İlhan Selçuk ve Oktay Babam
İtalya'dan geçen gün döndüm. Verona'daydım ve memleketin acayipliklerinden uzak olmak hoşuma gitmişti yine. Üstelik akşamları da müzikle avutuyordum gönlümü. Yanımda tatlı insanlar ve can dostlar daha da anlamlı kılıyordu herşeyi. Yine de beni çok üzen bir haberi İtalya'dayken aldım: Jose Saramago ölmüştü!!!
Bilenler bilir, Jose Saramago'nun kalbimdeki yeri apayrıdır. Lizbon'da Portekizce öğrenirken, ilk bir ayın sonunda, kentin tam merkezindeki büyük bir kitabevine girip, "Bana ne önerirsiniz" dediğimde, Saramago'nun bir kitabını tutuşturmuşlardı elime... Mutlu mesut alıp çıkmıştım kitabı ve heyecanla eve gelip, okumaya oturmuştum. Ama ne mümkün??? Her bir cümle bir sayfaydı... Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, metaforlarla dolu cümleler vardı ve ben kelimenin tam anlamıyla kan ter içinde boğuşuyordum kitapla. Bir aylık Portekizceyle olur mu bu iş??? Sonunda pes edip, bir beyaz dizi satın almış, rahata ermiştim... Neredeyse sözlüğe bile gerek olmadan okumuş bitirmiştim o saçma sapan kitabı... Saramago'nun tuğla kalınlığındaki yapıtını da, kitaplıktaki nadide eserler bölümüne yerleştirmiştim. Aradan aylar ve hatta seneler geçip de ben Portekizceye gittikçe daha hakim olmaya başladığım dönemlerde, o kitabı alıp okudum ve Saramago'nun başka eserlerini de kendi lisanından okuma şansına eriştim. Sonra aradan çok seneler geçti. Saramago Nobel aldı ve ülkemizde adı daha fazla söylenir hale geldi. Bunun üzerine can dostlarımdan biri olan Saadet Özen -ki kendisi ülkemizin en yetkin çevirmenlerinden biridir- Saramago'nun bir kitabını çevirmeye oturdu. Ben de o süreçte, kendisine eser miktarda yardımlarda bulundum. Sonra yine seneler geçti ve bir gün bana Saadet'ten şöyle bir haber geldi: İkocum, Saramago'yla sohbete ne dersin?
Ne mi derim??? Ne mi derim??? ALLLAAHHH derim!!!!
Ve bir öğleden sonra, Pangaltı'daki Ramada otelde, en üst kattaki suite odalardan birinin salonunda, Jose Saramago'yla, bir saatten fazla sohbet ettik. Hayatımda tanışma fırsatı bulduğum en etkileyici adamlardan biriydi. Ben tanıdığımda seksen yaşını çoktan geçmişti ama hayatımda gördüğüm en zarif ellere ve delip geçen, zeki bakışlara sahipti. Portekizcemi çok beğenmişti. Sadece üç ayda öğrenmiş olduğuma hiç inanmamıştı. Ben de bundan müthiş gurur duymuş, kendisine, Lizbon'daki kitabevinden satın aldığım o meşhur kitabın hikayesini anlatmıştım. Çok ama pek çok gülmüştü...Ahh çocuk, demişti, sen delirdin mi? Beni Portekizlilerin bile yarısından çoğu anlamıyor, sen bir aylık Portekizceyle mi anlamaya kalkıştın demiş, biraz da dalgasını geçmişti...Sonra da, yanaklarımdan öpmüş, bir kitabını imzalamış ve bizi kapıya kadar geçirmişti. Hayatımdaki en özel günlerden biridir.
İşte bu yüzden, geçen hafta Verona'dayken, Portekiz televizyonunu açtığımda, bir de ne göreyim? Saramago ölmüş! O kadar çok ağladım ki, anlatamam...Sanki ailemin uzaktaki bir ferdi ölmüş gibi hissettim...Sanki uzak bir amcam, bir dayım...uzun zamandır görmediğim dedem... Resmen böyle hissediyordum...
Üzgünüm ama Saramago ile tanıştığım, konuştuğum için çok mutluyum. Benim için hep müthiş bir anı olarak kalacak. Dünyaya renk katan, bilgelik katan olağanüstü bir adamdı. Yılmaz bir komünist, can sıkacak kadar eleştirel bir aydın, bir yanı ateist ama bir yanı müthiş hümanist... Eşi benzeri bulunmayan ve uzun bir süre de bulunamayacak bir insandı. Yaktırdı kendini... Küllerinin bir kısmı doğduğu yere bir kısmı da sevgili karısı Pilar'la yaşadığı ve öldüğü Lanzarote'ye serpildi. Tam onun stediği gibi...Bir röportajında, "Sadece bir taş olsun, insanlar gelip o taşa çiçek bıraksınlar... Bıraksınlar ki unutulup gitmediğimi anlayayım" demişti...
Ahh Saramago! Nasıl unutabilirim ki seni? Sen benim Portekizcedeki ilk aşkımsın...
Bu kaybı sindiremeden, bir başka aşkım daha gitti: İlhan Selçuk! Siyah dik yakalı kazağı içinde, her zaman son derece yakışıklı, karizmatik ve pırıl pırıldı. Konuşmalarını dinleyeceğim diye, salon salon dolaşmışlığım vardır. Yazıları, kitapları genç yaşlarımdan beri mütevazı kitaplığımda dururlar. İlk olarak Ziverbey Köşkü'nü almıştım, sonra Japon Gülü ve ardından da diğerleri gelmişti, hatırlıyorum... Pürlen kardeşimin vasıtasıyla, mesafeli "İlhan Selçuk" söyleminden, ailevi "İlhan Abi" ye geçmiştim. Elmadağ Meyhanesi'ne gelirdi sık sık. Oktay Baba'mın anma günlerindeki en önemli, konuşmacıydı hep. Ağzından çıkan her sözün bir ağırlığı vardı. Her kelime bir ton ağırlığındaydı...Boşa konuşmaz, atıp tutmaz ve laf olsun diye söylemezdi hiçbirşeyi... Yazıları mermi gibi, tam onikiden vururdu hep... Kısa ama satır araları dopdolu idi her köşe yazısı. Böyle bir birikim, böyle bir analitik değerlendirme yeteneği ve sonrasında herşeyi sentezleyip, ortaya dökme yoktu! Tekti, biricikti, eşsizdi..Maalesef kardeşi Turhan Selçuk'un kaybından sonra bir daha tam düzelemedi. Boşluk dolmadı içinde... Olmadı, tek başına dayanamadı...Sonunda gitti kardeşinin yanına...Eminim iki kardeş buluştular yukarıda. Şehit haberleriyle ağlayan memlekete bakıp bakıp iç geçiriyorlardır eminim. Biz senelerdir anlattık ama anlamadı bu sivri akıllı, asil ve necip Türk halkı diyorlardır ama içleri yanıyordur gencecik ölüp gidenlere...O gençlerle de buluşmuşlardır yukarıda aslında. Hep beraber seyrediyorlardır belki de aşağıdaki durumu... Saramago, Selçuk ve diğerleri... Dünyaya anlatamadık derdimizi diye hayıflanıyorladır...Ama heyhat! Artık çok geç... Gidenler gitti, biz kalanlarda da umut yok...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder