Mesleğim gereği dünyanın pek çok ülkesine, farklı kültürüne
ve coğrafyasına seyahat etme fırsatım oluyor Ancak yine de , her yurtiçi gezi
benim için güzel yurdumu keşfetme, tanıma ve daha da çok sevme imkanı
yaratıyor. Şubat ve Mart aylarında arka arkaya yaptığım Hindistan ve Nepal
turlarımdan sonra, baharı karşılamak ve bir iki özel yer keşfetmek amacıyla bu
sefer eşimle yollara düştük. Keşfetmek derken yanlış bir anlaşılma olsun
istemem! Bu yerlerin hiçbirisi bilinmeyen yerler değil tabii ki, sadece biz kendi
aramızda bunlara keşif gezileri dediğimiz için aynı terimi sizlerle paylaşmak
istedim. Ne zamandır istiyorduk, bastık gittik Göller Bölgesi’ne!
İstanbul’dan, yeni adıyla, Atlas Global’in, koltuk araları
gerçekten çok daha insaflı uçaklarından birine atlayıp, Antalya’ya uçuverdik.
Yağışlı hava ve türbülans inişte beni epeyce korkuttuysa da, sağ salim vardık.
Hemen iç hat terminal çıkışında, internet üzerinden kiraladığımız arabamızı
teslim alıp, kendimizi sahil yolundan Finike’ye vurduk. Niyetimiz o gece
Elmalı’da konaklamak ve adını hep duyup da bir türlü misafir olma fırsatı
bulamadığımız bu küçük kenti daha iyi tanımaktı. Tabii ki yol üzerindeki iki
antik kenti gezmeden yukarı yaylalara çıkmayı düşümüyorduk bile. Limyra ve
Arykanda kentlerini gezip öyle çıktık Elmalı’ya.
Kısaca bu iki antik kenti tanıtayım sizlere:
Limyra, Finike’den dağlara doğru kıvrıldığınız zaman, 9 km
sonra ovanın bittiği noktada, tatlı tatlı akan bir nehrin kıyısında karşınıza
çıkıveriyor. Bugün o bölgeye Turunçova diyorlar. Yıkıntıların hemen yanıbaşında
Torunlar köyü bulunuyor ama sit alanının sınırları oldukça iyi belirlenmiş
olduğu için, arabanızı bırakıp, rahat rahat gezebiliyorsunuz. Limyra, M.Ö 5. yüzyıldan
itibaren yerleşim görmüş. M.Ö 4 yüzyılda Anadolu’da Pers hakimiyeti yaşanırken,
Likya Bölgesi’nin kralı Perikle, bütün Likya kentlerini bir sancak altında
toplayıp Perslere karşı direniş örgütlerken, Limyra bütün bölgenin
başkentliğini üstlenmiş. Aradan yüzyıllar geçip, Roma hakimiyeti kurulduğu
dönemde ise, M.Ö 2. ve 3. yüzyıllarda bir parlak devir daha yaşamış kent ve
depremlere rağmen, yeniden inşa edilebilmiş. Hıristiyanlığın yayıldığı Bizans
devrinde, piskoposluk merkezi olmuş, sonra da 8. ve 9. yüyıllarda yaşanan Arap
akınları sonrasında terk edilmiş.
Lymros çayı şehrin tam ortasından geçiyor. Hatta öyle ki,
eski kente ait pek çok kalıntı, özellikle de kentin ana caddesi, nehrin altında
kalmış durumda. Aslında bu haliyle bence çok etkileyici. Bir zamanların anlı
şanlı kentlerinin yüzyıllar sonra düştükleri bu durumları görmek, her şeyin
geçici olduğunun bir kanıtı gibi geliyor bana! Sütunlar, eski mermer yol
kaplaması ve yola inen basamakların hepsi nehrin berrak sularının altında
yatıyor. M.S 140’larda, Roma devrinde onarım gördüğü anlaşılan tiyatro,
beklenmedik derecede iyi durumda. Kazılarda ortaya çıkarılan, başta heykeller
olmak üzere pek çok eser ise, Antalya’nın o güzelim müzesinde sergileniyor.
Görmediyseniz, mutlaka görün!
1970’li yıllardan beri Avusturyalı arkeologlar kazı
yapıyorlar Limyra’da. Kazı evini de uzaktan gördüm. Nefis bir düzlüğün üzerine
kurulmuş, yanıbaşından nehir geçen, söğüt ve çınar ağaçlarıyla yaz aylarında
gölgelenen, ben burada yaşarım dedirten bir ortam yaratmış çalışanlar. Kazı
zamanlarının hep en sıcak aylara denk geldiğini düşünecek olursak, bu
gölgelerin ne kadar kıymetli oldukları ortaya çıkar! Ama açıkçası çok isterdim
orada, kazı ekibiyle bir süre geçirip, kazma kürek sallamayı! Akşam olduğunda
da Lymros çayının şırıltısıyla rüyalara dalmayı!
Limyra’yı gezdikten sonra, daha yükseklere ulaşmak için,
Toroslar’ın aralarına daldık. Kıvrıla kıvrıla yükselip, Şahinkaya olarak
bilinen sarp kayalığın dibine kurulmuş Arykanda’ya ulaştık. Manzara seriliverdi
önümüze! Bulutlar zirvelerin üzerine taç gibi inmişken, bir anda güneş
çıkıverdi. Kentin en yüksek noktasında inşa edilmiş HELİOS Tapınağı’nın sahibi
GÜNEŞ bizi selamladı adeta! Arabamızı bırakıp, yamaca tırmanmaya başladık.
Bütün şehir, oldukça eğimli bir arazi üzerine kurulu
olduğundan, taraça taraça yükseliyor. M.Ö 4. Yüzyılda, Likya Kralı Perikle
döneminde, Limyra’ya bağlıymış kent. Bunu kazılarda ortaya çıkarılan çok sayıda
Perikle sikkesinden anlıyoruz. Sonra Büyük İskender’in gelişiyle tüm Anadolu’da
olduğu gibi, bu bölgede de bir takım idari değişiklikler yaşanmış olmalı. Roma
devrinde, Likya Birliği son bulunca,
Arykanda da Roma’ya bağlanmış. M.S 1. ve 2. yüzyıl bu şehirde pek çok yapının
onarıldığı, genişletildiği ve Arykanda isminin pek çok kaynakta sık sık
kullanıldığı bir dönem olmuş.
O eğimli ve kayalık araziye böyle bir kentin nasıl
kurulduğunu hayal ederken bile insan zorlanıyor. Taşların taşınması,
kayalıkların düzlenmesi, istinat duvarlarının inşası, tapınaklar, idari binalar
ve şehir meydanı agora gibi mekanların oluşturulabilmesi için, kimbilir ne
kadar çok insan çalıştı, ne kadar çok enerji harcandı! Ben yapılardaki duvar
işçiliğine hayran kaldım! Devasa taşlar birbirlerine yap-boz gibi bağlanmışlar!
Aklıma İnkalar’ın ünlü kayıp kenti Macchu Pichu geldi hep gezerken! Onlar 15
yüzyılda yapmışlar, bizim Anadolu’nun insanları oradakilerden 1600 yıl önce!
Yanlış anlaşılmasın! Niyetim biri diğerinden daha üstündür demek değil! Sadece
şunu göstermek istiyorum: Bizim memleketimizde de, hem coğrafi konum hem
de mucizevi taş ustalığı konusunda en az
Macchu Pichu kadar etkileyici yerler var demek ki! Bu bilinsin!
Roma döneminde inşa edilmiş stadyuma şaştım kaldım. Şehrin
en tepede inşa edilmiş gözetleme kulesinden sonraki en yüksek noktada yer
alıyor. Diyorsunuz ki kim tırmanır buralara ama çıktığınızda görüyorsunuz:
Manzara şahane! Stadyum’un hemen altında, bölgenin en iyi korunmuş tiyatrosu
yer alıyor. Çok büyük değil ama basamaklar, sahne binası gayet iyi durumda. At
nalı şeklindeki orkestra bölümünden anlıyorsunuz ki, önce tam bir Grek
tiyatrosu düzeninde inşa edilmiş, sonra yeniden düzenlenmiş. Bölgenin en yüksek
zirvesine bakıyor! Bu eski adamlar işi iyi biliyorlarmış! Tiyatroları hep
manzaranın en güzel olduğu yere inşa edip, hem gösteriyi hem de doğayı
seyrediyorlarmış! İki gösteri bir arada yani! Ben de basamaklara oturup, kuş
seslerini ve çam yapraklarının arasında ıslık çalan rüzgarı dinledim. Sislerle
çevrili karlı zirveleri seyrettim. Bulutların arasından çıkıp çıkıp içimizi
ısıtan güneşi selamladım. Ne kadar şanslı olduğumuzu, dünyanın her anlamda en
güzel ve en zengin topraklarından birinde yaşadığımızı, o binlerce yıllık
tiyatroda bir kere daha hatırladım.
Akşamüstü iyice serinleyen hava, artık yeniden yola koyulup
o gece başımızı sokacak bir yer bulmamız gerektiğini hatırlatınca, arabamıza
dönüp, yola koyulduk. Kafamdaki plan belliydi: Gece Elmalı’da kalacaktık!
Elmalı diye tutturmamın iki sebebi vardı: 1- Atatürk’ün
Kuran-ı Kerim’i ilk kez Türkçe tefsir etmesi için görevlendirilen iki kişiden
biri olan Elmalı’lı Hamdi’nin doğduğu toprakları görmek istiyordum. 2- Yüzyılın
definesi olarak da anılan Elmalı Sikkeleri’ne adı verilen bölgeyi tanımak
istiyordum. Bu kaçırılan definenin hikayesi rehberlik hayatım boyunca hep
anlattığım şeylerin başında geliyordu. 1984 yılında Elmalı’nın Bayındır
köyünde, bir kaçak kazı sırasında, yaklaşık 1900 sikkelik bir hazine bulunur.
En büyük kısmı Amerikalı iş adamı William Koch’un elinde olan hazine uzun
uğraşlar ve davalar sonunda yurda döner. Hala nerede olduğu bilinmeyen 150-200
adet sikke daha var. Bakalım onlar nerede ortaya çıkacak?
Torosların arasından yükselerek, etrafı karlı zirvelerle
çevrili harika bir ovayı geçip, öyle vardık Elmalı’ya. Hava kararmaya yüz
tutmuştu iyice. Akıllı telefonumun yardımıyla bir otel bulup, yerleştik. Sabah
kahvaltısından sonra hiçbir şey yememiş olduğumuz için artık iyice acıkmıştık.
Hemen kendimizi şehrin ana caddesine atıp, Elmalı’nin ünlü şişçilerinden birine
girmeye karar verdik. Aslında sonraki
günlerde fark ettik ki bu tarz şiş o bölgede hemen her yerde yapılıyor. İnce
bir şiş köfte gibi hazırlanıp, ızgarada pişirilen bu et yemeği, ısıtılmış pide
üzerinde servis ediliyor. Yanında ızgara soğan ve yeşil biber ile getiriyorlar
sofraya. Lezzeti mi? Et yemeyen eşim bile yedi dersem yeterince açıklamış
sayılır mıyım acaba?
Sabah ise bölgenin susamıyla yapılan tahin ile pekmezi
karıştırıp, ekmek bandırarak zenginleştirdik kahvaltımızı. Sonra da eski
mahallelere doğru tırmandık. 138 adet tescilli ev ve konak var bu mahallelerde.
Yavaş yavaş restore edilip turizme kazandırılacaklar.
Elmalı’ya evliyalar kenti diyen de var. Vahhab-ı Ümmi ve
ünlü mutasavvıf Niyazi Mısri’nin hocası Sinan-ı Ümmi’nin türbeleri burada.
Manevi yönü çok kuvvetli olan Elmalı’nın çevresinde de çok sayıda eski dergah
ve türbe bulunuyor. Elmalı’nın yerlileriyle konuştuğumuzda hepsi özellikle
Ramazan ayının çok güzel yaşandığını ve Kadir Gecesi’nde Elmalı’nın başka
şehirlerden gelen ziyaretçilerle dolup taştığını, gece boyunca sokaklarda ve
caddelerde Kuran okunup, namaz kılındığını, o gece dükkanların sabaha kadar
açık olduğunu, kimsenin uyumadığını öğrendik. Böyle bir geceye tanık olmak
isterdim. Bir Elmalı’lı hanım şöyle dedi: Döşeğini kapan gelir, kimse uykuyu
düşünmez bile! Biz de ihtiyacı olana evimizi açarız. Bu bizim geleneğimizdir!
Tüm Ege ve Akdeniz bölgelerinde, Antalya da dahil olmak
üzere, en büyük Osmanlı camisine ev sahipliğini Elmalı yapıyor dersem
şaşırırsınız değil mi? Ben de şaşırmıştım! 1610 yılına tarihlenen Ömer Paşa
Camii, kare planı ve merkezi kubbesiyle Mimar Sinan ekolüne uygun şekilde inşa
edilmiş. Klasik dönem sonrası Anadolu’da inşa edilmiş en önemli külliyelerden
biri kabul ediliyor Ömer Paşa külliyesi! Cami de onun mücevheri! Külliyede
ayrıca, bir hamam ve camiyle ortak kullanılan şadırvanlı avlunun diğer tarafında
medrese bulunuyor. İçinde bir başka evliya, Ahi Baba’nın türbesi var. Aslen
Manavgat’lı olan Ketenci Ömer Paşa, kapıağalığından çavuşbaşılığa yükselmiş ve
sonra da beylerbeyi olmuş. Doğu’da ve Batı’da pek çok sefere katılmış, bu
camiyi de Saraybosna fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırmış. Hatta
denilen o ki, külliyenin ortasındaki dev çınarın fidanını bile Saraybosna’dan
getirmiş! Doğru mudur değil midir bilmiyorum ama dinlemesi bile güzel!
Yine pek az bilinen bir başka zenginliği daha var
Elmalı’nın: Elmalı Yeşil Yayla Yağlı Pehlivan Güreşleri! Bu sene 662. defa
düzenlenen bu güreşler, Edirne Kırkpınar’dakilerden bile eski! Bunu da
bilmiyordum, orada öğrendim!
Elmalı’nın bir bir başka güzelliği de sedir ormanları!
Türkiye’nin en yaşlı ağacı, 2000 yaşındaki bir sedir ağacı da Elmalı yakınlarındaki
bu ormanlarda bulunuyor! Bu yıl o bölgeye ilk defa bahar yürüyüşü düzenlenmiş.
Bundan sonra her bahar başlangıcında yürüyüş tekrarlanacakmış. Özel izinle
girilebilen sedir ağacı koruma alanına girip yürümek için güzel bir fırsat
değil mi?
Bu daha ilk gün! Bir hafta dolanıp durduk Göller
Bölgesi’nde. Bir yazıya sığmaz, dolayısıyla haftaya da bu gezimizden
izlenimlerimi paylaşacağım. Yine de hemen aklıma gelen şu son cümleyi yazayım:
Dünya güzel elbette ama Türkiyemiz daha güzel!
Yollarda görüşürüz,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder