Göller Bölgesi -2-



Bir önceki yazımda Göller Bölgesi gezimizin Elmalı kısmını anlatmıştım.
Bu yazımda da size, bulutlarla oynaşan zirveleri ve zengin tarihiyle büyüleyici Sagalassos’tan ve oraya giderken gezdiğimiz antik kentlerden bahsetmek istiyorum.
Terzi kendi söküğünü dikemez derler ya, işte bazen aynısı bana da oluyor. Dünyanın binbir köşesine uçup duruyorum ama kimi zaman kendi memleketimin güzelliklerini keşfe maalesef geç kalıyorum. Nitekim ne zaman bahsi açılsa içten içe, söylemeye bile utanıyordum henüz Sagalassos’u görmediğimi… Bu eksiğimi kapatabilmek için, Elmalı’dan sonraki günlerde, göller bölgesinin bu güzel köşesine odaklandım.

Tabii altımızda arabamız olunca, içimizdeki kaşif daha da hareketleniyor! Sagalassos’a giderken bile yolda rahat durmadık ve bir iki yere daha uğrayıp, gidişimizi daha da zengin kıldık. İlk durağımız Burdur – Antalya karayolu üzerindeki Ariassos oldu.

Ariassos Roma Kapısı

Öyle çok bilinen bir antk kent değil Ariassos. Güneydeki Pamfilia ile daha dağlık Pisidia’nın kesişme noktasında, resmi kayıtlara göre M.Ö 2 yüzyılda kurulmuş. Yakınından eski kervan yolları geçiyor. Hatta bu kervan yolu üzerinde, çok sonraki yüzyıllarda inşa edilmiş kervansarayların kalıntılarını görebilirsiniz. Her ne kadar Kalkolitik döneme kadar uzanan bazı toprak altı buluntular ortaya çıkarılmışsa da, gözle görülebilen yapılar, o kadar eskilere kadar uzanamıyor. Roma öncesi, Hellenistik dönemden izler çoğunlukta ama yine de gözlerinizin keskin ve arkeolojik bilginizin ortalamanın üzerinde olması lazım ki görünen kalıntılardan anlam çıkarabilin! Yine de şehrin tam girişinde ziyaretçileri karşılayan üç kemerli Roma dönemi kapısı ve onun altından başlayan ana caddeyi görünce, bir zamanlar bu şehirde hareketli bir yaşam sürüldüğünü anlıyorsunuz. Tiyatro, hamamlar, stadium ve hükümet binaları olarak tanımlanan kalıntılar, burada yaşanmış depremin boyutu hakkında da kuvvetli bir fikir veriyor. Hoşuma giden bir detay da şu oldu: Antalya’nın kuzeyinde, Toroslar’ın günay yamaçlarında kurulu Termessos kentinden başlayan bir yol, Ariassos’a kadar uzanıyormuş! Bu yolun kalıntıları, Ariassos’un batı kapısının yıkıntıları arasında seçilebiliyor. Şehir surlarından kalan bölüm sadece 300 metre civarında, o da pek iyi durumda değil ama orjinalinde neredeyse 1.5 km kadar uzanıyormuş! Nekropol olarak adlandırılan bölümde ise çok sayıda lahit var. Tabii pek çoğu define avcıları tarafından tahrip edilmiş! Ama insan bir şehrin boyutuna bir de lahitlerin sayısına ve nekropolün büyüklüğüne bakıyor! Şehir böyle büyük bir nekropol için gözüme biraz küçük sanki!  Kimbilir neden? Son dönemlerinde, Hıristiyanlık yagınlaştıkça bölgenin piskoposluk merkezi olarak onurlandırılmış Ariassos. Bugün, Çubuk Beli’ni geçtikten sonra  Akkoç köyü yakınlarından bir sapakla kolaylıkla ulaşılabiliyor. Arabanızla neredeyse o üç kemerli Roma Kapısı’na kadar ulaşabiliyorsunuz.

Biz bu kervan yolu üzerinde iki de kervansaray gezdik: Susuz Han ve İncirli Han. İkisinde de restorasyon çalışmaları var. Aslında Antalya-Burdur yolu üzerinde bu gezdiklerimiz dışında iki tane daha han bulunuyor. Bu hanlar Anadolu Selçuklu devleti dönemine uzanıyor. Ancak tabii ki bu yollar, Anadolu’nun halkı tarafından yüzlerce yıldır kullanılan yollar olduğundan, bu hanların kurulduğu noktalarda daha da eskilere uzanan yapıların izlerini görebiliyorsunuz.  Susuz han, 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1244-1246 yılları arasında inşa edilmiş olduğu düşünülse de, kitabesi olmadığından tam bir tarih verilemiyor. Bucak ilçesinin Susuz köyünde bulunuyor. Yörede hala çıkarılan yerel kesme taşla inşa edilmiş. Taç kapısı oldukça iyi durumda ve çok görkemli. Han’ın sadece kapalı kısmı ayakta kalmış. Diğer taraflarından kullanılmış olan taşları bugün köyün eski evlerinin duvarlarına gömülü halde görebilirsiniz. 2008 yılında Burdur Müzesi müdürü Ali Ekinci başkanlığında yapılan kazılarda, kervansarayın yakınlarında, Geç Bizans dönemine tarihlenen tabaklar, kaseler ve sırlı seramikler gibi çok sayıda parça bulunmuş. Geçtiğimiz yıllarda hayırsever bir iş adamı, epeyce para harcayarak, hanın restorasyonuna katkı sağlamış. Hanın kapalı kısmı artık kullanılabilecek duruma gelmiş. Dileğim, Susuz köyüne bir kazanç kapısı olmasıdır.

Diğer han ise, Bucak ilçesi İncirdere yolunda, kitabesinden anlaşıldığına göre 2. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından inşa edilmiş İncir Han ya da İncirli Han’dır. Yalnız, okuduklarıma göre bu han uzun sure bakımsız kalmış ve hatta hayvan barınağı olarak kullanılmış.  Birkaç sene önce ödenek çıkmış ve şimdi temizlik ve restorasyon çalışmaları yapılıyor. Kervansaray’ın yanıbaşındaki su kaynakları hala pırıl pırıl! İstiridye kabuğuna benzeyen müthiş bir taç kapısı var. Bu hanın da avlusundan eser yok, sadece kapalı kısmı ayakta. Bölgenin insanlarıyla konuştuğumuzda eskiden beri bu yerin Bucaklılar için bir mesire yeri olduğu, hafta sonları insanların çoluk çocuk oynamaya, piknik yapmaya, rahatlamaya geldiklerini anlattılar. Hepsi dört gözle bekliyor hanın yeniden hayat bulmasını!

Bu ziyaretlerden sonra yolumuzu ovalardan dağlara çevirdik. Bucak’tan geçip, tam bir kartal yuvasına benzeyen Kremna antik kentine ulaştık! Bucak ilçesinden yaklaşık 15 km tırmanıyorsunuz ve Çamlık köyüne ulaşıyorsunuz. Yolların durumu hiç fena değil ama taş ocaklarından yüklü çıkan o dev kamyonlara dikkat! Bir virajda burnunuzun ucunda beliriveriyorlar! Bu arada taş ocaklarıyla ilgili bir duygumu da paylaşmak isterim: Ben bu taş ocaklarını, güzelim yeşilliklerin içinde, dağların tepelerin bağırlarına açılmış devasa yaralara benzetiyorum! Ve sanki gittikçe çoğalıyorlar! Orman diye giriyorsunuz ama bir süre sonra küt diye o güzelim ormanın içinde kocaman bir yarıkla karşılaşıyorsunuz. Doğanın sükunetini kocaman vinçler, korkutucu kesiciler, art arda patlatılan dinamitler bozuyor! Ortalık toz duman! Her patlama 3.6 büyüklüğündeki bir depreme eşitmiş! Üstelik su kaynaklarını kurutup kirletiyor bu ocaklar! Ülkemizde 5000 ruhsatlı taş ocağı var. 20.000 başvuru daha varmış ayrıca! Benim canım acıyor, sinirim bozuluyor. Kim kime veriyor kocaman dağların tapusunu? Kim kime veriyor o dağları blok blok kesip satma ve sonunda da  yok etme hakkını? Manzarayı seyrederken, bir anda hançer saplanıyor göğsünüze! Bunun bir sınırı yok mu? Bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Neyse, daha fazla canınızı sıkmayayım ama bu duygumu sizlerle paylaşmadan edemezdim!

Kremna'da Gökkuşakları

Kremna'da Bulutlar


Sonunda art arda virajlarla yüksele yüksele Kremna’ya ulaştık. Bilet gişesine benzeyen bir yerde, yolumuzu asma kilitli bir kapı kesince, arabamızı bırakıp yokuş yukarı yürümeye başladık. Tırman tırman bitmiyor! Sonunda bir düzlüğe ulaştık ve nefesim kesildi: Aman Allahım o ne manzara! Bütün dünya altımıza serilmiş, bir yanda Karacaören baraj gölü, diğer yanda Taşyayla! Sıra sıra uzanan tepeler ve karlı zirveler! Uçaktan bakar gibiyiz! Nitekim Kremna 1000 metre yükseklikte, üç tarafı uçurum olan bir kayalık düzlüğün üzerine kurulmuş. Zaten Kremna kelimesinin Yunanca anlamı Uçurum demekmiş. Bir dönem eşkıya yatağı olmuş! Normal! Arabayla bile ulaşması zor! Ovalardan geçen kervanları soyup dağa kaçan haydutlar, bu kale gibi kayalığa saklanıyorlarmış. Roma devrinde, İmparator Probus idaresinde, bu eşkıyayı ele geçirmek için kenti bir kaç kere kuşatmak zorunda kalmışlar. M.S 2 yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında, Kremna’nın artık bir Roma kenti olduğu, kazılarda bulunan Hadrianus’lu sikkelerin çokluğundan anlaşılabiliyor.   Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar kitabında kentin adının ‘’Doruk Kenti’’ anlamına geldiği yazıyor. Kentin merkezine ulaştığınızda uçurumu da doruğu da görüyorsunuz!
Kremna'dan ovalara bakış

Kremna'ya adını veren kayalık uçurumlar


Kalıntıların arasında agora meydanını, tapınakları, 235 metre uzunluğundaki sütunlu yolu seçebiliyorsunuz. Ayrıca şehrin surları da etkileyici.  Kremna’nın ilk ziyaretçilerinden , ABD’nin ünlü üniversitelerinden Cornell’de Yunan dili hocası Prof. John Robert Sitlington Sterret, 1885’de buradaki yazıtları ve tarihi yapıların üzerindeki yazıları kaydetmiş ve diğer ciddi çalışmaların yolunu açmış. Prof. Jale İnan ise 1970-1972 yılları arasında yoğun bir kazı çalışması yürütmüş Kremna’da. Bu arada yörenin köylüleri de buldukları heykelleri Burdur Müzesi’ne satmışlar. Nitekim bugün Burdur Müzesi’nde, bu heykellerle birlikte, Jale Hoca’nın çıkardığı çok sayıda eseri görebilirsiniz.


Bu seyahate çıkarken kafamdaki en önemli nokta, yazımın başında da belirttiğim gibi, Sagalassos’tu. Bu olağanüstü şehri daha fazla geç kalmadan görmek, tanımak istiyordum. Dolayısıyla, bütün bu güzel yerlerden sonra, iki yanı da çam ormanlarıyla kaplı, manzaralı ve virajlı güzel bir yolla nihayet Burdur’un yaklaşık  4100 nüfuslu, tertemiz havalı ve sakin ilçesi Ağlasun’a vardık. Burdur’a 35, Isparta’ya 40 km mesafede bulunan Ağlasun, öyle sanıldığı kadar erişilmesi zor bir yer değil. Isparta’ya her gün uçak var. Oradan da bir araçla bir, bir buçuk saatte Ağlasun’a ulaşabilirsiniz. Hafta sonu kaçamağı yapılabilir. Üstelik Ağlasun çevresinde sadece Sagalassos değil, yukarıda saydığım diğer yerlerle birlikte başka pek çok yer daha var.  Burdur ve Isparta’yı da kattınız mı rahat rahat 3-4 günlük malzeme çıkar o bölgeden. İşin içine kanyon yürüyüşleri ve Kovada Gölü Milli Parkı’nı da latmak isterseniz, bence bir gün daha ekleyin derim.

Yollarda görüşürüz...

Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...