Bir önceki yazımda Göller Bölgesi gezimizin Elmalı kısmını
anlatmıştım.
Bu yazımda da size, bulutlarla oynaşan zirveleri ve zengin
tarihiyle büyüleyici Sagalassos’tan ve oraya giderken gezdiğimiz antik
kentlerden bahsetmek istiyorum.
Terzi kendi söküğünü dikemez derler ya, işte bazen aynısı
bana da oluyor. Dünyanın binbir köşesine uçup duruyorum ama kimi zaman kendi
memleketimin güzelliklerini keşfe maalesef geç kalıyorum. Nitekim ne zaman
bahsi açılsa içten içe, söylemeye bile utanıyordum henüz Sagalassos’u
görmediğimi… Bu eksiğimi kapatabilmek için, Elmalı’dan sonraki günlerde, göller
bölgesinin bu güzel köşesine odaklandım.
Tabii altımızda arabamız olunca, içimizdeki kaşif daha da
hareketleniyor! Sagalassos’a giderken bile yolda rahat durmadık ve bir iki yere
daha uğrayıp, gidişimizi daha da zengin kıldık. İlk durağımız Burdur – Antalya
karayolu üzerindeki Ariassos oldu.
Ariassos Roma Kapısı
Öyle çok bilinen bir antk kent değil Ariassos. Güneydeki
Pamfilia ile daha dağlık Pisidia’nın kesişme noktasında, resmi kayıtlara göre
M.Ö 2 yüzyılda kurulmuş. Yakınından eski kervan yolları geçiyor. Hatta bu
kervan yolu üzerinde, çok sonraki yüzyıllarda inşa edilmiş kervansarayların
kalıntılarını görebilirsiniz. Her ne kadar Kalkolitik döneme kadar uzanan bazı
toprak altı buluntular ortaya çıkarılmışsa da, gözle görülebilen yapılar, o
kadar eskilere kadar uzanamıyor. Roma öncesi, Hellenistik dönemden izler
çoğunlukta ama yine de gözlerinizin keskin ve arkeolojik bilginizin ortalamanın
üzerinde olması lazım ki görünen kalıntılardan anlam çıkarabilin! Yine de
şehrin tam girişinde ziyaretçileri karşılayan üç kemerli Roma dönemi kapısı ve
onun altından başlayan ana caddeyi görünce, bir zamanlar bu şehirde hareketli
bir yaşam sürüldüğünü anlıyorsunuz. Tiyatro, hamamlar, stadium ve hükümet
binaları olarak tanımlanan kalıntılar, burada yaşanmış depremin boyutu hakkında
da kuvvetli bir fikir veriyor. Hoşuma giden bir detay da şu oldu: Antalya’nın
kuzeyinde, Toroslar’ın günay yamaçlarında kurulu Termessos kentinden başlayan bir
yol, Ariassos’a kadar uzanıyormuş! Bu yolun kalıntıları, Ariassos’un batı
kapısının yıkıntıları arasında seçilebiliyor. Şehir surlarından kalan bölüm
sadece 300 metre civarında, o da pek iyi durumda değil ama orjinalinde
neredeyse 1.5 km kadar uzanıyormuş! Nekropol olarak adlandırılan bölümde ise
çok sayıda lahit var. Tabii pek çoğu define avcıları tarafından tahrip edilmiş!
Ama insan bir şehrin boyutuna bir de lahitlerin sayısına ve nekropolün
büyüklüğüne bakıyor! Şehir böyle büyük bir nekropol için gözüme biraz küçük
sanki! Kimbilir neden? Son dönemlerinde,
Hıristiyanlık yagınlaştıkça bölgenin piskoposluk merkezi olarak onurlandırılmış
Ariassos. Bugün, Çubuk Beli’ni geçtikten sonra
Akkoç köyü yakınlarından bir sapakla kolaylıkla ulaşılabiliyor. Arabanızla
neredeyse o üç kemerli Roma Kapısı’na kadar ulaşabiliyorsunuz.
Biz bu kervan yolu üzerinde iki de kervansaray gezdik: Susuz
Han ve İncirli Han. İkisinde de restorasyon çalışmaları var. Aslında
Antalya-Burdur yolu üzerinde bu gezdiklerimiz dışında iki tane daha han
bulunuyor. Bu hanlar Anadolu Selçuklu devleti dönemine uzanıyor. Ancak tabii ki
bu yollar, Anadolu’nun halkı tarafından yüzlerce yıldır kullanılan yollar
olduğundan, bu hanların kurulduğu noktalarda daha da eskilere uzanan yapıların
izlerini görebiliyorsunuz. Susuz han, 2.
Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 1244-1246 yılları arasında inşa edilmiş olduğu
düşünülse de, kitabesi olmadığından tam bir tarih verilemiyor. Bucak ilçesinin
Susuz köyünde bulunuyor. Yörede hala çıkarılan yerel kesme taşla inşa edilmiş. Taç
kapısı oldukça iyi durumda ve çok görkemli. Han’ın sadece kapalı kısmı ayakta
kalmış. Diğer taraflarından kullanılmış olan taşları bugün köyün eski evlerinin
duvarlarına gömülü halde görebilirsiniz. 2008 yılında Burdur Müzesi müdürü Ali
Ekinci başkanlığında yapılan kazılarda, kervansarayın yakınlarında, Geç Bizans
dönemine tarihlenen tabaklar, kaseler ve sırlı seramikler gibi çok sayıda parça
bulunmuş. Geçtiğimiz yıllarda hayırsever bir iş adamı, epeyce para harcayarak,
hanın restorasyonuna katkı sağlamış. Hanın kapalı kısmı artık kullanılabilecek
duruma gelmiş. Dileğim, Susuz köyüne bir kazanç kapısı olmasıdır.
Diğer han ise, Bucak ilçesi İncirdere yolunda, kitabesinden
anlaşıldığına göre 2. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından inşa edilmiş İncir Han ya
da İncirli Han’dır. Yalnız, okuduklarıma göre bu han uzun sure bakımsız kalmış
ve hatta hayvan barınağı olarak kullanılmış.
Birkaç sene önce ödenek çıkmış ve şimdi temizlik ve restorasyon
çalışmaları yapılıyor. Kervansaray’ın yanıbaşındaki su kaynakları hala pırıl
pırıl! İstiridye kabuğuna benzeyen müthiş bir taç kapısı var. Bu hanın da
avlusundan eser yok, sadece kapalı kısmı ayakta. Bölgenin insanlarıyla
konuştuğumuzda eskiden beri bu yerin Bucaklılar için bir mesire yeri olduğu,
hafta sonları insanların çoluk çocuk oynamaya, piknik yapmaya, rahatlamaya
geldiklerini anlattılar. Hepsi dört gözle bekliyor hanın yeniden hayat
bulmasını!
Bu ziyaretlerden sonra yolumuzu ovalardan dağlara çevirdik.
Bucak’tan geçip, tam bir kartal yuvasına benzeyen Kremna antik kentine ulaştık!
Bucak ilçesinden yaklaşık 15 km tırmanıyorsunuz ve Çamlık köyüne ulaşıyorsunuz.
Yolların durumu hiç fena değil ama taş ocaklarından yüklü çıkan o dev
kamyonlara dikkat! Bir virajda burnunuzun ucunda beliriveriyorlar! Bu arada taş
ocaklarıyla ilgili bir duygumu da paylaşmak isterim: Ben bu taş ocaklarını, güzelim
yeşilliklerin içinde, dağların tepelerin bağırlarına açılmış devasa yaralara
benzetiyorum! Ve sanki gittikçe çoğalıyorlar! Orman diye giriyorsunuz ama bir
süre sonra küt diye o güzelim ormanın içinde kocaman bir yarıkla
karşılaşıyorsunuz. Doğanın sükunetini kocaman vinçler, korkutucu kesiciler, art
arda patlatılan dinamitler bozuyor! Ortalık toz duman! Her patlama 3.6
büyüklüğündeki bir depreme eşitmiş! Üstelik su kaynaklarını kurutup kirletiyor
bu ocaklar! Ülkemizde 5000 ruhsatlı taş ocağı var. 20.000 başvuru daha varmış
ayrıca! Benim canım acıyor, sinirim bozuluyor. Kim kime veriyor kocaman
dağların tapusunu? Kim kime veriyor o dağları blok blok kesip satma ve sonunda
da yok etme hakkını? Manzarayı
seyrederken, bir anda hançer saplanıyor göğsünüze! Bunun bir sınırı yok mu? Bu
nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Neyse, daha fazla canınızı sıkmayayım ama bu
duygumu sizlerle paylaşmadan edemezdim!
Kremna'da Gökkuşakları
Kremna'da Bulutlar
Sonunda art arda virajlarla yüksele yüksele Kremna’ya
ulaştık. Bilet gişesine benzeyen bir yerde, yolumuzu asma kilitli bir kapı
kesince, arabamızı bırakıp yokuş yukarı yürümeye başladık. Tırman tırman
bitmiyor! Sonunda bir düzlüğe ulaştık ve nefesim kesildi: Aman Allahım o ne
manzara! Bütün dünya altımıza serilmiş, bir yanda Karacaören baraj gölü, diğer
yanda Taşyayla! Sıra sıra uzanan tepeler ve karlı zirveler! Uçaktan bakar
gibiyiz! Nitekim Kremna 1000 metre yükseklikte, üç tarafı uçurum olan bir
kayalık düzlüğün üzerine kurulmuş. Zaten Kremna kelimesinin Yunanca anlamı
Uçurum demekmiş. Bir dönem eşkıya yatağı olmuş! Normal! Arabayla bile ulaşması
zor! Ovalardan geçen kervanları soyup dağa kaçan haydutlar, bu kale gibi
kayalığa saklanıyorlarmış. Roma devrinde, İmparator Probus idaresinde, bu
eşkıyayı ele geçirmek için kenti bir kaç kere kuşatmak zorunda kalmışlar. M.S 2
yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında, Kremna’nın artık bir Roma kenti olduğu,
kazılarda bulunan Hadrianus’lu sikkelerin çokluğundan anlaşılabiliyor. Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar
kitabında kentin adının ‘’Doruk Kenti’’ anlamına geldiği yazıyor. Kentin
merkezine ulaştığınızda uçurumu da doruğu da görüyorsunuz!
Kremna'dan ovalara bakış
Kremna'ya adını veren kayalık uçurumlar
Kalıntıların arasında agora meydanını, tapınakları, 235
metre uzunluğundaki sütunlu yolu seçebiliyorsunuz. Ayrıca şehrin surları da
etkileyici. Kremna’nın ilk
ziyaretçilerinden , ABD’nin ünlü üniversitelerinden Cornell’de Yunan dili
hocası Prof. John Robert Sitlington Sterret, 1885’de buradaki yazıtları ve
tarihi yapıların üzerindeki yazıları kaydetmiş ve diğer ciddi çalışmaların
yolunu açmış. Prof. Jale İnan ise 1970-1972 yılları arasında yoğun bir kazı
çalışması yürütmüş Kremna’da. Bu arada yörenin köylüleri de buldukları
heykelleri Burdur Müzesi’ne satmışlar. Nitekim bugün Burdur Müzesi’nde, bu
heykellerle birlikte, Jale Hoca’nın çıkardığı çok sayıda eseri görebilirsiniz.
Bu seyahate çıkarken kafamdaki en önemli nokta, yazımın
başında da belirttiğim gibi, Sagalassos’tu. Bu olağanüstü şehri daha fazla geç
kalmadan görmek, tanımak istiyordum. Dolayısıyla, bütün bu güzel yerlerden
sonra, iki yanı da çam ormanlarıyla kaplı, manzaralı ve virajlı güzel bir yolla
nihayet Burdur’un yaklaşık 4100 nüfuslu,
tertemiz havalı ve sakin ilçesi Ağlasun’a vardık. Burdur’a 35, Isparta’ya 40 km
mesafede bulunan Ağlasun, öyle sanıldığı kadar erişilmesi zor bir yer değil.
Isparta’ya her gün uçak var. Oradan da bir araçla bir, bir buçuk saatte
Ağlasun’a ulaşabilirsiniz. Hafta sonu kaçamağı yapılabilir. Üstelik Ağlasun
çevresinde sadece Sagalassos değil, yukarıda saydığım diğer yerlerle birlikte
başka pek çok yer daha var. Burdur ve
Isparta’yı da kattınız mı rahat rahat 3-4 günlük malzeme çıkar o bölgeden. İşin
içine kanyon yürüyüşleri ve Kovada Gölü Milli Parkı’nı da latmak isterseniz,
bence bir gün daha ekleyin derim.
Yollarda görüşürüz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder