Akyaka...Nail Çakırhan...


Sabah aldım haberi: Nail Çakırhan ölmüş...
Akyaka'da tanımıştım onu ve sevgili eşi Halet Çambel'i. Birbirlerine tutkun bir halleri vardı ve bayılmıştım onlara. Şimdi yitirdiğim bir ruh hali içinde, "İşte yaşlandığımda onlar gibi olmak istiyorum" demiştim. Allah rahmet eylesin ve Halet Hanım'a da sabır versin. Yalnız kaldı artık, eşi yok ...

Aklıma bir kaç sene önce Akyaka hakkında yazdığım ve The Gate'de yayınlanan yazım geldi. Buraya ekleyelim bakalım:


Gökova'nın Mücevheri Akyaka

Senede bir kaç defa İstanbul'dan Marmaris'e yelken yapmaya giderim. Büyük şehrin beton gökdelenlerinden kaçıp, denizin sadece yeşil tepelerle sınırlandığı cennete gitmek, dünyanın en büyük keyiflerinden biridir benim için. Oldum olası uzun otobüs yolculuklarını sevmişimdir ama Marmaris'e giderken yaptığım yolculukların tadı bir başkadır. Selçuk civarında verilen son moladan sonra, Menderes ovasının kıyısını sıyırıp Aydın'dan Muğla'ya doğru saparız. Buradan itibaren içimi bir kıpırtı sarar. Muğla'da indi-bindi yapılırken geçirdiğimiz o bir iki dakika bile gözüme fazla gelmeye başlar. Buradan tatlı tatlı tırmanır yol Sakar Tepesi'ne doğru ve sonunda, İstanbul'dan beri hayalini kurduğum dünyanın en güzel manzarası bir anda yayılıverir gözlerimin önüne.
Yılın dokuz ayı güneşli Tam altımızda yemyeşil bir ova, ovayı enine dümdüz kesen koyu yeşil bir hat, açıklı koyulu, ekili sürülü tarlalar, yazın başına kadar zirveleri karlı dağlar ve hepsinin sonunda masmavi bir körfez. Canım Gökova'm! Virajlardan kıvrıla kıvrıla ovaya doğru inerken bir yandan çayımı yudumlarım diğer yandan da manzaranın her karesini zihnime kazırım. Ovaya indiğimizde ise otobüsümüz okaliptüs ağaçlarıyla gölgelenen eski Marmaris yoluna paralel bir şekilde yoluna devam eder ve Gökova'nın muhteşem görüntüsü yavaş yavaş kaybolur ardımızda. Bu geçiş birkaç dakika sürer sadece ama ben bu kısacık süre içinde dahi pirimiz Sadun Boro'ya hak vermeden edemem. O değil mi yedi düvelde yelken basıp sonra da "En güzeli burası" deyip Gökova'ya yerleşen! İşte tam da Sakar Tepesi'nin bitip yolun Marmaris'e doğru uzandığı noktada sağa doğru devam eden yolun hemen başında bir levha dikkati çeker: Akyaka. Sırtını dağlara yaslamış, çam ormanlarına sakladığı güzelliklerini yavaş yavaş sunan Akyaka ovaların, dağların ve denizin mükemmel birlikteliğini anlatır. Thomas Hardy'nin ölümsüz eseri 'Çılgın Kalabalıktan Uzak' konu olarak olmasa da ismen Akyaka'yı en iyi anlatabilecek başlıktır bence. Burası, kafa şişiren müziklerden bunalanların, sokaklarda omuz omuza yürümekten kaçanların, metrekareye beş kişinin düştüğü güneşlenme iskelelerinden hoşlanmayıp da denizin ve rüzgarın sesini çam ağaçlarından dinlemeyi sevenlerin geldikleri bir yeryüzü cennetidir. Yılın dokuz ayının güneşli geçtiğini anlatır hep Akyakalılar. Kışın bile, yağmur yağsa da ardından hemen güneş açarmış. Hatta derler ki, bazen tavla oynarlarken, yağmur yağdığı için içeride başlayan oyun, iki oyun sonra, yağmur durup da güneş açınca mutlaka dışarıda bitermiş. Bir de oralarda Deli Memed denilen serin bir rüzgardan bahsederler. En geç iki haftada bir başlayıp öyle bir esermiş ki, hem havayı serinletir hem de bazen ortalığı birbirine katarmış.

Roma'dan Osmanlı'ya Bugünkü Akyaka'nın yerinde çok eskilerde, adını Karia dilinden alan İdima kenti varmış. Tam olarak kuruluş tarihi bilinmese de Anadolu'nun genel kronolojik tarihini takip eden olayların etkisi bu sakin şehre kadar gelmiş. MÖ 546'da bütün yöre Pers orduları tarafından işgal edilmiş. Ancak tarihi kaynaklara göre bu işgal İdima'nın ne dilinde ne de yerleşik kültüründe kalıcı bir iz bırakmış. Tüm bölge MÖ 484-405 yılları arasında Atina önderliğindeki Delos Birliği tarafından yönetilmiş ancak İdima bu birlikten MÖ 440 yılında ayrılmış. Kendi parasını basmış ve yörenin geleneklerine uygun şekilde bu paranın bir yüzünü çoban tanrı Pan ile süslemiş. MÖ 200 yılları civarında Rodos'a bağlanmış ve I. yüzyıl sonlarında Roma kenti olmuş. Bizans dönemi hakkında çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak 13. yüzyıl sonunda Türkler bölgeye hakim olmuş ve Menteşe Beyliği'ne bağlanmış bütün Gökova. Bugün şehrin tarihine ışık tutan kalıntılar arasında MÖ 4. yüzyıla tarihlenen kaya mezarlarıyla, aynı döneme ait sarnıç ve duvar kalıntıları var. Ortaçağ kalesinin kalıntıları ise Bizans devrinde de buranın önemli bir yerleşim noktası olduğunu ispat eder. İnişdibi Mahallesi'nde 1922 yılında ortaya çıkarılan mozaikler ise Roma devrinde yapılmış.
Ula tarzı mimari Akyaka'yı bu kadar özel kılan en büyük etken, doğasının eşsiz güzelliğinin yanı sıra o güzelliği tamamlayan Ula tarzı mimarisidir. Ula doğumlu Nail Çakırhan'ın, 80'li yılların başında burada yaptırdığı, zarif işlemelerle bezeli ahşap balkonlu, iki katlı harika evi öylesine beğenildi ki, 1983 yılının meşhur Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görüldü. 1998 yılında da bu müze-ev bir kültür ve sanat merkezi olarak hizmete girdi. Bunun ardından orada yaptırılan evler, pansiyonlar hatta büyücek oteller dahi aynı tarzı benimsedi. Akyaka'nın bir de büyük şehirlerden buraya gelip yerleşenlerle, yerli halkın el ele vererek kurdukları harika bir derneği var. 1991 yılında kurulan Gökova-Akyaka'yı Sevenler Derneği, aslen Alman vatandaşı olan Heike Thol Schmitz başkanlığında, hem doğal hayatın hem de tarihi ve mimari değerlerin korunması konularında, çok ciddi ve kapsamlı çalışmalar yapıyor.

Leziz balıklar, enfes koylar Akyaka'nın kendi plajı, şehir merkezinden fazla uzaklaşmak istemeyenlere hasır şemsiyeler ya da palmiyeler altında dinlenme fırsatı verirken, Azmak Suyu da bütün Türkiye'nin belki de en lezzetli balıklarının sunulduğu balık lokantalarıyla ağzının tadını bilenleri mutlu eder. Dilerseniz derede kanoyla gezip tatlı su balıklarını seyredebilir ya da bir lokantada yemek yersiniz. Buralara kadar gelip de Gökova'da bir tekne turuna katılmamak olmaz. Nitekim Akbük, İngiliz Limanı, Okluk Koyu ve tabii ki Kleopatra Adası olarak da bilinen, inci tanesine benzeyen kumuyla meşhur Cedriai adasını gezerken zaman dursun istiyor insan. Lacivertle mavinin her tonu yeşilin en güzeliyle birleştiğinde ortaya çıkan manzara, artık kalmadığını sanıp da arkasından ağıtlar yaktığımız eski zaman karelerini andırıyor. Aslında haksız da değiliz ağıtlar yakmaya, zira elimizde kalanların belki de en sonuncusu burası. Üstelik tam da kalbine kocaman bir hançer gibi saplanmış termik santral bacasıyla, Gökova da ağıtlarımıza eşlik ediyor. Akyaka tarihiyle, doğasıyla, mimarisi ve insanıyla olağandışı bir birliktelik yakalamış, gerçek bir cennettir. Konuğu olup da büyüsüne kapılmamış kimseye rastlamadım henüz. Bir ara siz de uğrayın... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...