Kabalık...Kabalaşan Şehir...


Haftaya New York'a gidiyorum!!! Geçen hafta sonu Milano'daydım...Böyle söyleyince pek havalı duruyor, değil mi? Bence de...Bu anlamda kendimi hem çok şanslı hem de çok zengin hissediyorum. Mesleğimin güzel yanı!
Bu yazının konusu yukarıdakiler değil maalesef. Bu sefer bazı konularda içimi döküp, sesimi duyurmak istiyorum: Ülkemin ve şehrim İstanbul'un aldığı son derece KABA hal ve tavır artık beni çok yoruyor, üzüyor ve yıpratıyor. Ne yapacağımı ve bu durumu ne şekilde tolere edebileceğimi bilemez haldeyim. Atsam atamam, satsam satamam!!! Burası benim ülkem, benim toprağım! VATAN dediğim yer burası ama artık kendimi AİT hissetmiyorum. Ve eminim benim durumumda o kadar çok insan var ki! Sesimiz çıkmıyor, sinip durakaldık köşelerde. Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Hiç birimizin güveni yok geleceğe dair. Ülkeyi yönetenleri izliyoruz, kafamızı sallıyoruz, cık cık cık diyoruz, ama bunun dışında bir şey yapanımız var mı? YOK! Hepimizde sadece bir eleştirel hava, bir beğenmemezlik, bir kendini bir şey sanmalar ama bunun dışında SIFIRIZ! Ben, benim gibi olanlardan bahsediyorum. Kimse üstüne alınmasın ya da alınacaksa alınsın canım!!! En çok kendime kızdığımı hep söyledim. Bu durumla savaşmak, mücadele etmek adına hiç bir şey yapmıyorum! Politikaya atılmadan bir şey olmaz! Ülke yönetiminde hiç bir şekilde etkili olamazsın. Soruyorum: Bu ülkede politikaya atılmak akıllı insanın yapacağı şey midir? Cevabı yüksek sesle vermeseniz de olur, ben biliyorum nasıl olsa!
Beni en çok üzen şey, etrafın KABALAŞMASI!
Her şey KABA! Herkes KABA!
Etrafıma bakıyorum, insanları seyrediyorum. Ben metro, metrobüs, belediye otobüsü, vapur, motor, füniküler, kısaca bütün toplu taşıma araçlarını hemen her gün kullanıyorum. Hepsi her saat kalabalık ama inen binen insanları izliyorum bu sayede. Gördüğüm manzarayı tasvir etmeye çalışacağım, lütfen kimse kendini beğenmişlik yaptığımı düşünmesin. Niyetim bu değil! Ben kimseden DAHA İYİ veya DAHA DOĞRU değilim... Böyle bir iddiam yok, üstelik bu yazacaklarımın para, pul, zenginlik ve bunlara bağlı günümüz maddi değerleriyle de bir ilgisi yok.
Özellikle kalabalık saatlerde metroya binmeyi denediniz mi hiç? Ben her gün deniyorum, bir şekilde başarıyorum da... Ama olay şöyle cereyan ediyor: Metro yanaşıyor. Metro yanaştığında kapıların hangi noktaya geleceği yerlerde işaretli. Dolayısıyla o noktalarda metroya binmeye çalışan insanlar kümelenmiş oluyor. Amaç bir an evvel içeri dalıp yer kapmak! Hepimiz oturmayı isteriz, bir sözüm yok! Ama içerideki insanlar çıkamadan, dışarıdakiler kapılara hücum edince, ortalık savaş alanına dönüyor. Hele elinizde paket, çanta falan varsa, vay halinize. Hepsi ezilip, berbat oluyor. Ben bir kaç kere elimde bir buket çiçekle binmeye çalışmıştım. Herkes öyle garipsiyor ki bu durumu, tuhaf bakışlardan rahatsız olup, bir daha çiçekle binmemeye karar verdim. Madem koca bir buket çiçek alacak kadar zenginsin!, neden taksiye binmedin bakışları bunlar! Küçümseyen, bıyık altından gülen bakışlar. Elimdeki çiçekle metroda hayatta kalmaya çalışırken çektiğim sıkıntıyı, keyifle seyreden ama asla yer vermeye yanaşmayan genç bakışlar bunlar...Abartmıyorum, ama böyle hissediyorum. Sonra işin ikinci kısmı geliyor: Metrodan inmeniz lazım. Bazı duraklara, mesela benim kullandığım Şişli Mecidiyeköy durağına geldiğinizde, inebilmek gerçekten maharet istiyor. Kapıların açılacağı noktaya denk gelen yerler yine bir an evvel metronun içine girmeye çalışanlar tarafından tutulmuş oluyor. Kapılar tıslayarak açıldığında ikinci itişme seansımız başlıyor. İçeri girerken ezilmiş paketleriniz, bu sefer de dışarı çıkarken eziliyorlar. Tabii siz de...İçerideki kalabalık dışarıya, dışarıdaki kalabalık da içeriye hücum ediyor. Her seferinde bırakın da önce çıkalım diye seslenmek zorunda kalıyorum. Bana deli huysuz kadın gözüyle baktıklarını hissediyorum yine insanların...Hiç bir işe yaramıyor ama yine de deniyorum!
Burada aslında pek çok filtre devreye giriyor: Sona kalırsam açıkta kalırım korkusu... Metro beni almadan gider korkusu...Herkesin önüne geçeyim güdüsü... En çok ne gıcık ediyor beni biliyor musunuz? Sinsi sinsi önünüze geçip, aradan içeri sızmaya çalışanlar! Yandan yandan, yengeç gibi yanaşıp, kapılar açılır açılmaz, içeri sızıveriyorlar gölge gibi...Bunu özellikle, kendilerini dış dünyadan soyutlamak için bir duvar olarak kullandıkları kulaklıklarından bangır bangır müzik yayılan genç tipler yapıyor. Sizi hafifçe iterek öyle güzel bertaraf ediyorlar ki, bir şey diyemiyorsunuz. Sanki yaptıklarının hiç birinin farkında değillermiş gibi bir tavırla hareket ettikleri için, ne deseniz boş! Zaten ''kardeşim, ben görünmez miyim, nasıl geçiyorsun önüme'' diye sorsan, umursamazca, '' ee buyrun o zaman'' deyip, kaba bir el hareketiyle size yer veriyorlar. Ama öyle bir tavırla yapıyorlar ki bunu, siz sanki olayı çok büyütmüşsünüz gibi bir izlenim oluşuyor bir anda...Oysa, bir şey yapmadınız ama etrafta, bu olaya şahit olanlar bile, bir anda olayı sizin büyüttüğünüzü düşünmeye başlıyorlar. Yine sinip susan taraf siz oluyorsunuz. Ne de olsa çoğunluktan farklısınız. Bu farkınızı herkes fark ediyor zaten... Elinizdeki kitaptan, derli toplu olmasına gayret ettiğiniz giyim kuşamınızdan, tarayıp da sokağa çıktığınız saçlarınızdan. Kentsoylu olmanın gereklerini yerine getirdiğiniz için farklı oluyorsunuz. Ne tuhaf değil mi? Şehir yaşamı başkadır ama siz şehirli kalmaya gayret ederken, şehri paylaşan diğerleri tarafından itilip kakılıyorsunuz.
Diyelim ki tek yön olduğu açık açık belli olan bir sokakta, karşı yönden gelen bir arabayla kafa kafaya geliyorsunuz. Yol sizin! İki tarafta park etmiş arabalar olduğu için, yol zaten iyice daralmış. Siz de daralıyorsunuz... Penrecenizi açıp, '' Burası tek yön, siz ters taraftan geliyorsunuz, hatalısınız'' dediğinizde ne oluyor peki? '' Yaa yürü git işine !!! Sana mı kaldı polislik'' diyen maganda erkeklerle ağız dalaşına düşüveriyorsunuz.. Zaten direksiyonda kadın olarak bulunmanız, yeterli sebep sizi ezmeleri için... Hemen KABALIK genleri devreye giriyor. Yine susup oturuyorsunuz.
Televizyonda programlara bakıyorum. Ülkeyi yönetenlerin hemen hepsi zaten kaba kaba kanuşuyor, kaba kaba konuştukları için oy alıyorlar. Ekranda da aynı kabalık her yere sirayet etmiş durumda, fark ediyorsunuz. Hele tartışma programları var ya, dayanamıyorum. Kabalığın beraberinde cehalet ve cehaletin getirdiği cesaret feci şekilde korkutuyor beni.
Etrafta yapılan deeevvvvv inşaat projelerine bakıyorum. Hepsi kocaman kocaman beton bloklar, hepsi göğe doğru uzanmış gidiyorlar ama başta yükselen değerlerimizden Ağaoğlu'nunkiler olmak üzere, hepsi kaba kaba... Zarafet ve letafet, Osmanlıca sözlükteki kelimeler olarak kaldılar maalesef. İnce zevkleriniz varsa, üzerinizden silindir gibi geçiyorlar.
Sokaklarda, kaldırımlarda yürüyemiyorsunuz. Ya arabalar park etmiş oluyor, ya işportacılar, ya da dükkanlar plastik babalarla kendilerine sınır çizmiş oluyorlar. Bu engellerin üstesinden geldiğinizde ise, sizi omuzlarıyla iten, kakan, dürten ya da sanki şartmış gibi, yürürken tüttürdüğü sigarasının dumanına boğan kalabalıkların içersinden geçmeye çalışıyorsunuz. Durakta otobüs bekliyorsunuz, etrafınızdaki 10 kişiden 7'si sigara içiyor. Arada ben de keyif sigarası içerim, lafım sigaraya karşı değil ama o durakta beklerken üstünüz başınız, açık hava olmasına rağmen kokuyor, koku genzinize doluyor. Acaba diyebilir misiniz, içmeseniz ne iyi olur! Ben korkarım neyle karşılacağımdan... Bindiğiniz taksinin şoförüne bile rica ettiğinizde, laf yiyorsunuz. Dolmuş şoförlerine zaten dokunulmaz! Saatte 130 km hızla köprüden çevre yoluna doğru uçarken, arka sırada oturanların içi dışına çıkar ve kafaları zıplamaktan tavana çarparken, insan değil de canlı hayvan taşımacılığı yapıyormuşcasına kaba kaba davranan ve o sırada da fosur fosur sigara içen dolmuş şoförüne ne diyebilirsiniz. Yavaş gidin dediğinizde bile ters ters bakıyorlar...Sadece şoförler değil, dolmuştaki yolcular da... Ne var ki? Neden adamın sinirini bozuyorum ki? Huysuz kadın oluyorum yine...
Bir başka tahammül edemediğim kabalık da, havalimanında görev yapan trafik polislerinin, yolcu indirip bindiren araçları uyarırken takındıkları tavır... Akşam karanlıkta İstanbul'a iniyorsunuz. Koştura koştura pasaport kontrolünden geçip, duty free'den haldır haldır alışveriş yapanların arasından sıyrılıp, kendinizi dışarı atıyorsunuz. Taksi kuyruğuna giriyorsunuz. Etraf insan kaynıyor oysa saat sabaha karşı 02.00... Ve acayip bir gürültü!!! Havalimanı taksilerinin kuyruğunda, iki tane kaba tavırlı adam, yani ''zaten'' kuyrukta olan taksileri ve ''zaten'' kuyrukta olan insanları yeniden kuyruğa sokmak için bağıran, çağıran ve düdük öttüren adamlar! Bir bağırış bir çağırış! Turistler şok geçiriyorlar. Ama bunun dışında, daha korkunç bir gürültü daha yükseliyor: Trafik polisinin aracından çıkan siren sesi ve megafondan yükselen son derece kaba ve azarlayıcı ses: Duraklama yapmayın, ticari ilerle, ıınnnnnnnnn, ıınnnnnnnnnn..... Yahu kimi anasını almaya gelmiş kimi kardeşini. Arabaya, eğer durmazsa nasıl binebiliriz ki? Yani biz çok mu meraklıyız havalimanının, insan düşünülmeden oluşturulmuş mimarisinde, egzost dumanı solumaya? Sakin sakin evinize gidebilmeniz mümkün değil! Pişman oluyorsunuz...
Yani...
Örnekler o kadar çok ki! Hangi birini yazayım? Yine uzamış gitmiş yazı...Kabalığın sonu sınırı yok anlayacağınız!!!
Sizin aklınıza neler geliyor peki?
Recep İvedik neden gişe rekorları kırdı, eminim hepiniz düşünmüşsünüzdür....

1 yorum:

Unknown dedi ki...

İlknurcuğum, sen kendine incelikler yarat. Başka çaresi yok ki. Onlarla savaşma, savaştığın şey güçlenir. Biliyorum, bu söylediklerimin kalabalık bir otobüse binmeye çalışırken sana bir faydası yok. Ama belki de sen kendi yönelimini, yolunu, kullandığın taşıtı falan değiştirerek farklı bir kapı açacaksındır kendine. Ben de şaşıyorum bahsettiğin türde filmler nasıl oluyor da gişe rekorları kırıyor diye, ama durum budur. Şaşarak yaşamaya devam edeceğiz.

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...