Viyana

Viyana Devlet Operası "Staatsoper" binası Staatsoper
Staatsoper perdesi, zaman zaman çağdaş sanatçıların eserleriyle renkleniyor



Valery Gergiev ve Mariinsky Theater sanatçıları çoşkulu kalabalığı selamlıyorlar.


Yarın Tepebaşı'ndaki Turkcell Salonu'nda, klasik müzik turlarımızı konu alan bir konuşmam var. Bütün gün görselleri bir araya getirip, güzel bir digital sunum hazırladım. Haftaya Viyana ve Salzburg'u kapsayan, müzik dolu bir tura gidiyorum. Viyana'da sahnelenecek muhteşem operaları görmek için, gerçekten sabırsızlanıyorum. Dün FEST'in kendi toplantı salonunda, tura katılacak yolcularımızın bir bölümüyle, hazırlık toplantısını da yaptık. Grubun yarısını tanıyorum zaten, hepsi can insanlar, dostlar... İşte bu işlerin peşinde koşturup, uğraşırken, aklıma geçen senelerde yazdığım Viyana yazısı geldi. İşte burada:
Işık ve Müziğin Dansı Viyana

Bir yere gitmeden önce, o yer hakkında okuduklarımızla, çalıştıklarımızla az ya da çok bir fikrimiz oluşur. Benim de Viyana’ya gitmeden evvel, okulda öğrenmiş olduklarımızın dışında, genel bir fikrim vardı. Daha önce gidip Viyana’yı görmüş olanlar, bana buranın inanılmayacak derecede aristokrat havalı, geleneklerine bağlı bir kent olduğunu söylemişlerdi. Sokaklarında dolanırken, yüzyıl başında yapılmış vitrinlerin göz aldıklarını ve her yerde hakim rengin altın rengi olduğunu anlatmışlardı. Bunları bilmemin, Viyana’ya gittiğimde şaşırmayacağım anlamına gelmediğini Viyana’ya adım attığım anda anladım.
Ben turizm sayesinde dünyanın en ücra köşelerine kadar gitme fırsatı buldum ama burnumun dibindeki Avrupa’yı çok sınırlı gezme firsatım oldu bugüne dek. Belki de o insana has, yakınındakinin farkında olmama haliydi bu durum ama her ne idiyse, artık geçti. Viyana ve Salzburg beni o kadar derinden etkiledi ki, artık burnumun dibindeki Avrupa ile daha fazla ilgilenmeye karar verdim.
Viyana, müziğin başkenti...Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ nun merkezi... Yılbaşı konserini televizyonda izlemeyi heyecanla beklediğim efsanevi Viyana Filarmoni’ nin yuvası... Klimt’ in, Schiele’nin, Moser’ in, Otto Wagner’ in oyun alanı... Habsburg Hanedanı’ nın, geniş imparatorluk coğrafyasından topladıklarıyla zenginleşmiş, gezmeye doyulmayan müzeler...Osmanlı’nın fethetmeye çalışıp da bir türlü başaramadığı, en kuvvetli zamanında Muhteşem Süleyman’a kök söktüren dirençli kale... Ve tabii ki hepimizin duyduğu anda, tempo tutarak eşlik ettiği Strauss’un Mavi Tuna’sı...Aslında bu liste böyle uzar gider ama tek bir yazıda anlatmaya karar verilince, insan nereden başlayacağını bilemiyor.
Öyleyse kendimce en çok sevdiklerim listesi yapayım...
Sokaklarını sevdim ben Viyana’nın... Herhangi bir amacı olmadan, sadece yürümüş olmak için yürümeyi sevenler için Viyana bir cennet. Üzerine altın tozu serpilmiş kremalı düğün pastalarına benzeyen barok kiliseler, antik yunan tapınaklarını andıran neoklasik yapılar, hepsini elinin tersiyle iten ama altın rengini her şeye rağmen koruyan Secession tarzı ve Viyana’nın Art Nouveau’ su Jugendstil... Eski kentin merkezine doğru inildiğinde işte bu karışım eşlik eder gezginlere...Graben’de ve Aziz Stefan Kilisesi’ ne açılan meydanda durup etrafınıza baktığınızda, bunların birlikte yarattıkları karışım gerçekten çok hoştur. Ancak bütün bu şaşalı geçmişin yanıbaşında Hollein’ın manifestosu Haas Haus, “asla sürmez” denen birlikteliklerin bile sürebileceğini kanıtlarcasına, her türlü eleştiri, yergi ve övgüyü göğüsleyerek dimdik ayakta durmaktadır. Viyana budur aslında...Geleneksel ama aynı zamanda yenilikçi, alışıldık ama deneysel...Böyle olmasa ne Klimt çıkardı buradan, ne Freud ne de diğerleri...
Kafelerini sevdim Viyana’nın...Kimileri yüzyıllardır aynı yerde hizmet veren, bir çok yazarı, şairi, düşünürü ve müzik adamını ağırlamış o meşhur kafelerini...Sokaklarda yürümekten yorulunca soluklanmak için; şehir merkezinin kalabalığından bunalıp, kafa dinlemek için; şöyle sakince oturup iki satır bir şeyler okuyup yazmak için; tiyatro ya da konser öncesi hafif bir şeyler atıştırmak için; ya da bir iki arkadaşla buluşup bir fincan melange eşliğinde elmalı pay yiyip, hafta sonu planları yapmak için ideal yerlerdir kafeler. Gezginler için de Hawelka’da gece geç saatlerde bir kahve içilmeden, Central’de ya da Landtmann’da bir şeyler atıştırılmadan biten Viyana gezisi, tam amacına ulaşmış sayılmaz. Yüzyıllardır, Viyana hayatının değişmez parçaları olmuşlardır bu kafeler ve her birinin kendine has bir havası vardır. Burgtheater’ın yanındaki Landtmann tiyatroseverler, tiyatronun oyuncuları, gazeteciler ve politikacıları ağırlarken, Sigmund Freud’un değişmez uğrak yeriymiş. Bugün hala “rahat ama resmi bir havası” olduğunu yazar kitaplar...Doğrudur! Central eskiden yazarların ve düşünürlerin buluşma yeriyken bugün, adeta gotik bir kiliseye benzeyen iç yapısıyla, her gezginin mutlaka en az bir kere uğradığı mabed haline gelmiştir. Üstelik schnitzel’ i de çok lezzetlidir. Öğrenciler bohem havasıyla Hawelka’yı tercih ederler ama eğer illa da pasta istiyorum diyorsanız mutlaka Demel’e uğramanız gerekir. Muhteşem bir pastane, her biri sanat eseri gibi hazırlanmış çeşit çeşit pastalar...kiloları dert etmeye gerek yok, nasıl olsa bu şehirde her yere yürüyerek gideceksiniz...Mutlaka tadılması gerekenler listesinin başında Sacher’in meşhur çikolata kaplı, yanında kremayla servis edilen pastasını not düşmek şarttır.


Cafe Central


Müzelere gelince...Eğer benim gibi müzelerde günlerce gezebilecek yapıdaysanız, Viyana tam size göre bir şehir demektir. Her yıl bir buçuk milyondan fazla ziyaretçinin gezdiği Sanat Tarihi Müzesi Kunsthistorisches Museum, Habsburg Hanedanı’nın yüzyıllar boyunca biriktirdikleri şaheserleri segilemek amacıyla inşa edilmiş görkemli bir binanın içinde yer alır. Zemin katında Yunan, Roma, Mısır ve Yakın Doğu koleksiyonları, Avrupa heykel ve uygulamalı sanatlar bölümleri, ikinci katında ise nümizmatik bölümü vardır. Ancak, müzeye gelenlerin çok büyük bir kısmı, henüz ayaklar bedeni rahat rahat taşıyabiliyorken, doğruca birinci kata yönelip, olağanüstü resim koleksiyonları içinde kendilerini kaybederler. Bruegel’ ler, Arcimboldo’ lar, Velazquez’ ler, Rubens’ ler, Rembrandt’ lar ve tabii Vermeer’ in meşhur “Sanatçının Stüdyosu” , gezginleri kendine aşık eder.
Yine çok sevilen bir müze olan Belvedere Sarayı, Gustav Klimt’ in en bilinen eseri “Der Küss” Öpüş’ü barındırmanın yanı sıra, Osmanlılar’a karşı sürdürülen savunmanın mimarı Savoy Prensi Eugene’ nin zevkini yansıtan bahçeleriyle de bir o kadar meşhurdur.
Viyana’da bir çok türlü türlü müze olmasına rağmen benim en sevdiğim yapı ise, Klimt’in eseri meşhur Beethoven Frizi ’ne ev sahipliği yapan Secession Binası ’dır. Bugüne dek gördüğüm sanat eserleri arasında beni en çok etkileyen 10 eser listesi yapmam gerekse, bu friz ilk üçe girer...Aslında başlangıçta müze olarak planlanmamış bu bina...Bir sanat salonu...Ve Jugenstil hareketinin de sembol yapısı...Hareketin lideri Klimt’in yapmış olduğu olağanüstü friz de bu binanın alt katında yer alıyor. Beethoven’ın görkemli 9. Senfonisinden ilham alınarak yaratılan bu friz, gerçek mutluluğa ancak sanat ve saf aşkla ulaşılabileceğini anlatıyor izleyenlere. Her bakışta senfoninin bölümleri çınlıyor kulaklarda...Belki de ben hayal ediyorum böyle olduğunu...


Secession Binası

Boğaz Turu, Emirgan ve Kitaplar



İki gündür ne kadar da güzel hava, değil mi? Neredeyse bahar geri geldi diyeceğim:)) Güneşin ışınları açılı gelmeye başlayınca, renkler daha sıcak ve daha insancıl oluyor. Gün batımlarında gökyüzünün ve bulutların aldığı renkler de cabası! Yazın bu kadar güzel gökyüzü göremeyiz hiç. Hepsi ama hepsi güneşin dünyaya düşüş açısıyla ilgili tabii ama işin içinde büyülü güçler varmış gibi hayal etmek benim daha çok hoşuma gidiyor.
Bugün Emirgan'daydım; Boğaz turu yaptıktan sonra, birkaç ay önce açılmış olan Sütiş'te oturup, sıcacık çorba ve ayıptır söylemesi :)), tavuklu pilav yiyerek sonbaharın güzel renklerini içime çektim. Boğaz'da erguvan zamanı başkadır tabii ama bugün de hiç fena değildi açıkçası.
Sabah boğaz vapuruna binmek, Camel Trophy etapları gibi meşakkatli oldu. Kalabalık bir iskele, o iskelede birbirinin üstüne abanmış kimbilir kaçyüz kişi, onların arasından alan bulup vapurun içine sızmak ve oturacak bir yer bulabilmek... Gayet medeni görünümlü turistlerin, vapur yanaşır yanaşmaz nasıl bir anda ruh değiştirip, yer kapabilmek telaşıyla birbirlerini itekleyip ezdiklerini görseydiniz, korkardınız. Korkmadım ama İstanbullu olmanın gücünü kullanıp, hünerlerimi sergileyerek, kendime ve beraberimdeki dostlarıma iyi yerler kaptım.
.................................................................

Kitaplarla haşır neşir durumdayım. Dün Kadıköy'deki sahaflardan iki Enis Batur kitabı daha edindim: YOLCU ve GÖNDEREN: ENİS BATUR. ADA DEFTERLERİ henüz bitmedi ama az kaldı ve bu iki kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırınca, beni yine çok keyifli bir okuma sürecinin beklediğini farkettim hemen. YOLCU'nun başında, hemen gözümü alan bir alıntıyı buraya aktarayım:





Genellikle insanın kendini bilmesinin çok önemli olduğu düşünülür; kendini bilmesi de, yalnız kişilik özelliklerini, kendisini başka kimselerden ayıran şeyleri değil, insan olarak kendi doğasını bilmesidir. Kendini bilmek, ilkin, insan olmanın ne demek olduğunu bilmektir; ikincisi, olduğunuz türden bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmektir; üçüncüsü, başka bir kimse değil de siz olmanın ne demek olduğunu bilmektir. Kendini bilmek, ne yapabileceğini bilmektir; hiç kimse de ne yapabileceğini denemeden bilemeyeceği için, insanın yapabilecekleri konusunda tek ipucu, yapmış olduklarıdır. R.G. Collingwood





Diğer bir kitap ise, Ferit Edgü' den YENİ DERS NOTLARI. 1980-1990 yılları arasında tutulmuş küçük notlar. Kimi bir paragraf, kimi bir cümlecik, kimi bir dörtlük, kimi de bir şiir şeklinde pek çok harika yazı bir arada. İşte oradan da bir iki alıntı:



Yaşamdan korkma.

Ölümden de.

Ne birinden kurtulabilirsin

ne de öbüründen.



Kendi kendinle barışık olmak

çevrenle, toplumla, dünyayla

barışık olmaktan yeğdir.


Bir saptama (yalnızlıkta):

Özlenen biri yoksa, yalnızlık da yok.



Lady Montagu'nun DOĞU MEKTUPLARI'nı buldum. Aralık ayında yapacağım İstanbul'un Kadınları turunda işime yarayacak pek çok detay bulacağımı biliyorum. 1717-1718 yıllarında, Türkiye ve özellikle de İstanbul hakkındaki gözlemlerini içeren harika mektuplar. Daha sayfaları çevirirken, ilginç şeyler görmedim değil...



Bir de hediye: A'DAN X'E John Berger Tarafından Kurtarılmış Mektuplar. İlk göze çarpan detay, başlangıçtaki Shakespeare 116. Sone... Daha içine dalmadan, hedefe tam isabet ettirdi!











Akyaka...Nail Çakırhan...


Sabah aldım haberi: Nail Çakırhan ölmüş...
Akyaka'da tanımıştım onu ve sevgili eşi Halet Çambel'i. Birbirlerine tutkun bir halleri vardı ve bayılmıştım onlara. Şimdi yitirdiğim bir ruh hali içinde, "İşte yaşlandığımda onlar gibi olmak istiyorum" demiştim. Allah rahmet eylesin ve Halet Hanım'a da sabır versin. Yalnız kaldı artık, eşi yok ...

Aklıma bir kaç sene önce Akyaka hakkında yazdığım ve The Gate'de yayınlanan yazım geldi. Buraya ekleyelim bakalım:


Gökova'nın Mücevheri Akyaka

Senede bir kaç defa İstanbul'dan Marmaris'e yelken yapmaya giderim. Büyük şehrin beton gökdelenlerinden kaçıp, denizin sadece yeşil tepelerle sınırlandığı cennete gitmek, dünyanın en büyük keyiflerinden biridir benim için. Oldum olası uzun otobüs yolculuklarını sevmişimdir ama Marmaris'e giderken yaptığım yolculukların tadı bir başkadır. Selçuk civarında verilen son moladan sonra, Menderes ovasının kıyısını sıyırıp Aydın'dan Muğla'ya doğru saparız. Buradan itibaren içimi bir kıpırtı sarar. Muğla'da indi-bindi yapılırken geçirdiğimiz o bir iki dakika bile gözüme fazla gelmeye başlar. Buradan tatlı tatlı tırmanır yol Sakar Tepesi'ne doğru ve sonunda, İstanbul'dan beri hayalini kurduğum dünyanın en güzel manzarası bir anda yayılıverir gözlerimin önüne.
Yılın dokuz ayı güneşli Tam altımızda yemyeşil bir ova, ovayı enine dümdüz kesen koyu yeşil bir hat, açıklı koyulu, ekili sürülü tarlalar, yazın başına kadar zirveleri karlı dağlar ve hepsinin sonunda masmavi bir körfez. Canım Gökova'm! Virajlardan kıvrıla kıvrıla ovaya doğru inerken bir yandan çayımı yudumlarım diğer yandan da manzaranın her karesini zihnime kazırım. Ovaya indiğimizde ise otobüsümüz okaliptüs ağaçlarıyla gölgelenen eski Marmaris yoluna paralel bir şekilde yoluna devam eder ve Gökova'nın muhteşem görüntüsü yavaş yavaş kaybolur ardımızda. Bu geçiş birkaç dakika sürer sadece ama ben bu kısacık süre içinde dahi pirimiz Sadun Boro'ya hak vermeden edemem. O değil mi yedi düvelde yelken basıp sonra da "En güzeli burası" deyip Gökova'ya yerleşen! İşte tam da Sakar Tepesi'nin bitip yolun Marmaris'e doğru uzandığı noktada sağa doğru devam eden yolun hemen başında bir levha dikkati çeker: Akyaka. Sırtını dağlara yaslamış, çam ormanlarına sakladığı güzelliklerini yavaş yavaş sunan Akyaka ovaların, dağların ve denizin mükemmel birlikteliğini anlatır. Thomas Hardy'nin ölümsüz eseri 'Çılgın Kalabalıktan Uzak' konu olarak olmasa da ismen Akyaka'yı en iyi anlatabilecek başlıktır bence. Burası, kafa şişiren müziklerden bunalanların, sokaklarda omuz omuza yürümekten kaçanların, metrekareye beş kişinin düştüğü güneşlenme iskelelerinden hoşlanmayıp da denizin ve rüzgarın sesini çam ağaçlarından dinlemeyi sevenlerin geldikleri bir yeryüzü cennetidir. Yılın dokuz ayının güneşli geçtiğini anlatır hep Akyakalılar. Kışın bile, yağmur yağsa da ardından hemen güneş açarmış. Hatta derler ki, bazen tavla oynarlarken, yağmur yağdığı için içeride başlayan oyun, iki oyun sonra, yağmur durup da güneş açınca mutlaka dışarıda bitermiş. Bir de oralarda Deli Memed denilen serin bir rüzgardan bahsederler. En geç iki haftada bir başlayıp öyle bir esermiş ki, hem havayı serinletir hem de bazen ortalığı birbirine katarmış.

Roma'dan Osmanlı'ya Bugünkü Akyaka'nın yerinde çok eskilerde, adını Karia dilinden alan İdima kenti varmış. Tam olarak kuruluş tarihi bilinmese de Anadolu'nun genel kronolojik tarihini takip eden olayların etkisi bu sakin şehre kadar gelmiş. MÖ 546'da bütün yöre Pers orduları tarafından işgal edilmiş. Ancak tarihi kaynaklara göre bu işgal İdima'nın ne dilinde ne de yerleşik kültüründe kalıcı bir iz bırakmış. Tüm bölge MÖ 484-405 yılları arasında Atina önderliğindeki Delos Birliği tarafından yönetilmiş ancak İdima bu birlikten MÖ 440 yılında ayrılmış. Kendi parasını basmış ve yörenin geleneklerine uygun şekilde bu paranın bir yüzünü çoban tanrı Pan ile süslemiş. MÖ 200 yılları civarında Rodos'a bağlanmış ve I. yüzyıl sonlarında Roma kenti olmuş. Bizans dönemi hakkında çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak 13. yüzyıl sonunda Türkler bölgeye hakim olmuş ve Menteşe Beyliği'ne bağlanmış bütün Gökova. Bugün şehrin tarihine ışık tutan kalıntılar arasında MÖ 4. yüzyıla tarihlenen kaya mezarlarıyla, aynı döneme ait sarnıç ve duvar kalıntıları var. Ortaçağ kalesinin kalıntıları ise Bizans devrinde de buranın önemli bir yerleşim noktası olduğunu ispat eder. İnişdibi Mahallesi'nde 1922 yılında ortaya çıkarılan mozaikler ise Roma devrinde yapılmış.
Ula tarzı mimari Akyaka'yı bu kadar özel kılan en büyük etken, doğasının eşsiz güzelliğinin yanı sıra o güzelliği tamamlayan Ula tarzı mimarisidir. Ula doğumlu Nail Çakırhan'ın, 80'li yılların başında burada yaptırdığı, zarif işlemelerle bezeli ahşap balkonlu, iki katlı harika evi öylesine beğenildi ki, 1983 yılının meşhur Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görüldü. 1998 yılında da bu müze-ev bir kültür ve sanat merkezi olarak hizmete girdi. Bunun ardından orada yaptırılan evler, pansiyonlar hatta büyücek oteller dahi aynı tarzı benimsedi. Akyaka'nın bir de büyük şehirlerden buraya gelip yerleşenlerle, yerli halkın el ele vererek kurdukları harika bir derneği var. 1991 yılında kurulan Gökova-Akyaka'yı Sevenler Derneği, aslen Alman vatandaşı olan Heike Thol Schmitz başkanlığında, hem doğal hayatın hem de tarihi ve mimari değerlerin korunması konularında, çok ciddi ve kapsamlı çalışmalar yapıyor.

Leziz balıklar, enfes koylar Akyaka'nın kendi plajı, şehir merkezinden fazla uzaklaşmak istemeyenlere hasır şemsiyeler ya da palmiyeler altında dinlenme fırsatı verirken, Azmak Suyu da bütün Türkiye'nin belki de en lezzetli balıklarının sunulduğu balık lokantalarıyla ağzının tadını bilenleri mutlu eder. Dilerseniz derede kanoyla gezip tatlı su balıklarını seyredebilir ya da bir lokantada yemek yersiniz. Buralara kadar gelip de Gökova'da bir tekne turuna katılmamak olmaz. Nitekim Akbük, İngiliz Limanı, Okluk Koyu ve tabii ki Kleopatra Adası olarak da bilinen, inci tanesine benzeyen kumuyla meşhur Cedriai adasını gezerken zaman dursun istiyor insan. Lacivertle mavinin her tonu yeşilin en güzeliyle birleştiğinde ortaya çıkan manzara, artık kalmadığını sanıp da arkasından ağıtlar yaktığımız eski zaman karelerini andırıyor. Aslında haksız da değiliz ağıtlar yakmaya, zira elimizde kalanların belki de en sonuncusu burası. Üstelik tam da kalbine kocaman bir hançer gibi saplanmış termik santral bacasıyla, Gökova da ağıtlarımıza eşlik ediyor. Akyaka tarihiyle, doğasıyla, mimarisi ve insanıyla olağandışı bir birliktelik yakalamış, gerçek bir cennettir. Konuğu olup da büyüsüne kapılmamış kimseye rastlamadım henüz. Bir ara siz de uğrayın... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Düşünen Kadın IV / Bir Şiirin Düşündürdükleri


Kimdi kimdi kalan

Giden mi suçludur herzaman?

Ne zaman başlar ayrılıklar

Dostluklar biter ne zaman


Her geçen gün bir parça daha

Aldı götürdü bizden

Aynı kalmıyordu hiçbir şey

Değişiyordu herşey kendiliğinden


Artık çözülmüştü ellerimiz

Artık bölünmüştü yüreğimiz

Birimiz söylemeliydi bunu

Ötekini incitmeden


Kimdi giden kimdi kalan

Aslında giden değil

Kalandır terkeden

Giden de bu yüzden gitmiştir zaten




Bir kaç gündür zihnimin dip köşelerinde dönüp dolaşan bu satırları, sonunda arayıp buldum. Doğru yaa! Murathan Mungan yazmıştı...

Geçen gün, Tibet'in o ruhsallığı içinde, bir grup dostla bu konuda yoğunlaşmıştık. Gitmek, gitmenin zorlukları, anlaşılamamak, yanlış anlaşılmak, söylemek istediklerini bir türlü söyleyememek, söylesen de anlatamamak, sözlerinin boşlukta yankılanmaya devam etmesine rağmen duvar gibi sert ve duygusuz dinleyenlerle muhatap olmak... Off yaaa. Giden hep suçludur değil mi? Kimse gidene "Neden gittin?" diye sormaz. Giden gitmiştir ve konu kapanmıştır. İşte yukarıdaki şiirin son kıtası herşeyi anlatmaya yetiyor bence...

Meditasyon... Yapmak ya da yapmamak...





Dün uzun bir dönüş yolculuğundan sonra nihayet eve vardığımda, çok yorgun ama yine de çoook mutluydum. Zorlu bir gezi daha ardımda kalmış, ben FEST'e ve bana güvenen 30 kişiyi, dünyanın en az gidilen bölgelerine götürüp, gezdirip, sağ salim geri getirmiştim, 15 gün sonra...Az buz değil! Yarım ay! Senenin 1/24'ü... Zamanın kıymetini bilenlere, yarım yıl gibi...Bazen insan en sevdikleriyle geçiremiyor bu kadar uzun zamanı...


Neler neler gördük! "Bizim" zaman boyutumuzun geçerli olmadığı tapınaklar, manastırlar ve bozkırlardan geçtik. Kapısından içeri adım attığınızda, içine, hem yüzyıllardır edilen duaların uçuran enerjisi hem de her yanda yakılan yak kandillerinin geniz yakan kokusu sinmiş, gözyaşartan benzersiz tapınaklar gördük. Uçurumlar, kayalıklar, derin vadiler, kutsal göller, karla kaplı zirveler, beklenmedik anlarda karşımıza çıkan ıssız köyler, dağlardan neredeyse yuvarlanarak inen koyun sürüleri, 4000 metrenin üzerinde olduğumuzu hatırlatan yaklar ve onların güneşten kararmış suratları ama pırıl pırıl gözleriyle tuhaf şapkalı çobanları... Galiba ben Tibet'çiyim... Pagan yönüm orada ortaya çıkıyor. Dağları, bulutları, turkuvaz gökyüzünü ve bütün bunların durgun göllere yansımasını seyrederken kendimi kaybediyorum, kendimden geçiyorum.


Bu turda, gün içindeki anlatımlarımı yaparken, söz haliyle dönüp dolaşıp meditasyona geliyordu. Meditasyon nedir? Nasıl yapılır? Nereye gidip, kimden öğrenmek gerekir? Ben yapıyor muyum? Neler hissediliyor? İşte bütün bu sorular benim Asya'nın mistik bölgelerine yaptığım seyehetlerde, ylcularımın bana sordukları şeylerin başında geliyor. Tabii ben bu konularda ahkam kesecek kadar "otorite" sahibi değilim. Sonuçta ben ne bir guruyum, ne bir üstad... Ben bu coğrafyaları iyi bilen, buralarda uzun vakit geçirmiş ve seneler önce, daha Türkiye'de bu tip felsefelerin esamesi bile okunmazken, ya da daha doğrusu sadece çok çok küçük topluluklar tarafından bilinirken, ben topladığım kitapları okumuş, araştırmış ve hatta Varanasi Hindu Üniversitesi'nde konu hakkında açılan derslere katılmıştım. Yani ben, insanların şu anda geniş kitleler halinde üzerinde yürüdükleri otobandan, tek başıma, otoban henüz patika halindeyken yürümüştüm. Bir kaç adım öndeyim birçoğundan. Bunun farkındayım...


Peki meditasyon nedir?


Bir kere meditasyon ne değildir oradan başlayayım: Meditasyon transa geçmek değildir. Kendini kaybediş değildir. Etrafındaki hiçbir şeyin farkında olmamak değildir. Uçup gitmek değildir. Belki bütün bunları yaşayan da vardır ama meditasyon "sadece" bunlar değildir. Meditasyon kafa boşaltmak değildir. Hipnoz değildir. Kendi kendine telkin değildir. Uykuya dalmak değildir.


E peki o zaman nedir?


Ben size kendi deneyimlerimden yola çıkarak "olayı" anlatmaya çalışacağım.


Meditasyon aslında kimileri tarafından "derin düşünme" olarak açıklanır. Sanırım bunun sebebi kelimenin latince kökeninin bu anlama gelen "meditare" olmasıdır. Oysa bazıları bana şunu sorar: Hani düşüncelerimizi boşaltmamız gerekiyordu? O zaman nedir bu derin düşünme? İnsanlar haklı. Kimileri çıkıp kafanızı boşaltın diyor, kimileri de çıkıp derin düşünün diye tutturuyor. Perhiz ve lahana turşusu ilişkisi gibi oluyor biraz bu şekliyle bakıldığında. İnsanların kafası karışıyor. Oysa ortada kafa karıştıracak en ufak şey bile yok. Sadece kavram kargaşası...Laf salatası... Doğuda, yani meditasyonun öz topraklarında kimse meditasyon kelimesini kullanmıyor ki...Herbirinin verdiği isim farklı. Yapılan şey aynı... Dur, otur, kapa gözünü, dön içine bak. Kolay gibi geliyor yazıp okurken ama bir de yapmayı deneyin bakalım. İşte o kısmı o kadar kolay değil. Neden mi? Bir kere hepimiz habire birşeyler yapmaya kodlanmışız. Hiçbir şey yapmadan oturmanın ne demek oduğunu unutmuşuz. Elimizdeki işle uğraşırken bile gözümüz, kulağımız başla işlerde. Yemek yerken televizyon seyrediyoruz, eve gelir gelmez ses olsun diye müziği ya da haber kanallarını açıyoruz, kitap okurken bile fonda "basso continuo" başka şeyler, tuvalete en doğal bedensel işlevimizi yerine getirmeye giderken bile elimizde gazete ya da dergi... Aman haa! Kendi iç sesinle kalma sakın! Kendi kendine kalma! Doldur sessizliği başka şeylerle, başka gürültülerle, bakma içine sakın, ne göreceğini bilmiyorsun ya, o zaman bakma, görmezlikten gel. Hangimiz yaptığımız işle uğraşırken sadece o işe konsantre oluyoruz ki? Hadi onu bıraktım, hangimiz içinde yaşadığımız anın farkında olarak geçiriyoruz anlarımızı? Aklımız ya artık bitmiş olan geçmişte, ya da gelip gelmeyeceği bilinmeyen gelecekte. Oysa farkında değiliz ki sahip olduğumuz yegane gerçeklik içinde yaşadığımız şu anda, şimdi! Ömürlerimizi bu şekilde tüketip, tek gerçekten sahip olduğumuz şimdimizi kaybediyoruz, kaçırıyoruz. Meditasyon şimdidir. Şu andır...Bunu hatırlatır, bilip de unutmuş olan insana, öğretir bilmeyene.


Biliyorum, tamam anladık da, nasıl yapılır bu şey diyorsunuzdur? Bence zaten sorunun kendisi son derece saçma. Ama soruyu soranın kabahatı değil ki bu! Herşeyi 2x2=4 şeklinde formüle eden bir yaşam tazının ortasında kıvranıp duran cahil ruhlarız bizler. İstiyoruz ki, herşeyin ama herşeyin bir formülü, bir yazılı kullanım kılavuzu, bir İkea montaj tablosu, çıt deyince çevrilen bir anahtarı olsun. Sadece otur ve kendinle kal dediğim zaman, insanlar boş gözlerle bakıyorlar, sanki dünyanın en olmadık şeyini söylemişim gibi... Aslında benden isteneni biliyorum: Lotus pozisyonunda otur, nefesini say, kutsal mantranı içinden tekrarla, bir ışık hüzmesi olduğunu ve göklere doğru daha büyük bir ışığa doğru uçtuğunu hayal et, mum alevine bak, Guru Bilmemkim' in fotoğrafında sana dikili gözlerine bak, akan enerjiyi hisset...İnsanlar benden bunu istiyorlar, bunu dememi istiyorlar, belki de bunları duyup, "amaaaan canım ne saçma şeyler" ya da "ben zaten bunları yapamam ki" deyip kaçmanın fırsatını kolluyorlar. Oysa meditasyon bunların hiçbiri değil! Siz bakmayın bir sürü meditasyon derneği, kursu, ashram kılıklı yerlerin okudukları martavallara... Sadece DURUN ve OTURUN!


Ben seneler önce Transandantal Meditasyon (TM)ile tanıştım. Sağolsun, çok sevdiğim rehber arkadaşlarımdan biri bana bunu ilk kez anlatmıştı. O zamanki cahilliğimle bunun ne olduğunu ya da olmadığını tam kavrayamamıştım ama yine de içimde bir merak uyanmıştı. Sonra aradan seneler geçti ve ben Hindistan'a gittim, Nepal'e gittim. Sonraları konuyla ilgili okumalar yapmaya başladım. Himalaya havzasındaki değişik yöntemleri tanıdım. TM tekniğini almak için İstanbul Taksim'deki merkeze gittim. Çok iyi bir öğretmenden tekniği ve mantramı aldım. Sonraları Raja Yoga tekniğiyle tanıştım, kardeşimin kaybını atlatmamda çok faydasını gördüm bu ikinci tekniğin. Sonra O teknik benim, bu teknik senin öğrenmeye başladım ama bütün bu öğrenme süreci içinde şunu farkettim: Bütün teknikler, en iyinin kendisi olduğu iddiasındalar. Bu bile bir yarışa döndürülmüş bir şekilde. Bazıları, bazı merkezler tam bir para tuzağı...Bazı merkezlerde insanlara abuk sabuk şeyler söylenip, insancıklar korkutuluyor. Aman haa, yanlış mantra insanı intihara bile sürükler falan gibi inanılmaz derecede kötü, olayın ruhuna tamamen ters şeylerle insanlar etki altında bırakılıp, içeriye bağlanmak isteniyor. Hepsini bıraktım tabii ki...


Şimdi vardığım nokta şu:


TM tekniği benim için en pratik meditasyon şeklidir. Oradan öğrendiğim teknik, ihtiyaç halinde bana müthiş faydalı oluyor. Onların önerdikleri şekliyle günde iki kere sabah akşam yirmişer dakika uygulasam eminim çok daha fazla faydası olur. O zaman belki "ihtiyaç hali" bile doğmayacak ama bende o kadar iç disiplini nerdeeee?


Peki nasıl oluyor?


Rahat bir koltuğa ya da sandalyeye oturuyorum. Özel bir pozisyon almaya çalışıp, vücuduma kramplar sokmuyorum... Eğer geçen günlerdeki gibi güzel bir tapınaktaysam, sırtımı bir sütuna dayayıp, bağdaş kuruyorum. Sonra yavaşça gözlerimi kapatmaya çalışıyorum. Hemen kapanmıyorlar ama yine de deniyorum. Sonunda kapanıyorlar. Sonra TM merkezi tarafından verilmiş olan mantramı aklıma getirip, içimden tekrarlamaya başlıyorum. Bu anahtar gibi bir şey işte... İçimden bu mantrayı tekrarlarken, aklıma yavaş yavaş başka düşünceler gelmeye başlıyor. Son derece dünyevi şeyler üstelik: Ütüyü prizden çekmiş miydim, yarın kredi kartı ödememin son günü, dip boyam geldi, son zamanlarda kilo aldım, akşama ne pişirsem v.s... Sonra bu düşüncelerin aklınıza üşüştüğünü farkettiğiniz anda tekrar mantranızı tekrarlamaya dönüyorsunuz. Bir süre sonra yeniden düşünceler beliriyor ve siz mantranızı bir kaybedip bir buluyorsunuz bütün bu karmaşa içinde. Fakat bütün bunlar olurken aslında ne yapıyorsunuz? Hiçbir şey yapmadan sadece oturuyorsunuz...


Hayatınızda hiç, hiçbir şey yapmadan, sadece kendi kendinizle, 20 dakika oturdunuz mu? O kadar muhteşem bir şey ki! Bütün bu anlattığım düşünce-mantra çekişmesi içinde bile, nefes alışınız yavaşlıyor, omuzlarınızdaki gerginlik gidiyor, hele hele biraz ileri gidebilmişseniz o zaman yenileniyor, tazeleniyorsunuz. Geçen hafta tur sırasında, yüksekliğin de etkisiyle hem çok yorgun hem de uyusuz geceler geçirdim . Gün ortasında, bir tapınakta yaptığım 15 dakikalık oturmalar bile bana enerjimi tazeleme fırsatı verdi, günün geri kalanını aynı tempoda tamamlayabildim bu sayede...


Tabii bir de işin ruhsal boyutu var... Bütün bu kendi kendinizle başbaşa kalmalarınız, zaman içinde düzenli hale gelebilirse, o zaman ulaşabildiğiniz şeyler bambaşka. Ama sakın bu hale öyle pat diye ulaşabileceğinizi zannetmeyin. Meditasyon anlarında, kendinizi beden ve onun içindeki bilinçli varlık olarak algılıyorsunuz. Yani normal şartlarda farkında olmadığımız beden/ruh ilişkisini farkediyorsunuz. Bedeninizin, ruh olarak adlandırılan, aslında sizin özünüz olan bilinçli varlığınız tarafından, kabuk olarak kullanıldığını farkediyorsunuz. Bu hem korkutucu bir an hem de olağanüstü huzur verici bir deneyim. Ben ilk kez kendimi zarf/mazruf ilişkisi içinde hissettiğim zaman kalbim duracak sanmıştım. Hayatımda ilk kez, kendimi bedenimden ayrı şekilde deneyimlemiştim.


Genellikle kendimizi, aynalarda gördüğümüz bedenle tanımlarız. Biz O'yuzdur. Ama meditasyon sırasında, bunun aslında hiç de sadece öyle olmadığını farkettiğiniz anlar vardır. Siz aslında o bedenin içindekisinizdir. Ruhsunuzdur. Dünyevi bedeni şimdilik bir zırh, bir kabuk, bir giysi olarak kullanansınızdır. Zamanı gelince de, tıpkı eskimiş, yıpranmış bir elbiseyi bir kenara birakır gibi, o BEN diye tanımladığınız bedeni terkedip, yenisine gideceksinizdir. Bunu farkettiğiniz AN, hayatınızın en korkutucu anı olabilir. Ben kendi yorgun bedenimi, kuşbakışı, karanlıkta bir sandalyede otururken gördüğüm bir akşam meditasyonu sırasında bu korkuyu yaşamış ama aslında RUH olduğumu farkedince, içime yayılan sıcaklığı ve mutluluğu sonra anlatacak kelime bulamamıştım. Evet...Bedenimizi, ya da bir ömür boyu kendimiz sandığımız kabuğu, bedensel gözlerimiz sayesinde hep belli açılardan görmeye alışkınızdır. Aynadaki yansımalardan, sağdan soldan, çekilen fotoğraflardan... Ama hangimiz bedenini kendi gözleriyle yukarıdan, kuşbakışı seyretmiştir ki? Buna alışkın değiliz işte! İşte o sırada bedenden azad olan ruh, kendi saf bilinciyle, bambaşka algı açılarıyla önümüze serer dünyayı... İnsan ilk defa bambaşka açılar, boyutlar ve durumlar olduğunu farkeder. Ya korkar ve bu kapıları bir daha açılmamak üzere kapar ya da kendi özüyle tanışıp, onunla daha yakın/başbaşa zamanlar geçirmek için bu yolda ilerler. İşte meditasyon size bu algı kapılarını açar. Bu kapıları açık ya da kapalı tutmak sadece sizin seçiminizdir artık. Bu farkındalığı başka yollarla da bulabilirsiniz. Önemli olan ŞİMDİ'nin içinde yaşayabilin.


Tibet dönüşünde, saat farkından dolayı saat 04.30da uyanırsanız, işte böyle deriiiiin konulara girer kalırsınız. Aslında yazılacak, söylenecek o kadar çok şey var ki! İnsanlar koca koca kitaplar yazıyorlar bunun için, hafta sonu seminerlerine gidiyorlar, olmadı dünyanın bir ucuna, çuval dolusu paralar dökerek o ashram senin bu manastır benim gezip duruyorlar...Gerek yok bunlara...Durun, gözlerinizi kapatın ve OTURUN! Hiçbir şey yapmadan OTURUN! ÖZ'ünüzle tanışacaksınız...

Nihayet Tibet!


Uçağımız Lhasa'ya indiğinde, bizi inanılmayacak derecede parlak bir güneş ve bir o kadar da beklenmedik bir sıcak karşıladı. Gökyüzü benim o bayıldığım turkuvaz rengindeydi ve bembeyaz kümülüsler, yumak olmuş birbirlerinin ardından uçuşuyorlardı. Havalimanının otoparkından çıkıp da rotayı Tsedang'a çevirdiğimizde, sol yanımızda akan Brahmaputra, onun iki kıyısındaki üzerlerine sonbahar renklerini geçirmiş kavak ve söğütler, Tibet'e hoşgeldin diyorlardı bana... Tepemizden geçen bulutların gölgeleri çorak tepelerin üzerine düşerken, soyut resimler oluşturuyorlardı, her saniye değişen.
Uçakta gelirken de Himalayalar'ın bulutları delen karlı zirvelerini seyretmiştim tüm uçuş boyunca. Everest bugün çok açıktı şansımıza... Resmen burnumun dibinde gördüm! Haaa, bu arada Everest dedim de aklıma geldi: Dün akşam Kathmandu'daki akşam yemeğimiz sırasında çok ama çok özel biriyle tanıştım: Tunç Fındık! Türkiyemizin en başarılı dağcılarından! İki kere solo Everest zirvesi var. Başka bir sürü zirve daha var ardında. Merak edenler için işte kişisel sitesi: http://www.tuncfindik.com/ . Medyatik biri olmadığı için, diğer bazı gözönünde olan sporcularımız kadar fazla bilinmiyor olabilir ama benim tanıdığım Tunç zaten bunlara önem veren biri gibi durmuyordu. İşte benim ancak uçakla yanından geçtiğim zirveye, o yürüye yürüye çıkmıştı. Hem de sadece bir değil, iki kere! İnsan herhalde böyle bir şeyin ardından, dünyaya farklı bir gözle bakar değil mi? "Sıradan Ölümlüler" düzleminden çok çok yukarılardadır artık o! Ben o düzleme "Tanrısal Kat" diyorum... İşte dün akşam o kata ulaşmayı başarmış müthiş bir insanla tanıştım ve hayatımda ilk defa görmüş olmama rağmen, boynuna sarılıp, neredeyse ağladım. Herhalde manyak olduğumu düşünmüştür ama ne gam! Ben böyleyim işte! Üstelik her zaman benim Tanrıçam'a tırmanmış biriyle karşılaşmıyorum! Everest batılıların verdiği isim. Buralardaki isimleri bambaşka...Nepal'da Sagarmatha, Tibet'te Chomolungma...İkisi de "Dünyanın Ana Tanrıçası" demek. O benim de Tanrıçam!


Everest ya da Sagarmatha/Chomolungma


Tunç Fındık



Yarın Tsedang'da Yarlung Vadi bölgesinin en eski tapınaklarından biri olan Tradruk'a gideceğiz. İnanışa göre, Tibet'in erken dönem krallarından kralı Songsten Gampo, Tibet'in gizemli kaya cadısının, sol omzuna denk gelen noktaya inşa ettirmiş bu tapınağı. "Geomantic" tapınaklar deniyor bu tip yerlere...Türünün Tibet'teki ilk örneği...Ardından Yumbu Lagang ziyareti gelecek ve burada da Tibet'in ilk kralı Nyatri Tsenpo'nun yaptırmış olduğu ve sonra defalarca yenilenmiş kale-sarayı gezeceğiz. Fotoğraflarını gördüm. Heyecanla bekliyorum. Bunlar benim için de ilk olacak!




Tradruk Tapınağı'nın giriği ve içindeki heykellerden biri...





Yumbu Lagang'dan bir görünüm






Bu ziyaretlerden sonra istikamet Lhasa...Umarım hava bugünkü gibi parlak olur.




Tibet'e Dogru


Yarin 11.45 ucagiyla Kathmandu'dan Tibet'in baskenti Lhasa'ya hareket edecegiz. Bhutan kismindan sonra, arada Nepal'de gecen birkac gun gercekten cok keyifli oldu. Pokhara'da Annapurna'larin en gorkemli zirvelerinden Macchapucchre, yagislardan sonra, bulutlarin arasindan siyrilip oyle guzel gosterdi ki yuzunu, gercekten hepimiz buyulendik. Oradan sonra gittigimiz Dhulikel, piril piril bir dag manzarasiyla, uzun zamandir en net gorulen Everest'i sundu bizlere. Bu sabah gun dogmadan ayaklanip, kaldigimiz otelin hemen yakinindaki manzara tepesine yuruduk. Gunesin ilk isiklari zirvelere duserken, mordan sariya dek, inanilmaz bir renk skalasi vardi dogada. Acik konusmak gerekirse, ben de bu kadar net ve temiz olarak cok defa gormedim daglari...Sansimiz yerindeydi yani...Ahh Kutsal Himalayalar! Ahh o tanrisal zirveler!

Yarin ise, turkuvaz gokyuzuyle Tibet bekliyor bizleri. Bulutlar tepemizden ucarken, neredeyse gecislerini duyacagiz. Kartallarin kanat sesleri, tapinaklarin can seslerine karisacak. Rahipler ilahilerini soylerken, tutsuler yakacagiz. Dunyanin Dami'nda 5010 metreye cikacagiz. Hem yukseklikten, hem etrafimizdaki saf guzelliklerden dolayi sarhos olacagiz. Dunyanin en uzak koselerinden birinde, bu anlari yasadigimiz icin Tanrilara sukredecegiz...

Bhutan'dan Selamlar

Iki gun once yola ciktik ve uzuuun bir yolculuktan sonra, dun aksam Bhutan'in tek havalimaninin bulundugu Paro'ya indik. Benimle birlikte 32 kisiyiz. Buralari icin oldukca kalabalik bir sayi ama yerel acentamiz ve bizim FEST"in titizlikle hazirlamis olduklari detayli detayli tur programi sayesinde, keyifli bir gezi yapiyoruz.


Dun aksam Paro'ya indigimizde hava hafif kapamaya baslamisti. Yagmur yuklu bulutlar, vadinin uzerine cokmuslerdi bile. Bu sabah uyandigimizda ise, bu kalin bulutlarin hafifce aralandiklarini ve arada da, parlak bir gunesin yuzunu gosterdigine tanik olduk. Paro'daki gezimiz Ulusal Muze ile basladi. Kendimi kaybedip, 1,5 saate yakin anlattim orada. Ardindan Paro Dzong"a gittik ve bolgenin hem dini hem de idari merkezini bunyesinde toplayan bu 17. yuzyil yapisini guzelce gezdik. Biraz da carsida vakit gecirdikten sonra, baskent Thimpu'ya dogru yola koyulduk. Eski yolu gecen sene duzeltip genisletmeye baslamislardi: Bitmis! Bir saatten az surdu yolculugumuz.


Gelir gelmez once ogle yemegine girdik, bir kucuk acik bufe...Yetmezmis gibi, benim sevdigimi bildiklerinden, HEMATADSI de gelmez mi bana ozel? Peynis sosunda pisirilmis sivri/kirmizi biber...Nasil aci! Nasil lezzetli! Burnumdan ve gozlerimden yaslar gele gele yedim tabii ki...



Ama bence gunun en guzel ani, ulkenin en buyuk DZONG"u olan Tashicodzong'daki aksamustu gezisiydi. Gun yavas yavas tepelerin ardindan solarken, sessiz avlulara merakla suzulduk. Manastirin ana toplanti/dua salonuna girdik ve grubu rahiplerin dua ederken kullandiklari siralara oturttum. Yaklasik bir saat Budizm ve Bhutan'daki yorumu hakkinda konustum. Herkes ilgiyle dinleyince, vaktin nasil gectigini unutmusum. Tapinaktan ciktigimizda, hava iyice kararmisti. Ayakkabilarimizi giyerken, bir yasli rahip elinde koca bir kamciyla gelip, yerleri dovmeye basladi. Meger, gun icinde oralarda birikmis kotulukleri, saf olmayan dusunce ve kisileri uzaklastiriyormus... Tapinagin ve manastirin kapilarinin kapanmasindan once yapilan son bir rituel! Ustumuze alindik tabii, onu kamcisiyla basbasa biraktik. Manastirin arka avlularindan rahiplerin aksam dualari yukselir ve kapilar agir agir kapanirken, otelimize dogru yola koyulduk...

Asya Yolcusu

Yarın yola çıkıyorum. İstikamet Nepal-Butan-Tibet...İki hafta buralarda olmayacağım ve gittiğim yerlerde de vaktim olup da bloga eklemeler yapabilecek miyim açıkçası bilemiyorum zira programım çok çok yoğun. Üstelik Butan' da internet bağlantısı o kadar da kolay bulunmuyor. Ne de olsa dünyanın en kapalı kutularından biri... Nepal' de daha kolay olacak biliyorum ve Tibet'te de kaldığımız otellerden birinde oldukça iyi işleyen bir internet sistemi var. Fakat dedim ya, önemli olan vakit bulabilmem! Neyse...Elimden geleni yapmaya çalışacağım.
Katar Havayolları'nın uçağı bizi Doha üzerinden Kathmandu'ya götürecek. Ardından Butan'ın tek havalimanı Paro'ya ulaşacağız. Tabii bunlar, okunduğu kadar kolay değil. Sanırım Paro'ya indiğimizde yeri göğü bilemez halde olacağız. Olsun! Önemli olan sağ salim varmamız... Seyahatin ilk bölümü Butan'da geçecek. Orta bölümünde Nepal yer alıyor ve son durak ise Tibet... Muhteşemmmmm...
Yine dünyamı valizime yerleştirdim. Kitaplarım ve müziğim yanımda. Her zamanki gibi, valizime koyamadıklarımı kalbimde götürüyorum.
Size geçen seneki Tibet turundan bazı kareler göstereyim. İşte bazı dostlarım ve ben:


Bu dostum Bibhu... Nepal'li acentacımız. Bütün tur boyunca koruyucu meleğimiz olarak bizimle geliyor. Resmen kardeş gibi olduk artık...Bu ise Yamdrok gölü kıyısındaki Yak çobanı Nima. Her sene kendisiyle sohbet eder, gelenekselleşmiş fotoğrafımızı çektiririz. Bu da Gyantse Kumbum Manastırı' ndaki rahiplerden şakacı Lama Gyurme..."Yine mi sen geldin?" bakışını görebiliyorsunuz... Manastırın önemli rahiplerinden biridir. Çömezleri, onun astral seyahatle dünyayı gezebildiğini söylüyorlar.

İşte bu dostları yeniden görebilmek umuduyla yarın yollara düşüyorum. En kısa zamanda yeniden burada buluşuruz. Şimdilik hoşçakalın...

Düşünen Kadın III

Bugün takvimlere göre, yaz bitti ve sonbahar başladı. 21 Eylül...Geceyle gündüzü eşitledik, artık önümüzde hüzünlü, gözleri yaşlı bir güz mevsimi uzanıyor. Yine de sonbaharı severim. Ama ben zaten hangi mevsimi sevmem ki? Hepsinin ayrı bir güzelliği vardır, değil mi?
...............................................................

Artık ada günlerimiz bitti ve şehre döndük. Dün harika bir FENER-BALAT turu yaptım. Peşimdeki 40 kişiyle birlikte, Ayvansaray'dan başlayıp, Cibali' ye kadar, sokak sokak gezdik. Dilim kocaman oldu konuşmaktan ama değdi doğrusu! İstanbul o kadar büyük ki, her köşesini tanımak, bilmek neredeyse imkansız ki ben yine de ortalamanın üstünde bir profil çiziyorum açıkçası. Rehberlik mesleğinin getirdiği bazı avantajlar sayesinde, yaşadığım kenti daha fazla gezip, araştırma şansım oluyor. Açık konuşmak gerekirse, alışılageldik rehberlik düzeninde yani yabancı klasik gruplara rehberlik yaparken, İstanbul'u bu denli iyi tanımıyordum. FEST' le birlikte Türk gruplarına da, kültür turlarında rehberlik yapmaya başlayalı, hem İstanbul'u hem de dünyayı daha "iyi" tanır oldum. Yabancılık çekmiyorum artık hiçbir yerde. İki gün sonra yollara düşüp Butan ve Tibet'e gideceğim ama bu artık benim için Eminönü' ne geçmek gibi bir şeye dönüştü...Ne şanslıyım!!! Çocukken hayalini kurduğum yegane şey buydu işte...
...............................................................
Bu arada okumalarım devam ediyor. Enis Batur kitapları baş köşede haliyle. Ada Defterleri, son haftalardaki ada yaşantımla neredeyse birebir örtüştü. Suya Seng' deki denemeler içinde çok çok güzel ve aydınlatıcı parçalar yakalıyorum. Altı çizilerek ve not alarak okunacak kitaplardan.
................................................................

Bugünün tartışma konusu mutluluk oldu: Galiba Adam Fawer' ın Türkiye'de 30 baskıdan fazla yapmış olan kitabı Olasılıksız'ın da etkisiyle, Şebo attı ortaya bir konu, sabah başladık konuşmaya, gece saat 23.00 oldu, hala tartışıyorduk. Neyse, ortaya çıkan sonuç aşağı yuları şu oldu: Mutluluk, en az mutsuzluk halidir... Yola şuradan çıkıyoruz: Ortada zaten genel bir mutsuzluk hali var. Herkes ama kim olursa olsun herkes, sürekli bir şeylerden yakınıyor, birilerine kızıyor, hayal kırıklıklarına uğruyor, canı acıyor, hastalanıyor, yani hiç kimsenin durumu dört başı mamur değil. Demek ki genel bir mutsuzluk zaten mevcut! İşte bütün bu ahval ve şerait içinde, her kim ki en az mutsuzluk yaratan şartlarla çevrilidir, o kişi mutludur... Kısacası, hiç kimse yüzde yüz mutlu değildir. Salt mutluluk yoktur... Aşk ki insanın ayaklarını yerden en çok kesendir, o bile pamuklara sarıp sarmalamaz kimseyi...Zaten Aragon ne demiş? Mutlu aşk yoktur! Benim aklıma ise mutluluk denince, Livaneli' nin Mutluluk kitabından uyarlanmış sinema filminin bir sahnesi gelir hep...Hani o herşeyini, tüm zenginliklerini, şaşalı hayatını, entelektüel ama sahte gülücüklü kalabalıkları ardında bırakıp da, teknesiyle o koy senin bu liman benim gezen İstanbullu profesörün, bir sabah, gün doğarken, çırılçıplak soyunup, masmavi denize balıklama daldığı sahne var ya, işte o sahne... Mutluluk böyle bir şey olmalı gerçekten... İnsanın çırılçıplak kalıp, maviliklere atlaması... Sahteliklere metelik vermeyip, hayata balıklama dalması... Orhan Pamuk' un Masumiyet Müzesi' nde de vardı bazı mutluluk tarifleri. Mesela: Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca. Bunu da konuştuk gün boyunca... Bu da fena bir tarif değil açıkçası... Bir de şu cümle vardı ki, tespitin doğruluğuna diyecek yok: Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez.
...............................................................

Sonbahar başladı. İşte yapılacaklar:

  • Tibet dönüşü Dali' ye gidilecek. O güne dek kalabalıklar biraz azalır. Sergi 20 Ocak'a dek sürüyormuş.
  • Sahaflardan Enis Batur' un Acı Bilgi' si, Baudalaire'in Paris Kasveti ve Varlık yayınlarının bazı eski kitapları bulunup alınacak.
  • Dağınık halde, bir kısmı orada bir kısmı burada duran bütün kitaplarım, bir kütüphanede toplanacak.
  • Doğumgünüme kadar bütçe ayrılacak ve kendime hediye için seçtiğim Louis Vuitton çanta alınacak...Biliyorum bunu söylemek, memlekette bunca sorun ve yaşam güçlüğü çeken milyonlarca insan varken çok ayıp ama kimse kusura bakmasın, insan bir kere 40 yaşında oluyor ve kendisine hediye vermesi de en doğal hakkı... Bırakın kendimi bari BEN şımartayım yaa:)))
  • Heybeli' de yaz kış oturulacak bir daire/ev bulunacak. Her ne olursa olsun, adaya daha sık gidilecek.
  • Mor renkli bir kasket/şapka alınacak ve böylece "modaya uyulacak". Bin tane mor eşya ve giysimin olduğunu düşünürsek, bu pek de sıradışı sayılmaz aslında.
  • Krep yapmak öğrenilecek. Biliyorum ki hiç de zor değil ama gelin görün ki bunu beceremiyorum bir türlü...
  • Borusan Filarmoni ve İstanbul Devlet Senfoni orkestralarının konserleri başta olmak üzere, şehirdeki müzikal etkinlikler takibe alınacak. İş Sanat' takiler de araba yok diye üşenilip atlanmayacak.
  • Yazı ve resim işlerine daha fazla zaman ayrılacak. Her gün kısa da olsa bir parça yazılacak, bir eskiz ya da bir desen çizilecek.
  • Ufak şeyler dert edilmeyecek, sayfalar çevrilecek, gidenlerin ardından ağlanmayacak, yola koyulunacak ve dünya dönmeye devam edecek.

...............................................................

İşte böyleeeee...

Sonbahar hepimize uğurlu gelsin. Güzel bir mevsim olsun ve hepimiz huzurlu olalım.




Erzincan'dan Le Poete Travaille

Çok sevdiğim yazar Enis Batur'un Suya Seng' inde görüp işaretlemiştim: Le Poete Travaille... Nedir diye soracak olursanız, Erzincan'da yayımlanan bir şiir dergisi...Adı Fransızca ve "Şair Çalışıyor" anlamına geliyor. Şaşırdınız mı? Ben çok ama çok şaşırdım ilk okuduğumda ve yazarın deyimini burada kullanacak olursam, bu yapılan işin "Müslüman Mahellesinde Salyangoz Satmak" la eşdeğer olduğunu düşündüğüm için kendime kızdım. Bir sürü aydın geçinen insanın hatasıma düştüğüm için kızdım, başka şeye değil: Bu işlerin sadece büyük şehirlerin tekelinde olduğunu sanmak! Ne kibir! Eğer siteyi inceleyecek olursanız, ne kadar cüretkar bir işe kalkışılmış olduğunu görüyorsunuz. Erzincan deyince, insanın aklına herşey gelir de, bu isimde ve nitelikte bir şiir dergisi gelmez. Hala yayımlanıyor mu, bunu bilmiyorum ama blog olarak devam ediyor. İşte buyrun: http://lepoetetravaille.blogcu.com .

Heybeli

Ali Halil Sözer






Sadi Güneş

Ne güzeller değil mi?

Ada Notları....Ama Benimkiler...









Sabah erken uyanıyorum. Elimi yuzumu yıkadıktan sonra, sahile iniyorum. Meltem Pastanesi'nden sıcacık poğaça alıyorum: Peynirli ya da patatesli...Güzeeeelll. Köşedeki bayiden Cumhuriyet' imi alıyorum. Sonra iskeleye yakın noktadaki Denizatı' na oturuyorum. Çayı çooook güzel. Hele bir az şekerli kahve yapıyorlar ki, bence şimdiye kadar benimkinin dışında en iyisi! Öğleden sonrası keyfi için, o az şekerliye dadandım resmen. İkinci bardak demli çayımı hızla içip, artık yanaşıp yolcu indirmeye başlamış vapura doğru hızlı adımlarla seğirtiyorum. Şehre gidiyorum, yapılacak bir ton iş var, bir de özel görüşme. Çok komik çünkü ben şehre giderken, Adalılar "İstanbul'a İniyorlar". Sanki Ada başka bir şehirmiş gibi...Ama aslında öyle. Burası değil başka bir şehir, başka bir dünya! Sadece onlar mı? Can Dostum Pürlen'in büyükbabası da, Kuzguncuk'tan karşıya geçerken, İstanbul' a inerdi hep... Doğal tabii! İstanbul hep Avrupa yakasında olmuş, Asya yakası hep uzak, hep sayfiye, hep şehir dışı olmuş "gerçek" İstanbullular için... Bugün sakin bir gündü ama başka günlerde şehirde işleri tamamlamak için oradan oraya koştururken, adaya dönecek olmayı bilmek beni huzurlu kılıyor. Kafamın arka planında hep ada vapuruna binip, "çılgın kalabalıktan uzak" lara gidecek olmanın hayali oluyor. Adada olma durumu, vapura adım attığım andan itibaren başlıyor. Bir anda gevşiyorum, nefes alışverişim bile değişiyor. Herkes de acaba bu şekilde mi hissediyor, bunu bilemiyorum ama benim için böyle.









Adaya yanaşma sürecini de seviyorum. Kaptanın hünerine ve denizin, rüzgarın durumuna göre değişebiliyor her yanaşma süresi. Kimi zaman şıp diye yanaşıveriyor gemi ama kimi zaman da bir ileri bir geri, bir türlü tutturamıyorlar hedefi. Ya tornistanı fazla kaçıyor, ya koltuk halatı kasıp geminin kıçı açılıyor, kimi zaman da yanaşma hızı yanlış hesap edilip, güm diye çarpılıyor iskeleye...Bir çatırtı eşliğinde, sarsılıyoruz o zaman. Boş bulunup, yuvarlanıyordum bugün az kalsın. İyice kuvvetlenen karayelin gemiyi bastırmasından anlamalıydım ama aklım bir değil beş karış havadaydı. Hermes'in kanatlarını benim bileklerime takmışlardı adeta...Bir nevi uçuşta olma hali...Ama her uçuş bu kadar sevimli olmuyor, ne kadar yükseleceğini bilmek gerek. Sonuçta İkarus gibi çakılmak da var...Bir dostum bu benzetmeyi çok severek kullanır ama yine de güneşe uçmaktan alıkoyamaz kendini. Ben de onunla uçarım zaten... Hep uçarım! Eminim okurken gülümsüyordur şimdi:))) Üstelik Nietzsche ne demiş: Uçmayı Seviyorsan, Düşmeyi de Bileceksin...Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...Neyse, denizden çıkıp gökyüzüne fırladık. Bence adaya dönelim...






Adaya yanaşıyoruz ve ben ilk iş olarak yine Denizatı'na oturup, gazetemin kalan parçalarını, dergimi ya da kitabımı okuyorum, az şekerli eşliğinde tabii. Denizi seyrediyorum. Her gün başka bir hali oluyor denizin. E tabii bu da çok doğal! Dün güneyli rüzgarlar hakimken, adanın İstanbul'a bakan tarafı, "adanın gölgesinde" kaldığı için, dümdüzdü. Bugün karayel bastırdı ve tüm renk skalasını değiştirdi dünyanın. Bugün griler, kurşuniler, beyazlar ve koyu lacivertler hakim tabloya. Oysa dün mavinin her tonu ve altın rengi bir günışığı vardı her tarafta. Olsun! Bunu da o kadar çok özlemişim ki... Kahvemi içerken, bir de yağmur bastırıyor inceden. Öyle güzel yağıyor ki, nazlı nazlı... Tepemde korunak sağlayan bir branda gerili olduğu için rahat rahat hem denizi seyrediyorum, hem yağmuru dinliyorum, hem de rüzgarın taşıdığı deniz tuzu ile yağmur damlalarını yüzümde hissediyorum. Ürperiyorum ve çantamdan eksik olmayan şalıma sarınıyorum. Sonbahar çok güzel... Adada daha da güzel.



Yagmur azıcık hafifleyince, köşedeki dostları selamlamaya yöneliyorum. Biraz sohbet, bir kahve de orada derken, günün en tatlı saatleri başlıyor. Evlerin içlerinde, akşam hazırlıklarının yapıldığını hissettiren ışıklar yanmaya başlıyor tek tük. Vapurlar peşpeşe, İstanbul'dan dönenleri bırakıyor kıyıya, sonra süzülüyorlar diğer adalara doğru. İnsanlar evlerine yönelirken, çarşıdan taze pide alıyorlar. Litrelik kola, kıvırcık salata ve bir demet taze soğan... Elleri kolları dolu, yanlarındaki vapur arkadaşlarıyla beraber, esnafa selam ederek gidiyorlar yuvalarına. Ben de "Artık eve gitmenin zamanıdır" deyip, taze pide ve ay çöreği alıp eve yollanıyorum.



Bir akşam daha iniyor adaya ve işte tam o dakikalarda içime ince bir sızı düşüyor. Hoşgeldin Hüzün! Hermes'in kanatlarını çıkarıyorum ayak bileklerimden, kurşun ağırlığı çökmüş, iki küçük kanat yetmez artık beni uçurmaya... Eve giriyorum, ışıkları yakıyorum ve işte buradayım...

Ada Defterleri ve İslomania


Bugün harika bir sürpriz eşliğinde, Enis Batur' un Ada Defterleri' ne sahip oldum. Aslında kitabın elime geçiş şeklini bile anlatmak, başlı başına bir kitap konusu olabilir ama onu yeri burası değil. Henüz kitabı okumadım ama benim eski yazılarımdan biri geldi aklıma. Hemen ekleyelim öyleyse.

“İslomania” ve Benim Adalarım


Adaları oldum olası sevmişimdir. Kendimi daha bir gevşemiş, daha esnek, daha kaygısız ve daha özgür hissetmişimdir adalarda... Tatlı bir sarhoşluk, bir iyimserlik ve yüzümden silinmeyen bir gülümseme hep eşlik etmiştir adalarda geçirdiğim saatlere. Dünyanın geri kalanından uzakta olma hali, dört tarafımın denizlerle sarmalanmış hali beni hep sükunete sevk etmiştir. Meğer bu durumun bir de özel adı varmış: İslomania!!! Ada sarhoşluğu!!!
Adaların kendine has bir yaşam ritmi vardır. Bizim Bozcaada’dan tutun da Endonezya’nın en ücra adasına kadar hepsinin kendine has bir müziği, bir rengi, bir kokusu ve tadı vardır. Her biri ayrı bir dünyadır ve birbirine benzemez...Kendi Mikro-Evren’ lerini yaratırlar...
Mesela Ege adalarını düşününce insan buna daha çok inanıyor. Canım ne de olsa hepsi Yunan adası diyenlere, önce gidin ondan sonra konuşun derim ben hep. Evet, belki temelde hepsi aynıdır ama hayır, hepsi birbirinden farklıdır. Beyaza boyanmış evler, çorak tepeler, öğle güneşi altında kavrulan boş sokaklar ve akşamüzeri imbatla serinleyen kahvehaneler...Belki akla ilk gelen ortak özellikler bunlardır ama her ada yine de farklı bir karakteri yansıtır. Santorini bir tabiat şaheseridir, suya gömülmüş o dev kraterin içinde tekneyle yolculuk edip, denizden dimdik yükselen yarımay biçimli kıyılara bakıldığında insanın sırtı ürperir. Nasıl bir tabiat felaketi bu adayı bu şekilde sulara gömmüş olabilir diye düşünmekten alamaz kendini insan. Girit tamamen faklıdır. Orası Minoslu atalarının mirasını günümüzde de yaşatan, uzun boylu, uzun yaşamlı insanların toprağıdır. Vahşi vadilerle bölünmüş sarp coğrafyası ilkbaharda yemyeşildir, gelincikler ve daha binbir türlü çiçek açar yamaçlarda ve deniz, tuzunu rüzgarıyla birlikte bu derin vadilerin içlerine kadar gönderir. Dağlarda otlar toplanır pişirilir, kıyılarda ise denizden babanız bile çıksa, sızma zeytinyağı eşliğinde afiyetle gövdeye indirilir. Rodos’ta, kaleden dışarı sızan şövalye ruhunu başka bir Ege adasında bulmanız mümkün değildir. Genellikle Türkiye’den çıkıp da ilk giriş yapılan adalardan biri olan Simi ise küçücük olmasına rağmen, hiçbir Yunan adasına benzemez. Evler neo-klasik tarda ve pastel renklerdedir.
Yine de ada deyince aklıma en çok, en vurucu örnek olan Paskalya Adası gelir hep. Orası beni hep korkutmuş, biraz da ürpertmiştir. Aslında bugün, ulaşılması o kadar da zor değildir, Boeing 737’lerin biri inip, diğeri kalkmaktadır ama yine de anakaraya en uzak iskan gören ada olması bile başlı başına özel bir durumdur. Adadaki değişik platformlarda yer alan o dev heykellerin anlamları hala çözülememiştir. Her gittiğimizde birbirimize sorarız: Neden hepsi gökyüzüne bakıyorlar? Sanki gelmesi umulan, beklenen bir şeyleri gözlüyor gibidirler. Beni en çok etkileyen şey ise adanın vahşi tarihidir. Dünyanın küçük ölçekteki bir özetidir Paskalya Adası. Buraya ilk gelen halk toplulukları, cenneti keşfetmiş olduklarını sanmış ve adaya yerleşmişler. Volkanik toprakların kısıtlı bölümlerinde tarım yapmışlar, ekip dikmişler. Ama en çok balıkçılıkla geçiniyorlarmış. Tarım ve balıkçılık sayesinde, nüfus artmış, adanın diğer taraflarına da yayılmışlar. Oralarda fazla tarım arazisi olmadığı için, ekilir dikilir arazi üzerinde hak sahibi olduğunu iddia edenler arasında ilk anlaşmazlıklar baş göstermeye başlamış. Balıkçılığa ağırlık verilerek durum kontrol altında tutulmaya çalışılmış. Ancak bu sefer de tekneler eskimeye, çürümeye başlamış ve zaten kısıtlı olan ormanlar da bu tekneleri tamir etmek için ya da yeni tekneler yapmak için tüketilmiş. Sonunda ne mi olmuş? Tarım ürünleri yetmediği ve balıkçılık da artık yapılamadığı için önce kıtlık başlamış, sonrasında da yamyamlık geri dönmüş. İnsanlar resmen birbirlerini yemişler açlıktan! Cennet olmuş cehennem! İşte bu örnek bana hep dünyanın geleceğini çağrıştırmış ve biraz da bu yüzden korkutmuştur.
Beni etkileyen bir başka ada ise, Sri Lanka’dır. Her ülkenin bir rengi olsa, Sri Lanka’nınki yeşil olurdu kesinlikle... Hayatımda yeşilin bu kadar çok çeşidini daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Amazon ormanlarında bile! Kıyılar yeşil, ovalar yeşil, dağlar zaten yemyeşil, çay ekili yamaçlar kıvrım kıvrım yeşil, dağlar arasında saklı vadiler derin yeşil... Bu yeşile fon oluşturan gökyüzü ise parlak mavi, topraksa kıpkırmızı! Hepsinin içinde de , beyaza boyanmış, göğe yükselen tapınaklar, dagobalar... İnanılmaz bir manzaradır orada görülen! Başkent Colombo başlı başına bir alemdir! Okyanus kıyısında birkaç kilometre boyunca uzanan meşhur Galle Face kordonunda yapılan yürüyüş, satıcılar, şakalaşan gençler, uçurtma uçuran çocuklar, kikirdeyip göz süzen genç kızlar, ağırbaşlı orta yaşlı çiftler arasında geçer ve eğer bir de gün batımı saatlerinde yapılmışsa, hayatınızın unutulmazları arasına girer hemencecik. Kordonun bitimindeki Galle Face otelinin, deniz kıyısındaki koloniyel bahçesinde yudumlanan meşhur Seylan çayı da Sri Lanka’nın olmazsa olmazlarındandır. Ama kıyı bırakılıp, adanın iç kısımlarına geçilince, yeşil daha da artar. Ada tarihinin parlak dönemlerinde krallar tarafından yaptırılmış, her biri bir göl olan dev su rezervuarları bu sonsuz yeşillik içinde, ayna gibi parlarlar. Bence adanın en ilginç yerlerinden biri, Buda’nın dişinin saklandığı meşhur tapınağın yer aldığı eski başkentlerden Kandy’dir. Buradaki ruhsallık şehrin her köşesine sinmiş gibidir. Neredeyse, dokunularak bile hissedilebilir. Ama bana sorduklarında, benim için en unutulmaz olan yer kesinlikle Nuwara Eliya’daki çay bahçeleri ve orada kaldığımız Çay Fabrikası Oteli’dir. Umarım bu manzarayı yine görebilirim. Gece geç saatte geldiğimiz için, aslında tam olarak anlayamamıştık nerede olduğumuzu. Vadinin dibinde otobüsümüzü bırakıp, minibüslere doluşmuş ve sarsıla sarsıla yükselmeye başlamıştık. Dışarıda parlak bir ay vardı ve etrafımızı gümüşi bir ışıkla sarmalıyordu. Otele vardığımızda hepimizi tatlı bir sürpriz bekliyordu. Otel gerçekten de eski bir çay fabrikasından dönüştürülerek yapılmıştı. İçinde hala eski çay işleme makinaları duruyordu. Ama hepimiz en büyük sürprizi sabah erkenden uyanınca yaşamıştık. 2000 metrenin üzerindeydik, bulutlar altımızdaydı, etrafımızdaki tepelerin çayla kaplı yamaçları bu bulutları delip, çevremizde dans ediyorlardı sabah sisiyle ve bütün bunların da üstünde muhteşem bir güneş parlayarak, her şeyi altın bir ışıkla yıkıyordu... Gözlerimize inanamamıştık ve hepimiz dışarı fırlamıştık mutlulukla! Çocuklar gibiydik, neşeyle bahçelere dalmıştık... Hayatımda bu kadar keyifle kahvaltıya oturan bir grup daha görmemiştim... Herkesin dilinde bir şarkı vardı neredeyse. Herkes kahkaha atıyordu. Unutulmaz olmuştu burası artık...
Adalarımdan bahsederken, Zanzibar’ı da unutmamam lazım... Afrikalı desem değil, Arap desem değil... Umman Sultanlığı, İngiliz koloni yönetimi, kendi kısa süren monarşisi, sonunda bugünkü Tanzanya yönetimi harmanlanmış burada ve ortaya hiç de tutmaz gibi düşünülen bir sentez çıkmış. Ama tutmuş işte! Cazibeli, cilveli, sakin, sırlarını açık etmeyen karanfil kokulu bir ada çıkmış ortaya... Eski baharat yolunun bir durağı ve büyük bir esir pazarı olması sebebiyle herkes arzulamış adayı ama o herkese gelin olduysa da ruhunu vermemiş kimselere. Hepsinden bir şey almış ama kendi “kendisi olarak” kalmış... Bembeyaz kumsalları, yemyeşil hindistan cevizi ağaçlarıyla o tipik tatil cenneti fotoğrafları veren son derece “fotojenik” bir adadır ama Zanzibar bundan çok daha fazladır. Bunu insan gittikten sonra anlıyor. Daracık sokaklarının labirentlerinde yol bulmaya çalışıp, baharat kokulu çıkmazlarda kaybolunca, zamanın durduğu hissi sahip oluyor gezgine... Ne yazık ki, böyle yerler gittikçe azalıyor artık dünyada... Son kalan köşelerden biri burası...
Şimdilik de son olarak, hiç gitmediğim ama gitmek için can attığım, hayal ettiğim adaları yazayım. Crozet ve Kerguelen adaları... Fransız Güneysel ve Antarktika Toprakları yönetim bölgesi içindeki bu özel adalar, yerleşik nüfusu olmayan bir “bilim toprağı”dır. Bu adalarda bir yıl, kimi zaman daha uzun süre görev yapan yüzelli kadar insan yaşar. Bunlar farklı bilim dallarında çalışan araştırmacılar, teknik görevliler, sağlık ve haberleşme personeli olan kişilerdir. Kimi zaman adaya bazı gözüpek yelkenciler de uğrar. Bunlar zaten benim çocukluğumdan beri kahramanlarım olan, “Kükreyen Kırklar” ile “Uluyan Elliler” olarak adlandırılan paralellerde seyir yapmayı becerebilen istisnai denizcilerdir. Peki bu adalarda beni bu kadar çeken şey ne? Bir kere her şeyden önce sosyolog Sn. Ömer Bozkurt’un yazdığı, Tübitak yayınlarından 2004’de çıkmış olan “Her Yere uzak Topraklar” adlı kitabı bu hayalimi pekiştirdi. Eğer bu kitabı okumamış olsaydım, mehtemelen çocukluktaki hayallerim bugüne dek bu kadar canlı ulaşmayacaktı. Oysa ki, o kitabı okuduğumdan ve fotoğrafları gördüğümden beri, artık başka hiçbir ada beni bunlar kadar heyecanlandırmıyor. Aslında manzara pek de hoş sayılmaz. Ömer Bozkurt’un tasviriyle, basık ve kurşuni bir gökyüzü altında dalgaların dövdüğü kayalıklar, ardında sarp ve çıplak yamaçlar. Çok gerilerde karlı kayalık tepeler...İnsansızlığın, ıssızlığın ve el değmemişliğin coğrafyası... Bütün bu cesaret kırıcı olması düşünülebilecek olan tasvirler, bende coşkudan başka bir his uyandırmıyor. Mutlaka gitmem lazım! Kim bilir, belki bu da olur!
Tabii aslında daha bir ton yer var anlatacak, yazacak ama hepsi bir seferde olmamalı. O yüzden geri kalanlarını diğer bir yazıya bırakıyorum. Diğer adalarda buluşmak üzere...


Eveettt, şimdi önümüzdeki günlerde beni güzel bir okuma macerası daha bekliyor. Zaten Bodrum'da da Enis Batur külliyatı ile harika zamanlar geçirdim. Özellikle denemeleri bir harika. Bambaşka yollara atıveriyor sizi ve türlü okumaları da beraberinde getiriyor.
Bu arada, yine çok hoş bir başka detay daha: Adaları bunca seven ben, adında ada geçen kitabı hemen alan ben, adalar hakkında yazı döşenmiş olan ben, sizce şu anda neredeyim? Evet, evet, İstanbul' a döndüm ama şehrin en az "şehir gibi" olduğu yerdeyim... Heybeli' de sonbaharı karşılıyorum son iki gündür. Eh tabii...Bu gece dolunay olduğuna göre de, mehtaba çıkmamak da ayıp olur. Şimdi iskeleye inip, gelenleri karşılamam lazım:)) Adaları çoook seviyorum...

Bitez Koyu'nda Yunus

Bu sabah yuzerken cok ilginc bir sey oldu. Son birkaç gündür habire yunuslardan ve kızkardeşimle oynadığımız "yunusçuluk" oyunlarımızdan bahsedip duruyordum ya. Söylemediğim bir şey vardı...Aslında çok özel bir şey ama bugün olanla ilgisi var. O yüzden anlatmakta sakınca görmüyorum. Ben kızkardeşime bir söz vermiştim ama maalesef bu sözümü tutamadım. Yani vakit yetmedi...O, ben bu sözümü yerine getiremeden gitti ve ben de bu üzüntüyle, onun sonsuza dek yatacağı yeri yunuslarla donattım. Hayatta en sevdiği canlılarla bir arada kalsın istedim. Böyle anlatılınca biraz gülünç kaçtığının farkındayım ama kimin umurunda! Neyse... Bu sabah yine herkes uykudayken fırladım yatağımdan ve kendimi cam gibi kıpırtısız denize attım. Kıyıdan epeyce uzakta, teknelerin ve saçma sapan tatil oyuncaklarının (jet ski, muz, parasailing v.s) girişini sınırlayan dubalara dek yüzdüm. O sırada dubalarda yalnız olmadığımı farkettim. İngiliz olduğunu sandığım bir genç adam vardı. Selamlaştık ve bana " Yunusu gördün mü?" dedi. Hayır, görmemiştim. Sessizce etrafa bakınmaya başladık. Sonra o sıkıldı ve gitti, ben de yalnız başıma etrafı seyretmeye başladım. Yunuz munus olamazdı o koyda. O kadar kalabalık, tekne ve başka her türlü şeyle dolu koya neden gelsindi ki yunuslar? O yakınlarda çok daha rahat edebilecekleri başka koylar vardı. Dubalarda biraz soluklandıktan sonra kafamı hafifçe sağa doğru çevirdiğimde, yakınımda sakince yüzen bir yunusun yüzgeçini gördüm. Suyun derinliği yaklaşık 5-6 metreydi sadece. Hafifçe daldım suyun içine ve dibe doğru gitmeye başladım. İkinci dalışımda, yunusla burun buruna geldim. Resmen bakıştık karşılıklı...Kaçmadı ve hiç ürkmedi... Hava almak için yukarı çıktım. O da çıktı... Tekrar daldım, o da daldı... Dipten yanyana yüzdük... O kadar inanılmazdı ki, anlatamam. Evet, eğitimli yunuslarla değişik yerlerde, havuzlarda yüzebilirsiniz ama benim hikayem farklıydı bu sabah. Uyanmıştım, etrafta henüz kimsecikler yokken denize girmiş ve sabah saatlerinin sakinliğinde Bitez Koyu'na girmiş bir yunusla yüzmüştüm... Bu yüzme birkaç dakika sürdü sadece. Ama aklımda her saniye Ayşegül vardı. Sanki çocukluğumuzda yaptığımız gibi onunla yüzüyordum...Ve işte o sırada kafamda bir şimşek çaktı: O yunus belki de Ayşegül'dü:))) İster inanın böyle şeylere, ister hiç inanmayın! Bu hiç umurumda değil! Ama ben bu tip şeylerin olabileceğini düşünenlerdenim. Dünyada milyonlarca insan yeniden bedenlenmenin varolduğuna inanarak yaşıyor, kadim kültürlerin yazılı kaynakları bile bu olayı etraflıca betimliyor, dünyanın neresine gidersem gideyim, bu konuda anlatılan tonlarca hikayeyle karşılaşıyorum. Bu olay hiç mi ihtimal dahilinde olamaz? Bal gibi de olur! Kalbimin bir yanı, en azından bu buluşmanın, O'nun tarafından ayarlandığını söylüyor. İster deli deyin, ister aptalca bulun! Ben buna inanıyorum:)) Yoksa bu kadar "tesadüf" yalnızca "tesadüf" mü?

Bodrum Adaboğazı' nda Çocukluk Hatıralarım



İnsan kırk yaşında çocukluğuna dönebilir mi? Hem de sadece onbeş dakika içinde??? Evet, ben döndümmmm...



Bugün öğleden sonra, otelimizin teknesiyle, çocukluk yıllarımın en güzel anılarını barındıran, Adaboğazı koyuna gittik. Evet, gidişimiz sadece onbeş dakika sürdü ama bir anda 30 sene öncesine ışınlandım. Bir anda zaman gerçekten durdu sanki... Tabii ki hiçbir şey aynı değildi ama yine de güzeldi Adaboğazı. Aynı olmamasının sebebi, her yerde karşımıza çıkan kötü yapılaşma illeti değildi...Koyu çevreleyen tepeler hala aynı bomboşluktaydı Allahtan ama esas değişiklik, burada demirlemiş teknelerin sayısındaki artıştı. Koyun ve boğazın her köşesinde irili ufaklı her çeşitten tekne verdı. Oysa biz çocukken buraya gelip de tüm gün boyu demirlediğimizde, Bodrum merkezden kalkan tur tekneleri sabah ve akşamüstü saatlerinde birkaç dakikalığına bu koya uğrar ve sonra hemen giderlerdi. Bütün bir gün boyunca bizden başka hiç kimse olmazdı. Sabahtan akşama kadar koyda demirli kalırdık ve biz, rahmetli kızkardeşim Ayşegül ile, derimiz buruş buruş olana dek sudan çıkmazdık.
O senelerde, okul tatile girer girmez, Bodrum günlerimiz başlardı. Kentin içinde, Balıkçı'nın Pansiyonu'nda kalırdık. Babam hafta içinde İstanbul'da kalır ama hiç üşenmez, o kadar yolu her hafta sonu arabayla gelirdi. Pansiyonun en üst katındaki teras odalarından biri, alışıldık olduğu üzere bize ayrılırdı. Her sabah, denize ve kaleye karşı, mis gibi turunç reçelli kahvaltımızı yapardık. Sonra Mustafa Kaptan gelirdi ve annemle birlikte buz ve erzak almaya giderlerdi. O zaman teknede modern buzdolabı yoktu ve marketten kalıp kalıp buz almak gerekirdi. Bu sırada biz Ayşegül' le denize girer ve eşyalarımızı, pansiyonun önünde bağlı duran tekneye yerleştirirdik. Bütün erzak tamamlandiktan sonra, hareket ederdik. Teknemizin adı Güldan'dı. Bizim değildi tabii ki... Lüks ya da büyük de değildi... Mustafa Kaptan'ın emektar balıkçı teknesiydi...Mustafa Kaptan ise, yakışıklı mı yakışıklı, deniz rengi gözleri ve kırış kırış suratı olan, eski bir sünger avcısıydı. Güldan' ımızla, büyük tur teknelerinin rotasının tamamen dışında, kendi yolumuzu tuttururduk. Teknemizin boyutu ve kaptanımızın her taşı, her kovuğu, her çıkıntıyı milim milim tanıması sayesinde, denizin üstüne uzanmış kayalıklara neredeyse sürtünerek, merasimle giderdik Adaboğazı'na. Bazen Ayşegül geçerdi dümene. Kendisinden büyük dümeni büyük bir ustalıkla idare etmesine her seferinde şaşırırdım. O zamanlar o yedi ben de on yaşındaydım. Mustafa Kaptan, dümeni Ayşegül' e bırakır, bir sigara yakar ve teknenin başına gider, kıç tarafta olan bitenle hiç ilgilenmiyormuş gibi bir havaya bürünürdü. Dedim ya şaşırırdım o küçücük, ufacık tefecik kıza dümeni vermiş olmasına ama şimdi anlıyorum ki aslında herşey onun kontrolündeydi...Arada arkaya bakar ve Ayşegül'e el kol işaretleriyle gitmesi gereken yönü gösterir, sonra yeniden sigarasına dönerdi. Burundan dönüp de, koyun turkuvaz rengi gözüktü mü, her seferinde çıldırırdık sevinçten. Hele bizden önce gelip de demirlemiş tekne de yoksa, o zaman daha da çok sevinirdik. Ama zaten gün içinde orada bizden başka bir Allahın kulu kalmazdı. Koya iyice sokulup da demir attıktan itibaren, öğle yemeğine dek bir daha tekneye çıkmazdık. Ayşegül'le yüzer, kayalıklara sokulur, kıyıya çıkar, deniz kestanesi toplar, dipteki yosunların aralarında kayıp hazineler arar, "korsancılık" oynar, dağ keçilerine su atar, kim daha dibe dalacak, kim daha derinden taş çıkaracak oyunlarına dalar, makas balıklarının peşine düşüp "yunusçuluk" oynar, sonunda da "yemek hazır" alarmıyla tekneye dönerdik. Ayşegül' le en sevdiğimiz yemek "köfte - patates"ti... Köfteyi annem yoğurur, Mustafa Kaptan da küçük piknik tüpünün üstünde kızartırdı. Bir keresinde, çok tatsız bir kaza gelmişti başımıza. Köfteleri kızarttığımız kızgın yağ Ayşegül' ün bacağına dökülmüş, kızcağızın çok canı yanmıştı ama Allahtan Mustafa Kaptan Ayşegül'ü tuttuğu gibi denize fırlatmış, denizin soğuk suyu sayesinde, bacağındaki bütün acı dinmiş, sonrasında da en ufak iz ya da leke bile kalmamıştı.



Koyun kıpırtısız sessizliğini, bizim teknemizden yükselen şarkı ve türküler bozardı. Transistörlü radyomuzun en iyi çektiği kanal Polis Radyosu idi ve Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği ve Türk Hafif Müziği parçaları birbiri ardına doldururdu koyu... Bangır bangır değildi ama asla...Hafiften, inceden çalardı...Koyumuza gürültülü tur tekneleri geldiğinde, onlara çok kızardık. Onları sevimsiz yabancılar olarak görürdük. Evimize izinsiz birileri girmiş gibi bir ruh haline bürünür, hemen gitmelerini dilerdik. Zaten onlar da o fazla sessiz ve fazla sakin koyda daha uzun kalmazlar, bir sonraki koya doğru, kendi söyledikleri şarkılar ve türküler eşliğinde giderlerdi. En sevdiğim saatler ise, koyumuzda kimseciklerin olmadığı zamanlarda, demlediğimiz çayı, bisküvi eşliğinde içmekti. Ama tekneye falan çıkmazdık...Ayşegül' le suyun içinde yüzer durumda olurduk. Annem çay bardaklarını tekneden uzatırdı ve biz de o güzelim derin sularda yüzerken, bir yandan da çayımızı içerdik.



Bugün de işte o canım koya geri gittim. Geçen seneler boyunca oraya gitmeye cesaret edememiştim. Benim için, kardeşimin ve çocukluğumun en güzel hatıralarıyla dolu, dünyanın en özel köşelerinden olması tabii ki etkiliydi bu tereddütte. Gidip de aynı bulamamak, hatıraların gücüyle başa çıkamamak, beton yığınına dönüşmüş olmasını görmek ihtimali de korkutuyordu beni... Ama burnu dönüp de, o büyülü koyu karşımda görünce, hiç de korktuğum gibi olmadı neyse ki...Çok ağladım tabii ki... Beni çok çabuk terkeden canım kardeşim için ağladım, babam için ağladım, onları kaybeden ve yalnız kalan annemle kendim için ağladım, büyüdüğüm için ağladım, kırk yaşına çok çabuk geldiğim için ağladım, yaşamımın en eğlenceli, en büyülü zamanlarını tüketmiş olduğumu farkettiğim için ağladım ama demir atar atmaz da, balıklama suya dalıp, gözyaşlarımı turkuvaz sularda yıkadım. Makas balıklarıyla yüzdüm. Annemin tekneden uzattığı çayı, suda yüzerken içtim. Kayalıklara gittim. Derinlere dalıp, yosunların arasından yüzdüm. Hala nefesim iyi ve kulaçlarım güçlüymüş, sevindim. Kardeşimin ruhu için yüzdüm, daldım, çay içtim ve hayatımın geri kalanını buralarda geçirmenin yollarını düşünmeye başladım. Belki bu bir döngüdür ve yaşam seneler sonra beni yeniden buraya getirirken, bana birşeyler anlatmaya çalışıyordur.



Yarın gece İstanbul'a döneceğim. Çocukluğumun en güzel zamanlarını, birazcık da olsa yeniden yaşayabilmiş olmanın mutluluğu var içimde. Evet, Ayşegül yoktu yanımda bu sefer, kimseyle de istediğim gibi oyunlar oynayamadım, teknedeki insanlar "yunusçuluk" ya da "korsancılık" oynamayı bilemezlerdi ki... Hay Allahım!!! İnsan sevdiklerinden ayrı düşünce, yaşam ne tatsız tuzsuz oluyor... O yüzden, siz siz olun, sevdikleriniz yanıbaşınızdayken onlarla oynayın... Yaşamın her salisesini onlarla dolu dolu yaşayın. Gidenler bir daha dönmediklerinde, yaşam artık hiç aynı olmuyor. En turkuvaz koylar bile, başkaları için olmasa bile en azından sizin için rengini yitiriyor. Sarılın sevdiklerinize, bastırın göğsünüze ve hiç ayırmayın!!!


















Tatil Notları - Tatil Okumaları



Ohhh Tatiiiiilllll.....

Ne güzel bir şeymiş yaa...

Sabah erkence uyanmak.

Çarşaf gibi kıpırtısız denize dalarak, uykudan mahmur yüzümü yıkamak.

Denize karşı, gazete okuyarak kahvaltı etmek.

Sonra yine denize koşmak.

Bir çay daha alıp, kumsalda gazetenin geri kalanını okumak.

"Az şekerli"yi, "keyif cigarası" eşliğinde höpürdeterek içmek.

Evden taşınmış "okunacaklar" ın arasından kitap beğenmek.

Sıcak basınca, sadece iki adımda denize atlamak.

Yunus taklidi yaparak, denizin dibindeki yosunların arasından balıklarla birlikte yüzmek.

Her elli kulaçta bir dinlenmek.

Açıktaki dubaların üzerine çıkıp etrafı seyretmek.

Biraz yemek, biraz içmek.

Bol bol okumak.

Denizde, omuz hizasındaki suyun içinde, otelin diğer misafirleriyle memleket kurtarmak.

Güneş batıdaki tepenin ardında kaybolana dek kumsalda oturmak.

Ve hayal kurmak...

Çoook ama çoooooook güzelmiş...

Neyse, Bodrum Bitez'deyim. Adres Manuela Hotel. Sadece Cumhuriyet'e ilan vermesi, benim için iyi bir referanstı. Gelenlerin çoğu da Cumhuriyet okuru zaten. Sabah kahvaltı sırasında, gazetemiz masamızda:))) İnsan daha ne ister ki başka?

Buraya dinlemeye gelirken, evden epeyce "okunacak" malzeme taşımıştım. Şu ana kadar da epeyce ilerledim okumalarımda. Tabii ki Masumiyet Müzesi bitti. 69. bölüm, favorim oldu kesinlikle. Hayat dediğimiz bu "uzun sanılan" zaman sürecinin aslında kısacık "anlar" ve "sıradan" olaylardan ibaret olduğunu hatırlattı bana. Sadece 69. bölümde değil ama bütün kitap boyunca bazı cümlelerin altını çizdim okurken. Keşke başka türlü bitseydi... Ama galiba "mutlu" aşk hikayeleri pek revaçta değil edebiyatçılar arasında. Şiirlerde de öyle... Gerçekten "Mutlu aşk yoktur" mu yoksa??? Ahh Aragon!!!

Bir de epeyce Enis Batur kitabı almıştım yanıma. Courbet'nin ünlü "Dünyanın Başladığı Yer" tablosuyla ilgili ve o konudan hareketle diğer tarihi, sosyolojik ve sanatsal açılımı da beraberinde getiren, harika bir çalışma olan Elma' yı okudum. Çok eğlendim ve bir sürü not aldım okurken. Kitap "yargılanmış" ve "beraat etmiş"... Neden??? Bence, orjinal kapağında "Dünyanın Başladığı Yer" apaçık görüldüğü için:))) Beraat ettikten sonra, kitabı gömleklemişler. "Sakıncalı" resim içeride kalmış, artık bakan kişiye zarar vermiyor yani!!!

Sonra ikinci Enis Batur'a geçtim: Bir Varmış, Bir Okmuş ... "Sözümona Düzmece bir Wilhelm Tell Hikayesi" altbaşlığıyla bulabileceğiniz ilginç bir kitap. Elma' nın devamı gibi oldu benim için. Burada da kutsal kitaplardan alıntılarla, sosyolojik bazı analizlerle, Elma' nın sürekli örtülen kadın cinselliğini temsil ettiğini vurguladık:)))

Bu kitaplardan sonra, bir başka Enis Batur daha sarmaladı beni: GÖVDE'M... İnsan bedeni, uzuvları, tuhaf çözümlemeler, garip tarihi notlar, ilginç saptamalar... HARİKAAA.....Bitmek üzere... Yarın biter...

Bu arada bugünkü Cumhuriyet Kitap Eki' nde sevindirici bir haber: Enis Batur'un yeni kitabı çıkmış...ADA DEFTERLERİ... Pasaport Damgaları' nı da yayınlayan Kırmızı Yayınları' ndan çıkmış. Enis Batur' u severim, adaları da severim... Daha ne olsun??? İstanbul' a gelir gelmez alınacak tabii ki...

Bu arada, bütün bu okumalarım yetmezmiş gibi, bir de çalışacak dersim var: Aralık ayında yapacağım bir tur için, özel bir araştırma konusu...İstanbul' da Kadın... Deli gibi kitap okuyorum ve notlar alıyorum. Valide Sultanlar'dan, İstanbul' dan geçmiş kadın gezginlere, İstanbul' un temaşa hayatındaki kadınlardan, İstanbul' lu olan ya da İstanbul' u yazan kadınlara, İstanbul'daki kadın hareketlerinden, unutulmaz aşklara... Konu ilginç ama çooook geniş. Bir günlük tura bu kadar kadını ve onların hikayelerini nasıl sığdıracağım diye kara kara düşünüyorum şimdiden. Ama bir de becerirsem, nasıl da müthiş olur, değil mi?
Bahsetmek istediğim son kitap ise, İzlanda seyahatimde birlikte olduğum sevgili Gaye Kaymak tarafından hediye edilen, olağandışı bir çalışma: Kurtlarla Koşan Kadınlar, Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler... Yazarı Clarissa P. Estes, Ayrıntı Yayınları... Bugünlerde hem kadınlarla ilgili bir çalışma yapıyorum hem de bu kitap hediye geliyor bana... Tesadüflere inansam, büyük tesadüf derdim ama hayatta tesadüf diye bir şey yoktur. Bu kitap da, harika bir zamanlamayla girdi okuma hayatıma.
Dedim ya, tatil güzel şeymiş...Yüzmek ve okumak! En özlediğim şey! Yarın küçük bir tekne turu da var planlarımda. Zaten birkaç günüm kaldı sadece.Döner dönmez toplantılar ve turlar başlayacak. Bugünleri çooook arayacağım.
Bu arada çok alakasız olacak ama TVde harika bir reklam var bugünlerde. Geçen akşam duştan sonra haberleri beklerken farkettim: "Hayallerinizden ne zaman vazgeçtiniz?" diye soruyor... Aslında bir kredi kartı reklamı ama bir anda bir ışık yandı kafamda. Gerçekten, ne zaman vazgeçtik hayallerimizden? Ne zaman büyüdük? Ne zaman yaşlandık? Ne zaman oldu bütün bunlar? İşte tatil böyle bir şey! İnsan rutininin dışına çıkınca, kafası farklı detayları kaydedip, sorular sordurtuyor... Soruyorum ben de...Ne zaman oldu bütün bunlar?






Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...