Ada Notları....Ama Benimkiler...









Sabah erken uyanıyorum. Elimi yuzumu yıkadıktan sonra, sahile iniyorum. Meltem Pastanesi'nden sıcacık poğaça alıyorum: Peynirli ya da patatesli...Güzeeeelll. Köşedeki bayiden Cumhuriyet' imi alıyorum. Sonra iskeleye yakın noktadaki Denizatı' na oturuyorum. Çayı çooook güzel. Hele bir az şekerli kahve yapıyorlar ki, bence şimdiye kadar benimkinin dışında en iyisi! Öğleden sonrası keyfi için, o az şekerliye dadandım resmen. İkinci bardak demli çayımı hızla içip, artık yanaşıp yolcu indirmeye başlamış vapura doğru hızlı adımlarla seğirtiyorum. Şehre gidiyorum, yapılacak bir ton iş var, bir de özel görüşme. Çok komik çünkü ben şehre giderken, Adalılar "İstanbul'a İniyorlar". Sanki Ada başka bir şehirmiş gibi...Ama aslında öyle. Burası değil başka bir şehir, başka bir dünya! Sadece onlar mı? Can Dostum Pürlen'in büyükbabası da, Kuzguncuk'tan karşıya geçerken, İstanbul' a inerdi hep... Doğal tabii! İstanbul hep Avrupa yakasında olmuş, Asya yakası hep uzak, hep sayfiye, hep şehir dışı olmuş "gerçek" İstanbullular için... Bugün sakin bir gündü ama başka günlerde şehirde işleri tamamlamak için oradan oraya koştururken, adaya dönecek olmayı bilmek beni huzurlu kılıyor. Kafamın arka planında hep ada vapuruna binip, "çılgın kalabalıktan uzak" lara gidecek olmanın hayali oluyor. Adada olma durumu, vapura adım attığım andan itibaren başlıyor. Bir anda gevşiyorum, nefes alışverişim bile değişiyor. Herkes de acaba bu şekilde mi hissediyor, bunu bilemiyorum ama benim için böyle.









Adaya yanaşma sürecini de seviyorum. Kaptanın hünerine ve denizin, rüzgarın durumuna göre değişebiliyor her yanaşma süresi. Kimi zaman şıp diye yanaşıveriyor gemi ama kimi zaman da bir ileri bir geri, bir türlü tutturamıyorlar hedefi. Ya tornistanı fazla kaçıyor, ya koltuk halatı kasıp geminin kıçı açılıyor, kimi zaman da yanaşma hızı yanlış hesap edilip, güm diye çarpılıyor iskeleye...Bir çatırtı eşliğinde, sarsılıyoruz o zaman. Boş bulunup, yuvarlanıyordum bugün az kalsın. İyice kuvvetlenen karayelin gemiyi bastırmasından anlamalıydım ama aklım bir değil beş karış havadaydı. Hermes'in kanatlarını benim bileklerime takmışlardı adeta...Bir nevi uçuşta olma hali...Ama her uçuş bu kadar sevimli olmuyor, ne kadar yükseleceğini bilmek gerek. Sonuçta İkarus gibi çakılmak da var...Bir dostum bu benzetmeyi çok severek kullanır ama yine de güneşe uçmaktan alıkoyamaz kendini. Ben de onunla uçarım zaten... Hep uçarım! Eminim okurken gülümsüyordur şimdi:))) Üstelik Nietzsche ne demiş: Uçmayı Seviyorsan, Düşmeyi de Bileceksin...Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...Neyse, denizden çıkıp gökyüzüne fırladık. Bence adaya dönelim...






Adaya yanaşıyoruz ve ben ilk iş olarak yine Denizatı'na oturup, gazetemin kalan parçalarını, dergimi ya da kitabımı okuyorum, az şekerli eşliğinde tabii. Denizi seyrediyorum. Her gün başka bir hali oluyor denizin. E tabii bu da çok doğal! Dün güneyli rüzgarlar hakimken, adanın İstanbul'a bakan tarafı, "adanın gölgesinde" kaldığı için, dümdüzdü. Bugün karayel bastırdı ve tüm renk skalasını değiştirdi dünyanın. Bugün griler, kurşuniler, beyazlar ve koyu lacivertler hakim tabloya. Oysa dün mavinin her tonu ve altın rengi bir günışığı vardı her tarafta. Olsun! Bunu da o kadar çok özlemişim ki... Kahvemi içerken, bir de yağmur bastırıyor inceden. Öyle güzel yağıyor ki, nazlı nazlı... Tepemde korunak sağlayan bir branda gerili olduğu için rahat rahat hem denizi seyrediyorum, hem yağmuru dinliyorum, hem de rüzgarın taşıdığı deniz tuzu ile yağmur damlalarını yüzümde hissediyorum. Ürperiyorum ve çantamdan eksik olmayan şalıma sarınıyorum. Sonbahar çok güzel... Adada daha da güzel.



Yagmur azıcık hafifleyince, köşedeki dostları selamlamaya yöneliyorum. Biraz sohbet, bir kahve de orada derken, günün en tatlı saatleri başlıyor. Evlerin içlerinde, akşam hazırlıklarının yapıldığını hissettiren ışıklar yanmaya başlıyor tek tük. Vapurlar peşpeşe, İstanbul'dan dönenleri bırakıyor kıyıya, sonra süzülüyorlar diğer adalara doğru. İnsanlar evlerine yönelirken, çarşıdan taze pide alıyorlar. Litrelik kola, kıvırcık salata ve bir demet taze soğan... Elleri kolları dolu, yanlarındaki vapur arkadaşlarıyla beraber, esnafa selam ederek gidiyorlar yuvalarına. Ben de "Artık eve gitmenin zamanıdır" deyip, taze pide ve ay çöreği alıp eve yollanıyorum.



Bir akşam daha iniyor adaya ve işte tam o dakikalarda içime ince bir sızı düşüyor. Hoşgeldin Hüzün! Hermes'in kanatlarını çıkarıyorum ayak bileklerimden, kurşun ağırlığı çökmüş, iki küçük kanat yetmez artık beni uçurmaya... Eve giriyorum, ışıkları yakıyorum ve işte buradayım...

Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...