhalde uyuya uyuya gidiyorlardır evlerine.  Gece karanlık çöktüğünde ise, bankanın ışıklı adı parlıyor gecenin içinde. Gece bekçilerini görüyorum o zaman da... 
Bunlardan başka, bizim sitenin girişindeki sazları gözlüyorum heyecanla...Yükselip, rüzgarla dalgalanmalarını seyredeceğim günleri bekliyorum. Bir sağlık kurumunun yemyeşil bahçesi görünüyor, içinde nefis serviler var. Bana Arnold Böcklin'in Ölüler Adası tablosunu hatırlatıyor ama etrafta bu kadar plaza, gökdelen ve makam arabası olunca, tablonun melankolik hali kalmıyor pek Allahtan. 
Bu pencereden daha fazla gökyüzü görüyorum artık. Uçakların geçişlerini, bulutları, martıları ve kargaları seyrediyorum. Ön pencereden de Atatürk havalimanı için son manevralarını yapıp, iyice alçalan uçakları takip ediyorum. Azıcık Adalar görünüyor, bir parça da Üsküdar... Şehir manzaram ise kuvvetli... Şişli, Nişantaşı ve Fulya'nın çatıları bir deniz gibi uzanıyor önümde. İlk günlerde alışamayacağım sanmıştım ama alıştım. Hatta o ilk günlerde salonun başköşesinde duruyormuş gibi hissettiğim Şişli Etfal bile batmıyor artık gözüme. Sabahları uyanıp, hastaneyi gördüğümde, önce sağlıklı olduğum için dua ediyorum, sonra tüm sevdiklerimin sağlıklı kalmaları için dua ediyorum, hepsinin sonunda ise Şişli Etfal'de ve diğer tüm hastanelerde şifa arayan insanlar için dua ediyorum. Şükrediyorum ve hayatın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlıyorum bir anda...
Ama....Yine de penceremin önündeki tüy gibi hafif olmayı, kendimi rüzgara bırakmayı bilemiyorum. Beceremiyorum...Becerdiğim gün, yaşama bambaşka bakacağım, biliyorum...

YOL 'un Şiiri


Yollarda olsam...
Sırtımda çantam,
Elimde kitabım, defterim ve kurşunkalemim,
Mor renkli tükenmezim...

Botlarımı çekmiş olsam, emektar,
Yüzümde ılık rüzgar, dağlardan...

Mor çiçekler kaplamış olsa yamaçları,
Sırtüstü atsam kendimi yere ve
Seyre dalsam bulutları...

Dinlesem birbirleriyle fısıldaşan dalgaları,
Sonsuzluğunda erisem yıldızların gece vakti,
Tan vaktinde bulsam aşkın rengini,
Susasam ve kana kana içsem kaynaklardan
Toprağın özünü...

Doyamasam ıslak çimenlerin, yosunların kokusuna
Ayaklarıma dolansa çakıl taşları

Durgun sudaki aksime bakarken
Çocukluğumu görsem, deli dolu, maceraperest,
Kah dürüst, kah düzenbaz,
Ama hep hayalperest...

Dağlar, denizler, ırmaklar, ormanlar
Tapınaklar, meydanlar, pırıl pırıl saraylar,
Birinden girsem, öbründen çıksam,
Yönümü yitirip, orda burda kaybolsam...

Yorulsam, acıksam, kafayı koyunca uyusam
Düşünmesem ''yarın yarın'',
O mu doğru, bu mu yanlış,
Kim ne dedi, kim ne yaptı,
O kaç para, bu ne kadar,
Haklı mıyım, haksız mıyım,

Ne olursa olsun desem,
Neresi olursa giderim desem,
Bugün olmaz öbür gün desem,
İstemem kalsın, yetti gari desem,
Nefes alsam, sussam, istemeden konuşmasam...

Yola çıksam vesselam,
Yolda olsam,
Yolda kalsam,
Yoldan yola akıp dursam...

Kabalık...Kabalaşan Şehir...


Haftaya New York'a gidiyorum!!! Geçen hafta sonu Milano'daydım...Böyle söyleyince pek havalı duruyor, değil mi? Bence de...Bu anlamda kendimi hem çok şanslı hem de çok zengin hissediyorum. Mesleğimin güzel yanı!
Bu yazının konusu yukarıdakiler değil maalesef. Bu sefer bazı konularda içimi döküp, sesimi duyurmak istiyorum: Ülkemin ve şehrim İstanbul'un aldığı son derece KABA hal ve tavır artık beni çok yoruyor, üzüyor ve yıpratıyor. Ne yapacağımı ve bu durumu ne şekilde tolere edebileceğimi bilemez haldeyim. Atsam atamam, satsam satamam!!! Burası benim ülkem, benim toprağım! VATAN dediğim yer burası ama artık kendimi AİT hissetmiyorum. Ve eminim benim durumumda o kadar çok insan var ki! Sesimiz çıkmıyor, sinip durakaldık köşelerde. Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Hiç birimizin güveni yok geleceğe dair. Ülkeyi yönetenleri izliyoruz, kafamızı sallıyoruz, cık cık cık diyoruz, ama bunun dışında bir şey yapanımız var mı? YOK! Hepimizde sadece bir eleştirel hava, bir beğenmemezlik, bir kendini bir şey sanmalar ama bunun dışında SIFIRIZ! Ben, benim gibi olanlardan bahsediyorum. Kimse üstüne alınmasın ya da alınacaksa alınsın canım!!! En çok kendime kızdığımı hep söyledim. Bu durumla savaşmak, mücadele etmek adına hiç bir şey yapmıyorum! Politikaya atılmadan bir şey olmaz! Ülke yönetiminde hiç bir şekilde etkili olamazsın. Soruyorum: Bu ülkede politikaya atılmak akıllı insanın yapacağı şey midir? Cevabı yüksek sesle vermeseniz de olur, ben biliyorum nasıl olsa!
Beni en çok üzen şey, etrafın KABALAŞMASI!
Her şey KABA! Herkes KABA!
Etrafıma bakıyorum, insanları seyrediyorum. Ben metro, metrobüs, belediye otobüsü, vapur, motor, füniküler, kısaca bütün toplu taşıma araçlarını hemen her gün kullanıyorum. Hepsi her saat kalabalık ama inen binen insanları izliyorum bu sayede. Gördüğüm manzarayı tasvir etmeye çalışacağım, lütfen kimse kendini beğenmişlik yaptığımı düşünmesin. Niyetim bu değil! Ben kimseden DAHA İYİ veya DAHA DOĞRU değilim... Böyle bir iddiam yok, üstelik bu yazacaklarımın para, pul, zenginlik ve bunlara bağlı günümüz maddi değerleriyle de bir ilgisi yok.
Özellikle kalabalık saatlerde metroya binmeyi denediniz mi hiç? Ben her gün deniyorum, bir şekilde başarıyorum da... Ama olay şöyle cereyan ediyor: Metro yanaşıyor. Metro yanaştığında kapıların hangi noktaya geleceği yerlerde işaretli. Dolayısıyla o noktalarda metroya binmeye çalışan insanlar kümelenmiş oluyor. Amaç bir an evvel içeri dalıp yer kapmak! Hepimiz oturmayı isteriz, bir sözüm yok! Ama içerideki insanlar çıkamadan, dışarıdakiler kapılara hücum edince, ortalık savaş alanına dönüyor. Hele elinizde paket, çanta falan varsa, vay halinize. Hepsi ezilip, berbat oluyor. Ben bir kaç kere elimde bir buket çiçekle binmeye çalışmıştım. Herkes öyle garipsiyor ki bu durumu, tuhaf bakışlardan rahatsız olup, bir daha çiçekle binmemeye karar verdim. Madem koca bir buket çiçek alacak kadar zenginsin!, neden taksiye binmedin bakışları bunlar! Küçümseyen, bıyık altından gülen bakışlar. Elimdeki çiçekle metroda hayatta kalmaya çalışırken çektiğim sıkıntıyı, keyifle seyreden ama asla yer vermeye yanaşmayan genç bakışlar bunlar...Abartmıyorum, ama böyle hissediyorum. Sonra işin ikinci kısmı geliyor: Metrodan inmeniz lazım. Bazı duraklara, mesela benim kullandığım Şişli Mecidiyeköy durağına geldiğinizde, inebilmek gerçekten maharet istiyor. Kapıların açılacağı noktaya denk gelen yerler yine bir an evvel metronun içine girmeye çalışanlar tarafından tutulmuş oluyor. Kapılar tıslayarak açıldığında ikinci itişme seansımız başlıyor. İçeri girerken ezilmiş paketleriniz, bu sefer de dışarı çıkarken eziliyorlar. Tabii siz de...İçerideki kalabalık dışarıya, dışarıdaki kalabalık da içeriye hücum ediyor. Her seferinde bırakın da önce çıkalım diye seslenmek zorunda kalıyorum. Bana deli huysuz kadın gözüyle baktıklarını hissediyorum yine insanların...Hiç bir işe yaramıyor ama yine de deniyorum!
Burada aslında pek çok filtre devreye giriyor: Sona kalırsam açıkta kalırım korkusu... Metro beni almadan gider korkusu...Herkesin önüne geçeyim güdüsü... En çok ne gıcık ediyor beni biliyor musunuz? Sinsi sinsi önünüze geçip, aradan içeri sızmaya çalışanlar! Yandan yandan, yengeç gibi yanaşıp, kapılar açılır açılmaz, içeri sızıveriyorlar gölge gibi...Bunu özellikle, kendilerini dış dünyadan soyutlamak için bir duvar olarak kullandıkları kulaklıklarından bangır bangır müzik yayılan genç tipler yapıyor. Sizi hafifçe iterek öyle güzel bertaraf ediyorlar ki, bir şey diyemiyorsunuz. Sanki yaptıklarının hiç birinin farkında değillermiş gibi bir tavırla hareket ettikleri için, ne deseniz boş! Zaten ''kardeşim, ben görünmez miyim, nasıl geçiyorsun önüme'' diye sorsan, umursamazca, '' ee buyrun o zaman'' deyip, kaba bir el hareketiyle size yer veriyorlar. Ama öyle bir tavırla yapıyorlar ki bunu, siz sanki olayı çok büyütmüşsünüz gibi bir izlenim oluşuyor bir anda...Oysa, bir şey yapmadınız ama etrafta, bu olaya şahit olanlar bile, bir anda olayı sizin büyüttüğünüzü düşünmeye başlıyorlar. Yine sinip susan taraf siz oluyorsunuz. Ne de olsa çoğunluktan farklısınız. Bu farkınızı herkes fark ediyor zaten... Elinizdeki kitaptan, derli toplu olmasına gayret ettiğiniz giyim kuşamınızdan, tarayıp da sokağa çıktığınız saçlarınızdan. Kentsoylu olmanın gereklerini yerine getirdiğiniz için farklı oluyorsunuz. Ne tuhaf değil mi? Şehir yaşamı başkadır ama siz şehirli kalmaya gayret ederken, şehri paylaşan diğerleri tarafından itilip kakılıyorsunuz.
Diyelim ki tek yön olduğu açık açık belli olan bir sokakta, karşı yönden gelen bir arabayla kafa kafaya geliyorsunuz. Yol sizin! İki tarafta park etmiş arabalar olduğu için, yol zaten iyice daralmış. Siz de daralıyorsunuz... Penrecenizi açıp, '' Burası tek yön, siz ters taraftan geliyorsunuz, hatalısınız'' dediğinizde ne oluyor peki? '' Yaa yürü git işine !!! Sana mı kaldı polislik'' diyen maganda erkeklerle ağız dalaşına düşüveriyorsunuz.. Zaten direksiyonda kadın olarak bulunmanız, yeterli sebep sizi ezmeleri için... Hemen KABALIK genleri devreye giriyor. Yine susup oturuyorsunuz.
Televizyonda programlara bakıyorum. Ülkeyi yönetenlerin hemen hepsi zaten kaba kaba kanuşuyor, kaba kaba konuştukları için oy alıyorlar. Ekranda da aynı kabalık her yere sirayet etmiş durumda, fark ediyorsunuz. Hele tartışma programları var ya, dayanamıyorum. Kabalığın beraberinde cehalet ve cehaletin getirdiği cesaret feci şekilde korkutuyor beni.
Etrafta yapılan deeevvvvv inşaat projelerine bakıyorum. Hepsi kocaman kocaman beton bloklar, hepsi göğe doğru uzanmış gidiyorlar ama başta yükselen değerlerimizden Ağaoğlu'nunkiler olmak üzere, hepsi kaba kaba... Zarafet ve letafet, Osmanlıca sözlükteki kelimeler olarak kaldılar maalesef. İnce zevkleriniz varsa, üzerinizden silindir gibi geçiyorlar.
Sokaklarda, kaldırımlarda yürüyemiyorsunuz. Ya arabalar park etmiş oluyor, ya işportacılar, ya da dükkanlar plastik babalarla kendilerine sınır çizmiş oluyorlar. Bu engellerin üstesinden geldiğinizde ise, sizi omuzlarıyla iten, kakan, dürten ya da sanki şartmış gibi, yürürken tüttürdüğü sigarasının dumanına boğan kalabalıkların içersinden geçmeye çalışıyorsunuz. Durakta otobüs bekliyorsunuz, etrafınızdaki 10 kişiden 7'si sigara içiyor. Arada ben de keyif sigarası içerim, lafım sigaraya karşı değil ama o durakta beklerken üstünüz başınız, açık hava olmasına rağmen kokuyor, koku genzinize doluyor. Acaba diyebilir misiniz, içmeseniz ne iyi olur! Ben korkarım neyle karşılacağımdan... Bindiğiniz taksinin şoförüne bile rica ettiğinizde, laf yiyorsunuz. Dolmuş şoförlerine zaten dokunulmaz! Saatte 130 km hızla köprüden çevre yoluna doğru uçarken, arka sırada oturanların içi dışına çıkar ve kafaları zıplamaktan tavana çarparken, insan değil de canlı hayvan taşımacılığı yapıyormuşcasına kaba kaba davranan ve o sırada da fosur fosur sigara içen dolmuş şoförüne ne diyebilirsiniz. Yavaş gidin dediğinizde bile ters ters bakıyorlar...Sadece şoförler değil, dolmuştaki yolcular da... Ne var ki? Neden adamın sinirini bozuyorum ki? Huysuz kadın oluyorum yine...
Bir başka tahammül edemediğim kabalık da, havalimanında görev yapan trafik polislerinin, yolcu indirip bindiren araçları uyarırken takındıkları tavır... Akşam karanlıkta İstanbul'a iniyorsunuz. Koştura koştura pasaport kontrolünden geçip, duty free'den haldır haldır alışveriş yapanların arasından sıyrılıp, kendinizi dışarı atıyorsunuz. Taksi kuyruğuna giriyorsunuz. Etraf insan kaynıyor oysa saat sabaha karşı 02.00... Ve acayip bir gürültü!!! Havalimanı taksilerinin kuyruğunda, iki tane kaba tavırlı adam, yani ''zaten'' kuyrukta olan taksileri ve ''zaten'' kuyrukta olan insanları yeniden kuyruğa sokmak için bağıran, çağıran ve düdük öttüren adamlar! Bir bağırış bir çağırış! Turistler şok geçiriyorlar. Ama bunun dışında, daha korkunç bir gürültü daha yükseliyor: Trafik polisinin aracından çıkan siren sesi ve megafondan yükselen son derece kaba ve azarlayıcı ses: Duraklama yapmayın, ticari ilerle, ıınnnnnnnnn, ıınnnnnnnnnn..... Yahu kimi anasını almaya gelmiş kimi kardeşini. Arabaya, eğer durmazsa nasıl binebiliriz ki? Yani biz çok mu meraklıyız havalimanının, insan düşünülmeden oluşturulmuş mimarisinde, egzost dumanı solumaya? Sakin sakin evinize gidebilmeniz mümkün değil! Pişman oluyorsunuz...
Yani...
Örnekler o kadar çok ki! Hangi birini yazayım? Yine uzamış gitmiş yazı...Kabalığın sonu sınırı yok anlayacağınız!!!
Sizin aklınıza neler geliyor peki?
Recep İvedik neden gişe rekorları kırdı, eminim hepiniz düşünmüşsünüzdür....

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...