Güney Hindistan Öncesi
BHARAT MATA'ya döndüğüm için, O'na kavuşacağım için çok mutluyum. Doğasını, kokusunu ve ruhsallığını özlüyorum o büyülü diyarın...10 gün iyi gelecek!
En son turumdan döndükten sonra, ilk bir iki gün evde yattım. O kadar yorulmuşum ki, bir türlü dinlenemedim. Uykularım yetmedi bedenime...Sadece yemek yiyip, TV'nin karşısında uyukladım ama iki üç gün sonra içimdeki alarm zilleri çalmaya başladı: KALK İKO!!! YAPACAK TONLARCA İŞİN VAR! Kalktım ve koşturmaya başladım. Neden mi? Bir de bu arada NİŞANTAŞI evimi BÜYÜKADA'ya taşıdım! Bir sayfa daha kapandı hayatımda...
Tabii yazıda kolay taşınmak! Bir de içindekileri düşünün paketin! Ev kapatmak kolay değil...Bir sürü ayıklama, atma ve vazgeçme var işin içinde...Hepsini yaptım. Ama yeni eve geçiyorsun, yeni düzenin ihtiyaçları var. Sağolasın EVİMİZİN HERŞEYİ İKEA!!! İki gün üst üste İKEA seferleri düzenledim. Herşeyi akıllıca planlayıp -ki bu hiç bana göre değil- satın aldıklarımı NİŞANTAŞI adresime yollattım...Hop dediğinde adaya eşya trasfer edilemez, dolayısıyla herşeyi ince ince düşünüp düzenlemek lazım...Ben de yaptım...Efendi bir taşıma şirletiyle anlaştım. Adaya sık sık eşya taşıyan bir şirket olduğu için, benim yapmam gereken hiç bir şey olmadı. Bu da benim işime geldi açıkçası...Adaya eşya taşımak için, belediyeye bir para yatırılıyor. İzin alınıyor ve bu sayede eşya kamyonu bir tür eski çıkartma gemisine yüklenip adaya ulaşıyor. Hepsini yaptım...Pazar akşamı geç saatte ekip geldi ve NİŞANTAŞI evimin herşeyini paketledi, kamyona yükledi ve Pazartesi sabahı, erkence bir saatte, BÜYÜKADA'ya çıkartma yaptık! Pürlen'e göre, ben konuşurken öyle bir tavır alıyormuşum ki, duyan ve gören NORMANDİYA ÇIKARTMASI'ndan bahsediyorum sanırmış! Velhasıl, gözümde büyüyen koca bir operasyon, uygun hava koşullarında ve beklenmedik derecede sakin bir ruh halinde tamamlandı ve ben hayatımın başka bir sayfasına başlamış oldum...İşte bu yeni sayfayı kutlamak için, Hindistan Ana'ya gidiyorum bugün...
Bir de bütün bu koşturmanın içinde, hayatımda ruhsallığa başka bir boyut açtım: BRAHMA KUMARİS çatısı altında, son derece nefis bir insanla, ulaşılması güç derinlikte sohbetlere başladık. Başbaşa, sadece ikimiz...İki kardeş ruh olarak, dereden tepeden, dünyadan ve ötesinden konuşuyoruz. Bazen ben söylüyorum o dinliyor ama genelde o söylüyor ben kendimden geçercesine içiyorum kelimeleri... Kana kana!!! Ne kadar ihtiyacım varmış böyle bir bilgeliğe ve sükunete! Biz Hindistan'da DARSHAN deriz...Yani kutsal bir ruhun karşısına geçip onu görmek ve ona görünmek! Onun enerjisini almak ve dokunmak... Bu da hayatımdaki diğer güzellik!
Şimdi sırada GÜNEY HİNDİSTAN var. Taşınma, yerleşme ve BRAHMA KUMARİS falan derken, işi tamamen unutmuştum.
Bir de hayatımın iş cephesinde değişiklik oldu: FARUK PEKİN'le özdeşleşmiş KUZEY HİNDİSTAN&KATHMANDU turunu 2012 sonbaharından sonra ben devralıyorum. Diğer bütün turlarımı başka rehber arkadaşlara devredip, sadece bu turu ve müzik turlarımı yapacağım. Varmak istediğim yer burasıydı galiba...Hem kendime zaman ayırabileceğim, hem HİNDİSTAN'a sık sık gidebileceğim, ruhumu fazla yormadan sürdürebileceğim ve insanlara faydalı olabileceğim bir iş modeli oluşturmak! Sonunda oldu!!! Bu turu FARUK PEKİN'den devralmak büyük bir onur benim için...Ama gözü arkada kalmasın, zira HİNDİSTAN'ı en az onun kadar seviyorum ben de... Benim ilk gözağrım ne de olsa!!! Rahmetli anneme göre, benim büyüdüğüm yer HİNDİSTAN! Dolayısıyla içim rahat! 2012 sonbaharıyla birlikte senenin 70 gününü benim ikinci memleketimde geçireceğim...Ama tabii bunun karşılığında, çok sevdiğim bir çok ülkeden vazgeçmek durumunda kaldım. Bu da işin diğer tarafı! Büyümek böyle bir şey! herşeye sahip olamazsın ki! Hem yağmur, hem güneş, hem kar, hem gökkuşağı hem de masmavi gökyüzü aynı anda olmaz...Ben de hayatımın yeni sayfaları yazılırken, tercihler yaptım ve oyumu HİNDİSTAN ANA'dan yana kullandım...
Şimdilik bu kadar...Görüşmek üzere...
Myanmar Sonrası
Birkaç saat önce eve geldim. Özlemişim evin kokusunu, taze demlenmiş çayını. Az sonra da üşenmezsem gider iki simit alırım çıtırından, yanına taze domates ve artık çok az miktarda yediğim peynir ile bir de ziyafet çekerim. Güzel olur vesselam!
Myanmar nasıldı peki?
Tur çok yorucuydu - hemen hemen her sabah 04.00- 05.00 arası uyandık- 12 günde 12 uçuş yaptık, memleketi tapınak tapınak dolaştık, sıcakla boğuştuk, yemekler farklıydı, yataklar farklıydı, içtiğimiz sular farklıydı, uyuyamadık, uyuduğumuzda uyanamadık, yalınayak gezilen kutsal mekanlarda ayaklarımızı paraladık...Güneşin sıcağı, air-condition'ların soğuğu, gecenin çiği, sabahın nemi...İklim iklim gezmekten inim inim inledik! AMMAAAAA...ÇOK GÜZELDİ BE KARDEŞİM! Her şeye değer! Değdi de!
Yılın bu zamanı Güneydoğu Asya için bence en mükemmel zaman! Hava güzel, nem az ve her yan yağmurlardan sonraki taze yeşilliği taşıyor. Bir de dolunaya denk geldik ki müthiş! Her tarafta kutlamalar, okumalar, insanlar ve rahipler dolu dolu bir Myanmar panoraması verdiler bizlere. Nasıl güzel, nasıl özel!
Mandalay'da bir gece, manastırın tam yanıbaşında kurulu otelimizin arka bahçesi, sabaha kadar PALİ dilinde ilahiler okuyan rahiplerin sesleriyle çınladı. O gece penceremin perdelerini kapatmadım. Tapınaklarla dolu kutsal Mandalay tepesinin üstünde asılı duran dolunayın simleri, açık perdelerin arasından odama süzüldü bütün gece... Uykumun arasında kısa anlarda uyanıp da rahibin hipnotize eden sesini her duyduğumda, içime huzur ve mutluluk duygularının dolduğunu hissettim. Anlamasam da, okuduklarının gönlümün derinliklerinde bir yerlere dokunduğunu hissedip, şükran duygularıyla yeniden uykuma döndüm hep. Tur boyunca uyuduğum en iyileştirici, şifa dolu uykuydu açıkçası.
Bagan'da bir akşam, kaldığımız otelin, nehre inen yamacındaki dev banyan ağacına gidip, toprağa dalan kollarının arasına sığındım. Ana kucağına dönen bir çocuk gibi, ağacımın kollarına döndüm ben de...öylesine görkemli ve kudretli bir ağaç ki, insan kendini hem ufacık hem de çok sevilip korunuyor hissediyor dallarının arasındayken...Banyanlar böyledir işte! Dallarından yeni kollar çıkar ve o kollar toprağa inip, saplanır, köklenir. Bir daldan bir sürü başka gövde oluşur böylece. Tek bir ağaç da minik bir koruya dönüşür...İşte Bagan'daki Banyan'ım da böyle benim... Nehre inen yamaçta, kimbilir kaç yüzyıldır duruyor dimdik! Kendimi yalnız ve yorgun hissettiğim bir akşam, ağacıma gittim. Dolunayın parlak ışığı, sakin sakin akan İrrawady'nin üzerinde pırıl pırıl nakışlar çizerken, ağacımın gövdesine sokuldum. Yasemin kokan havayı içime çektim ve nehirle birlikte akan mavnanın patpatlarıyla kesilen sessiziği dinledim. Bir süre sonra, içimi incecik kemiren duygular yerini sevgi ve huzura bıraktı. Yenilendim, dinlendim ve dünyayla yüzleşmeye yeniden hazır oldum.
Bütün akşamüstlerinde güneşin kıpkırmızı bir top olup, ufukta ya da dağların ardında gözden yitip gitmesini izledim. En güzeli, en beklenmedik olanıydı... Bagan'da, pek de popüler olmayan bir tapınağın üstünden izlediğimiz günbatımı, beni en çok etkileyeni oldu çünkü güneşin battığı anda, diğer taraftan, kıpkırmızı bir ay yükseldi...Kanlı Ay!!!
Bunun gibi bir sürü güzel hatıram oldu...Ama şimdi biraz yorgunum, gücüm tükendi. Belki daha sonra yazarım yeniden.
Evde olmak güzel...
Durmak & Yavaşlamak

Bhutan'dan Selamlar
Bhutan Krali evlendi gecen hafta... Bunun benimle ne alakasi mi var? Amma da yaptiniz simdi...Alakasi olmaz olur mu? Ben Bhutan'dayim su anda...Neyse lafi fazla sulandirmadan genel havayi aktarayim: Bhutan'da gectigimiz haftalarda kraliyet dugunu oldu. Bhutan'in 1980 dogumlu Oxford mezunu krali, soyluluk unvani olmayan, yani halktan bir kizla evlendi. Ama ne kiz!!! Nefis nefis! Her taraf kral ve kralicenin fotograflari ve posterleriyle dolu. Dugunun uzerinden uc haftaya yakin zaman gecmis olmasina ragmen, insanlar hala dugunun etkisindeler. Sokaklarda kral ve kralicenin posterleri satiliyor. Bizzat ben iki rozet bir minik poster alarak bu mania durumuna istirak ettim. En sevilen posterler kralin gelinle sarmas dolas cicekler arasinda verdigi poz ile, kralin gelini dudaklarindan optugu poz!
Bhutan gercekten de mutlu ve huzurlu bir ulke. "Kisi Basina Dusen Milli Mutluluk" konusunda kral cok dikkatli. Halkinin mutlu olmasini istiyor. Burasi gercek bir masal ulkesi: yemyesil vadiler, piril piril akan nehirler, masmavi gokyuzu, genc ve yakisikli bir kralla sahane guzel bir genc kralice, ormanlar, karli daglar... Masal degil de nedir bu?
Bhutan'da degisiklikler oluyor. Eski Bhutan yazimda Bhutan'da luks otellerin olmadigini falan olmadigini yazmistim. O yazinin uzerinden sadece 2 veya 3 yil gecti ve ben o yaziyi belki de yayindan kaldirmaliyim zira dunyanin en luks otelleri birbiri ardina burada konaklama tesisleri aciyor. Taj ve Amann basta olmak uzere insanin aklini basindan alacak nitelikte oteller aciliyor. Cep telefonlari herkesin elinde ve TV artik serbest! Bu hizla giderse Bhutan'in buyusunu yitireceginden korkmuyor degilim aslinda ama biraz ilerleme de iyi olmuyor degil hani!
Ulkeye giriste yine gun ve kisi basina 200 dolar minimum aliyorlar. Yani her gun minimum 200 dolar harcamaniz garanti! Yine tek basiniza gezmeniz mumkun degil. Mutlaka bir rehberiniz ve bir soforlu araciniz olmali. Programiniz ve otelleriniz belli olmali. Oyle sirtima cantayi takip gideyim, keyfime gore gezerim denecek yerlerden degil Bhutan. Sirt cantali turisti istemiyorlar zaten. Az gelsin ama parali turist gelsin diyorlar. Turistik hediyelik esya dukkanlarindaki fiyatlar insanin sapkasini ucuran cinsten ama gelen turist parali oldugu icin satiliyor. Oysa ayni mallar komsu Nepal'de beste bir fiyatina satiliyor...
Ilk geldigim zamanki Bhutan'la simdiki Bhutan arasinda buyuk farklar goruyorum. En buyuk fark baskent Thimpu basta olmak uzere buyuk yapilasma durumu! Maalesef Thimpu'nun kuruldugu vadi neredeyse tamamen bina dolmus durumda... Yine de tabii ki cok cok guzel ama bundan 10 sene onceki durumu hatirlayan benim gibiler icin fark buyuk! Ama tabii bir de baska sey var: Turistlerin gezip dolastigi DZONG'lar artik piril piril, tertemiz... Eskiden boyle degildi...Bhutan'da tuvalet adabi oturdugu gun, her sey tamam olacak bence... Bence bu masal diyarinin TEK eksigi bu! TUVALET ADABI!!!
Neyse, simdi gitmem gerekiyor...VEJETARYEN bir otelde kaliyoruz, aksam yemegi basladi bile ve benim muthis PHOBJIKA vadisindaki yuruyusumuzden sonra karnim cok acikti. 2900 metre rakimda 4 km yuruduk. Tamam kabul ediyorum cok bir sey degil ama 2900 metrede doga yuruyusu yapmak da o kadar kolay degil! Azicik insafli olun!!!
Bhutan'dan sevgiler...
Bördübet Sonrası Ruh Durumları
İzlanda- Bodrum- Endonezya - Bördübet
Son haftalar son derece keyifli ve verimli zamanları getirdi beraberinde. aslında keyifli süreç Temmuz ayındaki İzlanda turuyla başlamıştı. İzlanda'nın muhteşem yabanıllığı içinde, özüme dokunmuş, pagan köklerime dönmüş ve gecenin aydınlığı içinde, kafamdaki sorulara cevaplar aramış ve bir çoğuna da bulmuştum. Evet, İzlanda'nın benim üzerimde böyle bir tuhaf etkisi var. Başka türlü anlatamıyorum bunu...Kendime dönmeme yardım ediyor: Bir nevi TİBET! Zaten nedense iki coğrafyayı da benzetiyorum birbirine...İkisi de sonsuz düzlükler, insansız boşluklar ve insana kendini küçücük hissettiren dağlarla örülü...İzlanda da bir de deniz faktörü devreye giriyor tabii...İçine giremesem de, yüzemesem de bendeki İZLOMANİA'yı tetikleyen deniz faktörü...Kocaman dalgalar, simsiyah kayalıkları dövüyor. Kumsallar hiç de posterlerdeki gibi bembeyaz kum ve turkuvaz su kombinasyonundan değil. Aksine simsiyah, ürpertici ve hatta azıcık tehditkar ama ne gam! Dalgaların sesi kulaklarınızda davul çalarken, o ritmi kalbinizin ritmiyle birleştirdiğinizde, hissediyorsunuz ki siz de doğanın ayrılmaz bir parçasısınız. Bütünleşme, bir olma bu kadar mı güzel yaşanır?
İzlanda dönüşü Bodrum'a geçtim. Herkesin Bodrum'u kendine tabii ama benim Bodrum'um benim için en iyisi: Tepenin üzerinde bir taş ev, bolca kitap, müzik, çay, biraz yüzme, bolca sessizlik! İnsan daha ne ister ki? Eller havaya başkenti Türkbükü hemen altımda, ama sorun bana bu 3 sezonda kaç defa gittim? Sadece 1! O da bu sene, ayıp olmasın diye...Meşhur bir dondurmacı varmış Türkbükü'nde, adı DOĞAL DONDURMA imiş, BİTEZ dondurmacısından bile daha iyiymiş diye duya duya, bir akşam kalkıp gittik Osman'la. Sora sora Bağdat bulunur, bizde bulduk o meşhur dondurmacıyı. Kuyruk vardı önünde, biz de girdik bekledik. Konuşulanlardan anladığımıza göre o akşamki kuyruk kuyruk sayılmazmış...Kuyruk uzadı mı bir, bir buçuk saat beklenirmiş bazen dondurmaya ulaşmak için...Biz sadece 6-7 dakika bekledik ve o meşhuuuuur dondurmaya ulaştık. Peki neymiş? İtiraf edeyim mi: Ben pek bir şeye benzetemedim açıkçası...Belki lezzetli olabilir ama öyle uğruna bir saat kuyrukta beklenecek bir numara yok! İşte o dondurma seferimiz sırasında, asil ve necip Türkbükü sosyetesini yakından gözlemleme fırsatım oldu. Gözlemlerimi burada paylaşırsam, üzerine alınanlar çıkacaktır ve bir kere daha bir yazımı yayından kaldırmak istemiyorum. Haa evet, bir kaç sene evvel böyle bir şey geldi başıma da...Yazdığım bir yazıda, eleştirilerimi tamamen kendi üzerine alınan bazı üstün zekalılar, başıma olmadık işler açtılar. Arada çok sevdiğim ve saydığım insanlar vardı ve onların yüzü suyu hürmetine yazıyı yayından kaldırdım. Ama bu sadece bir kere olur... O da sadece hatır için...
Neyse nereden nereye geldik...
Diyordum ki Bodrum'da geçirdiğim o günler bana nefis bir terapi oldu. Yetti mi? Tabii ki yetmedi ama zaten orada yaşasam bile doyamam ki öyle bir ortama! İşte bu yüzden yarın tekrar uçağa atlayıp oraya gidiyorum. Yanımda yine bir dolu kitap olacak. Niyetim meditasyon, kitap ve müzikle dolu bir hafta geçirmek. Ayın sonuna doğru Bördübet'e geçeceğim. Orada "BUDA SİZE YEMEĞE GELSE" adlı kitabın yazarı HALE SOFİA SCHATZ'la, dostum ve koçum BANU GÜREL'in bir ortak atölyesi olacak. Konusu: Bedeninizle birlikte ruhunuzu da beslemek...Ne zamandır o yöreye gitmek istiyordum, işte bu atölye belki de bana ihtiyacım olan her şeyi verecek. Hem beden-ruh birlikteliği, hem de sessiz ve sakin bir ortamda, sonbaharı karşılama... Sonrasında en sevdiğim coğrafyalara uzanacağım harika bir dönem başlıyor:Nepal- Tibet- Bhutan- Myanmar-Tayland- Hindistan...Ekim-Kasım ve Aralık döneminde dokunacağım topraklar. Özlemiştim oraları!
Bunun dışında, en son Endonezya gezisi tam anlamıyla bir başarı öyküsü oldu bence...Hele SULAWESİ'de geçirdiğimiz günler, unutulacak gibi değildi gerçekten. Özellikle TORAJA bölgesinde, öyle bir cenaze merasimine rastladık ki, akıllara zarar! Bu mevsim, kuru mevsim olduğundan, aileler, ölülerini ebediyete uğurlamak için son derece geniş, zengin ve debdebeli törenler düzenliyorlar. Kişiler öleli çok uzun zaman geçmiş olsa bile, ölü, geçici mezarından çıkartılıp, bir katafalkın üzerindeki tabutuna yerleştiriliyor. Sonra hısım akraba, davetliler toplanıp, düzinelerce BUFALO kurban ediyorlar. İnanışa göre bu kurban edilen bufalolar, ölüyü gökyüzüne taşıyacaklar. Dolayısıyla ne kadar çok olursa bu göğe yükselme o kadar hızlı ve çabuk oluyor. Ailenin fertleri, evlatlar, yakın ve uzak akrabalar bu sevaba ortak olmak ve prestijlerini arttırmak için mutlaka bir ya da birkaç bufalo hediye ediyorlar. Sonra köyün ihtiyar meclisinin uygun gördüğü zaman için de,her gün bu bufalolar birbiri ardına kurban ediliyorlar. Bu işlemi yapacak kişinin son derece becerikli olması gerekiyor zira boğazı tek darbede kesmek lazım. Aksi takdirde bufalonun gazabına uğrayabilir...Hatta sinirlenen ve canı yanan hayvan etrafa saldırabilir. İşte biz de böyle bir törene denk geldik. Ölü evine eli boş gidilmez mantığı SULAWESİ'de de işlediği için, yoldan üç dört karton sigara ve bir iki şişe viski aldım. Cenaze sahibine verdim hepimiz adına ve şöyle dedim: Eğer bizim buradaki varlığımız, annenizin ruhunun göğe yükselmesini birazcık dahi hızlandıracaksa bu bizim için onur ve mutluluktur... Gözyaşlarına boğulan genç adam, bizi özel bir locaya aldı. İçecekler ikram ettiler. Ölünün tabutunun yanına çıkarttı. Bol bol fotoğraf çektik. Tabii ki inanılmaz bir deneyim oldu hepimiz için...
Turun son bölümü BALİ'de geçiyordu. Orada da deniz kenarında harika bir otele kaldık. Denize girme fırsatımız bile oldu. Otelin iki restoranı vardı. Serbest olduğumuz sabahlarda, tüm grup olarak, denize nazır olan restoranda sözleşmiş gibi buluşup, kahkahalar ve sohbet eşliğinde, masmavi okyanusu ve palmiye ağaçlarını seyrederek kahvaltımızı yaptık. Otelin ortasındaki kocaman lagünde yaşayan dev su monitorlarını besledik. Kumsala inip, şezlonglara yayıldık ve satıcıları ihya ettik. İyiydi yani...
Şimdi yine küçük bir ara vereceğim turlarıma. Biraz şarj edeyim pillerimi. Sonbahar yoğun ve hareketli olacak...
Tatil Güzel Şey
Yaklaşık 16 gündür denizi tepeden gören bir rüzgarlı tepede, oturdum ve sustum. Kimileri için tatil " deniz-güneş-kum-eller havaya"dır ya, ben işte bu durumun TAM TERSİ bir yapıya sahibim. Çoğunluk ister ki, kopsun ve eğlenceden eğlenceye aksın; oysa ben isterim ki, kendime döneyim. İçime bakayım. Kalbimin atışını duyayım. Merkezime dokunayım. Fakat itiraf edeyim ki şunu farkettim: 2-3 hafta ile olacak gibi bir şey değilmiş bu. Yani en azından benim için 2-3 hafta içinde bu istediklerime ulaşabilmem mümkün değil. Zira bugüne dek geçen zamanın ilk 10 gününde zaten ciddi bir idrak sorunu yaşadım. Neredeyim? Ne yapıyorum? Sabahları erken kalkmak en sevdiğim şeylerdendir ama bir türlü erken uyanamadım. Günün yarısını uykuda harcadım dersem yeridir. Ama ne yapayım? Bir türlü gevşeyemedim. ilk 10 gün denize bile sadece 1 kere girdim. Ben ki eskiden yüzümü denizde yıkardım, bir türlü adapte olamadım bu duruma. Garipsedim... Ancak 10 gün geçtikten sonra sabahları daha makul saatlerde uyanmaya başladım. Kahvaltıdan önce denize gidip, yüzümü serin mavide yıkadım. Neyse ki kaldığım yerde kocaman ve bomboş bir havuz var. Aynı şey değil biliyorum ama yine de içindeki kloru alıp yerine doğal deniz tuzu koymuşlar. Nefis olmuş... Gücüm en fazla oraya kadar gitmeye yetti ilk günlerde. Şimdi şimdi son bir iki gündür sabah uyanıp hemen denize fırlıyorum. Atlıyorum arabaya doğru Küçükbük veya Hebil...Atıyorum kendimi suya...Denizle o eski alışık olduğum flörtüme devam ediyorum kaldığımız yerden. Dalıyorum, çıkıyorum, balıkların arasına inip onlarla kucaklaşıyorum. Nefesim yetse onlarla devam edeceğim kayaların arasına doğru ama yetmiyor, yukarı çıkıyorum. Masmavi gökyüzüne bakıp, günü selamlıyorum. Hiç istemiyorum sudan çıkmayı ve ellerim avuçlarım buruş buruş olana dek suda kalıyorum. Sonra tuzlu tuzlu eve dönüyorum ve bazen çocukluğumda yaptığım gibi, duş falan almadan denizin tuzu saçlarımda, tenimde uyuyorum gece... İşte diyorum ya, tam gevşedim, kıvama geldim, bitti tatil! Son 3 günüm... Ne diyeyim? Özleyeceğim...
Kısaca derim ki, tatil yapmak bile bir alışkanlık gerektiriyor. Gevşemek ve yükü boşaltmak için bu gerekli...Ama be birader, alışana kadar tatil bitiyorrrrrr...
Gazete YOK, TV YOK!!!


12 Mart 2011 - İstanbul /Antalya Uçağı Notları
Kaplamış ovaları
Yazı hapsetmişler içlerine
Dışarıda kış ama içeride yalancı bahar.
Zirveler kaplı etrafta
Güneş pırıl pırıl!
Eskiden narenciye ve sazların
Kokusu gelirdi yazın
Nemle karışık
Dağların arasına sıkışmış, yapayalnız
Çimento fabrikası.
Yolları kıvrıla büküle
Ama hep ondan uzağa gidiyor.
Toroslar dörtnala denize akıyor.
Aralarında yeşillikler, düzlükler
Derin yarıklar,
Çamuru içinde eritmiş bulanık sular.
Zirvelerden eriyen karşarın suları iniyor.
Koyu boncuk mavisi deniz
Kıpırtısız...
Yaz Durumları - Yaz Kitapları
Geçen hafta yazdıklarıma dönecek olursam:
Çalışma hayatımın -herhalde- ennn kapsamlı, en hareketli ve en yorucu dönemini geride bıraktım. Kendimi her anlamda çifte maraton koşmuşum gibi hissediyorum. Bu maratona başlarken en büyük dileğim, görevlerimi layıkıyla yerine getirip, kimseye ve en çok da kendime mahcup olmadan Haziran sonuna ulaşmaktı. Mahcubiyet ne kelime?! Herşey çok çok iyi oldu. Birbirinden özel turlar yaptım, inanılmaz şeyler yaşadım, hayatta sadece bir kere tanık olunabilecek nitelikte sanat aktivitelerine dahil oldum ve bütün bunlar beni biraz daha büyüttü. Hayata bakışımda -gerçekten- inanılmaz değişimlerin olduğu bir yıl yaşadım. Kendimi her anlamda çok daha donanımlı ve çok daha olgunlaşmış hissediyorum. Daha dengeli, daha merkezde ve çok daha AN'da kalmayı başaran bir insan oldum artık. Özellikle son bir kaç aydır sürdürdüğüm NEFES TERAPİ'lerinin bundaki etkisi tartışılmaz...Önce BEN demeyi öğreniyorum. Maskeyi önce kendime sonra başkalarına takmayı öğreniyorum diğer bir deyişle, ki itiraf etmem gerekirse, bu 43 yıllık hayatımda, hiç deneyimlememiş olduğum bir şeydi. Önceliklerimi değiştirdim. Bu da müthiş bir büyüme duygusu kattı bana...
Beni en çok üzen şey memleketin durumu ama anlaşılan o ki çoğunluk son derece memnun. O zaman benim de bu durumda yapabilecek bir şeyim kalmamış oluyor. Seçimlerden sonra yazdığım yazıya çok fazla yorum geldi. Kimileri bana katılırken, kimileri çok ağır konuştuğumu/yazdığımı söyledi. Ben söylediklerimin/yazdıklarımın arkasındayım. Üzülüyorum. Kızıyorum. Memleketimi seviyorum ama bu memlekette yaşayanlarla ortak paydamın neredeyse hiç kalmadığını görüyorum. Bu memlekette yaşayanların büyük çoğunluğu artık son derece bencil, acımasız, güçlünün yanında olup güçsüzü ezen, para için ruhunu satan, gösteriş budalası, küstah ve kaba bir güruha dönüştü. Ben ve benim gibiler eziliyoruz arada ve ne yazık ki hiç kimse benim ve benim gibilerin hakkını savunacak beceride değil! Ben AYNI BAĞIN GÜLÜ değilim...Öteki bağın güllerini kim koruyacak?
Neyse...Bir daha bu konuya değinmek istemiyorum...
Turlarım yavaşladığı için artık yaz okumalarıma da başladım:
Elimdeki kitaplar birikti...Hem Türkçe hem İngilizce okuyorum her zamanki gibi. Konular daldan dala atlıyor yine her zamanki gibi...Ufak bir liste yapacak olursam:
1- Murathan Mungan "Şairin Romanı"... Henüz başlamadım ama en keyifli okumam olsun diye hard cover olanından ısmarladım ve İdefix'ten geldi geçenlerde. Şöyle bir göz gezdirdim sayfalar arasında, HARİKA! Sanırım Mungan'ın en önemli kitaplarından biri olarak anılacak seneler sonra da...
2- Enis Batur olmadan bir okuma dönemi olur mu? Olmazzzz...Dolayısıyla bir minik okuma keyfi de oradan geliyor haliyle: 60 mm Dizüstü Meşkler ve İçcep Meşkleri... Evet, kitabın adı bu! Bazıları bir sayfa, bazıları bir paragraf ama hepsi de derinleştikçe derinleşen denemeler. Bayılırım denemelere zaten...Bir kısmını okudum. Bir kısmını da keyfi uzatmak için sonraya bıraktım. Her zamanki gibi en sevdiğim yazar, en sevdiğim yazın kişisi Enis Batur!
3- Veee bir günlük var listemde: Rainer Maria Rilke'den "Floransa Günlükleri". Sevgilisi'nin teşvikiyle 1898 yılında Floransa'ya giden Rilke, her yeri karış karış gezmiş ve gördüklerini de sevgilisine notlar şeklinde deftere aktarmış. İşte en sevdiğim bir başka tarz olan seyahat notları bunlar. Ama öyle sıradan notlar değil. Heykeller, tablolar ve diğer tüm sanat eserleri hakkında yazılmış müthiş notlar ve kişisel gözlemler. Bunları derleyen kişi Rilke olursa, okumamak benim açımdan imkansız olur doğal olarak...Kitap yazı masamın sağ köşesinde, Mungan'ın kitabının üstünde açılmayı bekliyor.
4- Daniel Wallace'ın "Büyük Balık"ı film olarak da çok sevmiş olduğum bir hikaye idi. Kitabını da okumak istiyordum ne zamandır. Dün gece tatilden gelir gelmez okumaya başladım. Neredeyse 1/3'ü bitti bile ve nefis bir seçim yapmış olduğuma bir kere daha inandım. Büyülü bir hikaye, büyülü bir atmosfer ve büyüleyici bir ana karakter var kitapta. Bunu herkese öneririm.
5- Dalai Lama'nın orta boy bir hard cover kitabı bir süredir orta sehpanın üstünde beni bekliyor: Becoming Enlightened...Aydınlanmak! Nasıl olur, ne zaman olur bilemiyorum ama bu arayış içinde uzun zamandır debeleniyorum. Kendimle uğraşıyorum ve içime dönmek için her fırsatı değerlendiriyorum. Belki seneye...Biraz daha yavaş bir tempo ile çalıştığım sürece girdiğimde, bu konu ile daha fazla ilgilenme fırsatım olacak.
Evet, yaz benim için de başladı. Kitaplarım bir yanda, sevdiklerim etrafımda...Bir de resim için zaman ayırabilirsem, işte o zaman daha da keyifli olacak her şey.
Haa unutmadan! Osman bana harika bir fotoğraf makinası verdi: Bir CANON G 10... Yavaş yavaş fotoğraf çekmeye de başlayacağım artık. Bu konuda her türlü bilgi, öneri ve yoruma açığım. Yardıma da tabii...
Bu şartlar altında bana başka söyleyecek söz kalmıyor: YAŞASIN YAZ!!!
Yaz Başladı!
Yorulmuşum ama mutluyum. Ocak ayından beri dünyanın çevresinde neredeyse tam tur attım. İlginç şeyler yaşadım, değişik insanlarla tanıştım. Farklı sular içip, farklı yemekler yedim. Arada evimi ve can dostlarımı çok fena özledim ama her daim mutlu kaldım. İnsan sevdiği işi yapınca, o zaman herşey çok daha kolay oluyor. Bu anlamda ne mutlu bana!
Off!!! Deminden beri yazdıklarımı silip duruyorum.Anlaşılan o ki, bu gece bende doğru dürüst bir şey yazacak güç yok! İyisi mi ben burada bitireyim ve gidip üçlü kanepeye uzanayım...
Yaşasın tatil! Yaşasın YAZ!
Seçim Sonrası
Ben bu adamları istiyorum!
Hani bu halk AKP iktidarı yüzünden ekonomik açıdan kıvranıyordu?
Hani öğrenciler, şifresi ayrı kopyası ayrı mağdurdular?
Hani çiftçi inim inim inliyordu?
Üretici perişan, tüketici ondan beterdi?
Hani sosyal hak ve özgürlükler ayaklar altında eziliyordu ve başımızdaki padişah kesilmişti?
Hani fikrini söyleyen içeri tıkılıyordu?
Hani kimsenin özeli, gizlisi saklısı kalmamıştı?
Hani telefonlarımız dinleniyordu?
Hani eğitimde fırsat eşitliği ortadan iyice silinmişti?
Hani üniversiteler kepaze olmuştu?
Demek ki bunların hiçbiri doğru değilmiş.
Demek ki ben başka bir boyutta yaşıyormuşum, %50 başka bir boyutta...
Ne demiştim geçen senelerde?
BEN BU HALKTAN İSTİFA ETTİM...
Bu konuda ne kadar doğru karar verdiğime bir kere daha inanıyorum artık.
Ben bu halktan biri değilim, olmak da istemiyorum!
Bu halk yalancı, ikiyüzlü ve kimin arabası tıngırdarsa ona binen türde yalaka ve yavşak bir güruha dönüşmüştür.
BEN BÖYLE DEĞİLİM! OLMAYACAĞIM!
Vatanı sattılar...
Sularımızı kirlettiler...
Kıyılarımızı bitirdiler...
Ormanımız kalmadı...
Lise ve yüksek öğrenim kurumlarımızın içlerini boşalttılar...
Halkı dizilerle, evlenme programlarıyla uyuttular...
Üç beş sahte aydını ekranlara çıkartıp kafaları bulandırdılar...
Herkesi paraya endekslediler, millet para için anasını öldürür hale geldi iyice...
Arkadaş arkadaşı PARA için satıyor, ardına bile bakmıyor...
Herkes acımasız, gemisini kurtaran kaptan ve "bugün var yarın yok"...
Kimseye güvenemezsin...
Neyse, bu örnekler böyle uzar gider...
Uzun lafın kısası:
BEN BU HALKTAN İSTİFA ETTİM...
BİR KERE DAHA...
Bach'ın Mezarının Başında
Etrafınızda bir sürü insan varken ve hatta işten başınızı kaldıramadığımız zamanda bile, kendinizi yapayalnız, bir başına ve biraz canı acımış hissettiniz mi?
Ben bugün işte tam da bu şekildeyim.
Oysa Leipzig'teyim. Olağanüstü bir MAHLER FESTİVALİ'ndeyim. Tatlı mı tatlı bir grup insanla birlikteyim. Konserler muazzam, orkestralar muhteşem ve solistler dünyanın en iyileri...Hava tam deli bahar...Birden yağıp gürlüyor, ardından beş dakika geçince de sımsıcak bir güneş sırtımı ısıtıyor. Ağaçlar yemyeşil, bahçeler çiçek dolu. İnsan daha ne ister?
Herhalde bahar çarptı beni...Ben artık hemen hemen her baharda bu ruh haline bürünüyorum. Tabiat yeniden doğuyor, ağaçlar çiçekleniyor ve tarlalara can gidiyor ya, ben de -galiba- istiyorum ki, gidenlerim de canlansın. Olmuyor tabii...Gidenler geri dönmüyor ve bunu fark edince, baharın tüm güzelliği bir anda anlamsızlaşıyor.
Sabah konserde dinlediğim müthiş parçada, MAHLER şöyle seslenmişti: Yapayalnız yüreğim sadece huzur istiyor...Çarpıldım! Beni hem müziğin büyüsü hem de solistin dolgun sesi bu hale getirdi. Konserden çıkınca, epeyi bir süre kendime gelemedim. Sonra da öğleden sonrayı yalnız başıma geçirdim.Serbest gün olduğu için herkes kendine göre bir taraflara dağılmıştı. Aslında çok kereler bu boş zamanları dört gözle beklemişimdir. Biraz kendimle ilgilenip vakit geçirebileceğim zamanlar olarak görmüşümdür. Bugün de aynı niyetle şehirde yürüyüş yaptım azıcık ama gel gör ki attığım her adımda içimdeki yalnızlık duygusu büyüdü. Somutlaştı. Kocaman oldu. Sokaklarda boş boş dolandım. Etrafı seyrettim. Ailelere baktım, sevgililere imrendim. Çoluk çocuk meydanlara parklara akmış halkın içinde erimek istedim. Ama olmadı. Eriyemedim. Kendimi o uyumlu havanın içinde ayrık otu gibi hissettim. Bundan kurtulmak için bir kalabalık bira evinin, Bach'ın kilisesi Thomas Kilisesi'ne bakan masalarından birine yerleşip,şimdi tam mevsimi olan beyaz kuşkonmaz ile kendime ziyafet çektim. Ama nafile! Ben oturduğumda günlük güneşlik olan hava, ben oturduktan en fazla 10 dakika sonra birden karardı ve bir anda sağanak indirdi. Restoranın içine kaçtım. Etrafta ilgilenecek bir şey kalmayınca, defterimi açıp, bir iki satır bir şeyler çiziktirdim. Gönlümdeki tanımlayamadığım sıkıntı hiç ama hiç azalmadı. O sırada garson nereli olduğumu sordu. Türküm dedim. O da Yunanlıymış, iki kelam ettik gurbetteki iki komşu olarak. Sonra hesabı ödeyip oradan ayrıldım.
Kafamda türlü düşünceler cirit atarken bir de baktım Thomas Kilisesi'nin kapısındayım! İçeri girdim. Dosdoğru altara doğru gittim ve her zaman oturduğum banka oturup, BACH'ın mezarına diktim gözlerimi. Dua ettim O'nun için. Yetmedi benimkiler için dua ettim. Gözlerimden akan yaşlardan hiç utanmadan, burnumu çeke çeke ağladım. Kilisenin serin sessizliğinde, uzun süre oturdum o bankta...Her zamanki bankımda...
Sonra kalkıp Pazar gününün ıssızlığıyla yankılanan ara sokaklardan geçerek otelime, odama döndüm.
Ve başladım yazmaya:
Hiç kendinizi sebepsiz yere üzgün ve yapayalnız hissettiniz mi?
Kısacık...
Geçen hafta Peru & Bolivya'dan döndüm. SONDU! Vedalaşmam çooook zor oldu. Bazı yerlerde resmen ağladım. Kim bilir bir daha oralara gidebilecek miyim? Bir daha Machu Picchu'da oturup etrafı seyredebilecek miyim? Titicaca'yı sarmalayan Corillera Real' in yansımalarında kendimi kaybedecek miyim? Lima'da Ceviche peşinde dolanacak mıyım? Sevgili arkadaşım ALBERTO'yu bir daha görebilecek miyim? Sadece Allah bilir...
Yarın Hırvatistan'a gidiyorum. SON turum olacak! ANDREA ile vedalaşmak da zor olacak. Yine de Hırvatistan hemen şurası! Hop dedin mi gidersin. İçim daha rahat...
Bunun dışında GERÇEKTEN yeni bir şey yok hayatımda. Aynı hareket devam ediyor. Kıtalar arasında git gel...
Yakında daha iyi bir şeyler yazarım.
Şimdilik bu kadar...Valiz hazırlamam lazım:))
Hızlıca Son Bir Ayda Olanlar...
- Mart'ın ilk yarısında erkek arkadaşımla Güney'e baharı karşılamaya indik. Antalya'dan bir araba kiralayıp üç gece dört günlük bir LİKYA gezisi yaptık.Müthişti...Sahillerde kimsecikler yoktu. Likya'nın başı dumanlı dağları, hala kalın bir kar tabakası altında gizliydi. Tabiat henüz tam anlamıyla uyanıp coşmamıştı. Bazı erkenci ağaçlar çiçeğe durmuşlardı ve her yer yemyeşildi. Bir de papatyalar ve sarı çiçekler o kadar doldurmuştu ki her yanı, fotoğraf çekmek için arabayı durdurduğumuzda, ayağımızı basacak yer bulamıyorduk. Hayatımın en güzel bahar günlerinden bazılarını o günler içinde yaşadım. Kekova, Dalyan ve Köyceğiz Gölü'nde tekne turları yaptık. Patara, Ölü Deniz ve İztuzu kumsallarında bizden başka kimsecikler yoktu. Kiminde sabahı kiminde de akşamı karşıladık. Göcek'te öğle yemeği yedik. Kaş, Fethiye ve Dalyan'da konakladık. Kaş'ta kaldığımız gecenin sabahında erkenden uyanıp, deniz kıyısına indim ve kayalıkların üzerinde, sırtımı güneşe yüzümü MEİS adasına vererek, meditasyon yaptım. Nefesimi denizin kabaran dalgalarına uydurdum. Öylesine iyi geldi ki!
- Beraberimde 25 opera sevdalısı ile Milano'ya gittim. La Scala'da iki opera izledim. Puccini'nin Tosca'sı ve Mozart'ın Sihirli Flüt'ü... İkisini de çok severim. Milano'ya bahar gelmişti, bütün manolya ağaçları çiçek içindeydi. Hava o kadar yumuşaktı ki, bayıldık doğrusu. En güzel günlük gezimizi ise Bergamo'ya yaptık. Hele o gün yediğim öğle yemeğine bayıldım. Bergamo'nun ünlü CASONCELLİ adındaki mantılarından yedim. Adaçayı ve pancetta'yla yapılmış lezzetli sosla iyice kalorilendirilmiş yemeği gövdeye indirip, en ufak bir suçluluk duygusu bile hissetmeden, Milano'ya geri döndüm. Akşamına da Sihirli Flüt her şeyi taçlandırdı...
- New York'ta geçirdiğim bir hafta boyunca, baharın adım adım gelişini izledim. Ben gittiğimde tamamen ölü duran ağaçlar bir hafta içinde yeşil yeşil yaprakçıklar verdiler. O güneş geçirmeyen çelik ve beton yığınlarının arasında, akla hayale gelmeyecek bahar manzaraları vardı. Cetral Park zaten bir başka alem...
- New York Metropolitan Operası'nda birçok klasikleşmiş operanın yanısıra, hayatta en çok merak ettiğim ALAN BERG'in meşhur WOZZECK operasını da izleme fırsatı buldum. Beni hafta içinde izlediklerimin içinde en çok etkileyen prodüksiyon bu oldu. ENİS BATUR çoook haklıymış...Enis Batur da nereden mi çıktı şimdi? İşte şuradan: Ben Wozzeck'i ilk defa onun kitaplarında okumuştum ve merak edip duruyordum. MET gibi yetkin bir sahnede izlemek de müthiş keyifli bir deneyim oldu. Aşk, nefret, kan, intikam, pişmanlık, delilik ve yalnızlık! Hepsi sığmıştı esere...Üstelik şef de, bu sene MET'te 40. yılını kutlayan JAMES LEVİNE idi.
- Galiba artık "dünyada en sevdiğim müze" olarak nitelendirdiğim Metropolitan Museum'da LECTURER rozetiyle anlatım yaptım. Orayı gezdirirken kendimi müthiş şanslı hissettim.Koskoca müzenin sayısız odaları arasında dolanırken, sanki evimdeymiş gibi rahattım. Kendimi o kusursuz sistemin bir parçası olarak gördüğümden midir nedir, koltuklarım kabarmıştı ve gurur içindeydim. Dünyada bir sürü müze gezdirip, her yerde anlatım yaapıyorum ama orada hissettiklerim nedense bambaşkaydı... ertesi gün boş vakitte de yeniden müzeye dönüp, Cezanne'ın ünlü İSKAMBİL OYNAYANLAR tabloları ile ilgili sergiyi gezdim. Müze dükkanından deli gibi alışveriş yaptım.
- Cumhuriyet Gazetesi'nin Gezi ekinde yazılarım çıkmaya başladı. Bir hayal daha gerçek oldu yani...
- Lao Tsu'nun ünlü kitabı Tao Te Ching'in okumalarına katıldım. Etrafımda biri hariç hiç tanımadığım bir grup insanla oturup, yüzlerce yılın bilgeliğini paylaşmak çok hoş bir deneyimdi. Sohbet derin, keyifli ve ortam rahattı. İstanbul'da olduğum haftalarda, eğer denk düşerse devamını getirmeye çalışacağım.
Bunlar geçtiğimiz ayı özel kılan şeylerden bazılarıydı. Aslında o kadar çok detay var ki, devamını başka yazıya aktarsam daha iyi olacak galiba...
Şimdilik bu kadar... Saat farkından uykum geldi...
BLOGUMA DOKUNMA!

Bugün 1 MART

Kalp Üşüyünce...

Delhi'de Bir Gün



New York Dönüşü

- Bir kez daha Metropolitan Museum'a gittim ve çıkışta gaza gelip üye oldum. Bu büyük müzenin, bu görkemli ve tıkır tıkır işleyen kurumun, dünyanın en kapsamlı sanat mabedinin bir parçası olma fikri sarhoş etti beni ve dayanamadım. Artık 4. kattaki sadece üyelerin gidebildiği restorana girme hakkım da var. Çok havalıyım yani!
- Central Park'ta uzun uzun yürüdüm. İnsana tuhaf bir duygu veriyor orası. Etrafınız dev binalarla çevrili, dünyanın en enerjik kentindesiniz ama etrafınızda sincaplar, çeşit çeşit kuşlar ve küçük havuzda foklar var. İnsan New York'da olduğuna inanamıyor.
- Anthony Bourdain tavsiyesi bir restoranda akşam yemeği yedim. Pürlen'in fikriydi tabii ki: BLUE RİBBON 97, Sullivan Street SOHO... Müthişti! Menüde ne kadar tuhaf isimli şey varsa istedik: Dana iliği, sığır kuyruğu marmeladı ve koç yumurtası bunlardan bazılarıydı. Bayıldımmm! Pürlen kendinden geçti zaten. Bir de favorim vardı o akşam: Su teresi yatağında kızarmış istiridye. Gelsin kilolar!
- Edward Hopper'ın tablolarıyla tanıştım sonunda. Şehir yalnızlıklarını, otel lobilerinin anonim tiplerini, insanı yiyip bitiren modern hayatın tüm tekinsiz havasını tuale aktarmış. Uzun zamandır peşindeydim. Sonunda tanıştım.
- MOMA'da New York NEW YORKL'U SOYUT DIŞAVURUMCULAR/ ABSTRACT EXPRESSİONİSTS NEW YORK sergisi vardı. Doyamadım açıkçası! Öğrenecek ne çok şey var! Jackson Pollock, Mark Rothko ve Barnett Newman'ın işlerine vuruldum.
- Klasiklerden Cezanne'a gittikçe daha fazla bağlanmaya başladığımı fark ediyorum. Ağaçlarına bayılıyorum ve natürmortlarını zaman geçtikçe daha fazla beğenmeye başladım.
- Barnes & Noble'ın Union Square'deki dükkanında 4 saat dolandım. Şahane kitaplar aldım.
- Son sabah aslında Seattle'da yaşayan bir lise arkadaşımla buluşup, KATZ'S DELİ'de kahvaltıya gittim. Arkadaşım pilot ve çok nadiren New York'ta stopover'ı vardır. Tamamen facebook sayesinde ayarlama yaptık ve buluştuk. KATZ'S DELİ'deki Equador'lu garson kadın beni bir daha karşısında görünce şaşırdı. Ayrılırken sarmaş dolaş olmuştuk bile kendisiyle. Nisan'da görüşürüz dedim, beklerim dedi...
Velhasıl, Amerika günlerim heyecanlı, hareketli ve soğukla geçti. İyi ki gitmişiz, 2011'in ilk hediyesi oldu bana. Umarım aynı şekilde devam eder bu yıl...
Şimdi Nisan ayını iple çekiyorum. Deli şehir New York'a kavuşmak için...
New York Günlerine Devam
New York hakkında ilk yazdığım yazıda, güzel değil ama tuhaf bir havası var demiştim. Hala aynı fikirdeyim. Güzel değil ama ÇARPICI! ETKİLEYİCİ. Avrupa'nın o bakımlı, ışıltılı, manikürlü, TİP TOP hali yok New York'ta. Eski püskü, pis, bakımsız yerleri de var. Ama nasıl anlatsam bilemiyorum, insanı nefessiz bırakan bir BÜTÜNLÜK oluşturuyor her şey. Dev gökdelenler insanın üstüne üstüne kapanacakmış gibi gelse de, gökyüzünü doğru dürüst göremeseniz de, o kadar canlı ve enerjik ki, bunlara takılmıyorsunuz bile. Henüz adını koyamadığım bir duygu yoğunluğu yaşıyorum, bakalım son iki günde bunu tanımlayabilecek miyim
Burada kelimenin her anlamıyla bütün dünyayı bulabiliyorsunuz. New York'un yaratılışındaki felsefeyle çok örtüşen bir durum bu. Göçmenler yaratmış bu olağanüstü kenti. İnsanlar dünyanın dört bir yanından daha iyi bir hayat hayaliyle gelmişler ve bu topraklarda kök salmışlar. Herkes çalışmış, hala da deli gibi çalışıyor. Evet, New York'un fiili ÇALIŞMAK kesinlikle. Sabah 05.00den itibaren ellerinde gazeteler, dosyalar, en büyük boy kahveler ve takım elbise kravatlarıyla New Yorkluları görüyorsunuz sokaklarda. Filmlerdeki elde kahve sokaklarda koşturma hali gerçek! Buradaki Starbucks'lar bizdeki gibi "al kahveni yayıl, kafana göre takıl" modeli değil. Gel, ısmarla, al kahveni, işe doğru giderken yolda iç... İlk akşam elimde haritamla nerede olduğumu kestirmeye çalışırken, bir kahve içip, kapalı ortamda azıcık ısınarak, haritamı sakin sakin inceleyip ona göre plan yapayım dedim ama oturacak bir tane Starbucks bulamadım anlayın!
New York'da kaybolmak mümkün değil. Bulvarlar ve caddeler var, birbirlerini dik açılarla kesiyorlar. Adayı kuzey güney hattında kesenlere Avenue diyorlar, doğu batı hattındakiler de Street oluyor bu durumda. Doğu ve Batı olarak iki bölüme ayrılıyor. Ünlü 5. cadde tam orta kabul ediliyor ve onun doğusu doğu, batısı batı olarak adlandırılıyor. Adresler ona göre tanımlanıyor. Caddelerin numaraları güneyden kuzeye gittikçe büyüyor. Sadece New York'un en tarihi yerleşim alanlarını barındıran DOWNTOWN'da sokaklar ve caddeler kıvrıla büküle gidiyorlar. Bazı meşhur gökdelenler nerede olursanız olun size yol gösteriyorlar. Yani kaybolamazsınız!
Geçen akşam KATZ'S DELİ'de yemek yedim. When Harry Met Sally filminde, Meg Ryan'ın meşhur orgazm sahnesinin geçtiği o ünlü sandviç mabedi! Pastrami Sandwich'i öldürücüdür. Yanında turşu ve hayatınızda yiyebileceğiniz ennnnn muhteşem patates kızartmaları! Bir de ayrıca dilli sandviç istedim, ağlıyordum mutluluktan!
Bugün hava biraz insaflı davranırsa, Wall Street, Mulberry Street v.s yürümek istiyorum. O kadar soğuk ki, dayanamıyorum. Bir de tabii bu kış o kadar çok hastalandım ki, soğuk havadan korkar oldum. Doktorumun tavsiyelerinin aksine, yine geldim buz gibi bir ülkeye... Neyse, şimdilik iyi gidiyorum, son birkaç günde de sıkı giyinip, kendimi koruyabilirsem, umarım sorunsuz dönerim. Sonra da Salzburg var, yine soğuk!!! Neyse, mızıldanıp durmayayım şimdi...
Saat 07.00 oldu, gidip kahvaltımı yapayım:)) Bir kahve içip kendime geleyim...
New York Waldorf Astoria'nın Lobisinden
New York'da dün akşam kar başladı. Şu anda dışarıda yaklaşık 40 cm kar var. Sokaklar henüz boş zira gün daha ışımadı bile. Trafik başlamadı. Sabah 05.00 de uyandım, yatakta biraz döndüm durdum hemen kalkmayayım ve hatta yeniden uykuya dalayım diye ama olmadı. Saat 05.30 da fırladım lobiye indim. Henüz müşteriler yoktu etrafta ve elektrikli süpürgelerin homurtusu kaplamıştı ortalığı. Bir köşede oturup saatin 06.00 olmasını bekledim. Otelin Park Avenue girişinde Starbucks var, saat 06.00da açılıyor. Bu sabah ilk müşterisi bendim anlayacağınız. Kahvemi alıp lobiye döndüm, biilgisayarımı açtım ve biraz çalışmaya başladım. Oradan buradan derken vakit geçti ve açılış hazırlıklarının sürdüğü kahvaltı salonundan bir garson bir fincan sıcak çay getirdi bana. Bu da makbule geçti açıkçası.
New York'u nasıl tarif edeceğimi düşünüyorum iki gündür. Doğru kelimeyi henüz bulamadım. Güzel desem güzel kesinlikle değil! Yani Viyana güzel bir şehir, Paris de öyle. Hele İstanbul dünyanın en güzel şehri her şeye rağmen ama New York güzel mi? Valla bence değil! Ama güzel değilse, çirkin mi diyeceğiz? Hani her şeyin zıddıyla var olduğunu savunan dualite üzerinden gideceksek öyle ama çirkin de değil ki mübarek! İşte tam bu noktada kilitleniyorum ve hala düşünüyorum doğru sıfat nedir diye...İlk sözlerim şunlar oldu: İnanılmaz bir enerjisi var! JFK havalimanından çıkıp da şehre yaklaşırken ufukta beliren gökdelenlerin silüeti son derece çarpıcı ve insana tuhaf bir ufaklık duygusu veriyor. Sonra sokaklarda, caddelerde dolanırken aynı gökdelenlerin arasında kendinizi iyice ufalmış hissediyorsunuz. Sevmeyene klastrofobik hatta ama ben böyle hissetmedim. Nedeni galiba sokakların enerjisi. Bence müthişşşşş!!!
Aslında öyle çok büyük bir yer değil. Tabii Manhattan'dan bahsediyorum. 4km genişliğinde ve 20 km uzunluğunda kabaca. Yeşil alan yok denecek kadar az ama tabii ki ortada New Yorkluların gözleri gibi baktıkları Central Park var. Bugün çok kar var, herhalde bembeyazdır şimdi. Tabii arada ufak parklar,yeşil alanlar da var ve New Yorklular bayılıyorlar onlara.
Dün epeyce yürüdük soğuğa rağmen: Meşhur 5. Cadde, Wall Street, İkiz Kulelerin boşluğu Ground Zero, Park Avenue, Grand Central Station. Akşam taptığımız şef Anthony Bourdain'in önerilerinden, istasyonun içindeki Oyster Bar'da akşam yemeği. Nefisti nefisss! İstiridye, bebek kalamar, Maine istakozu ve deniz tarağı! Ayıptır söylemesi ama kusura bakmayın nefisti... Ve ortam son derece tipikti. Abartısız,kırmızı kareli örtüler, ışıklı tonozlar ve kalabalık. Ben çok hoşlandım.
Dün sabah kahvaltısına Cafe Lalo'ya gittik. Batı 83. Cadde... Meşhur sayabiliriz zira Meg Ryan ve Tom Hanks'in oynadıkları You've Got Mail filmindeki kafe... Çok sevimli bir yer, tatlılarına yer kalmadı ama kahvaltı için yediklerim beni memnun etti. Beni yediklerimin tadı kadar yediğim yerin kendi de çok ilgilendiriyor. Anısı olan bir yerler olursa, süper mutlu oluyorum.
Bugün müzeler günü yapacağım. Metropolitan ve National History düşünüyorum. Aralarında da Central Park var... Yürümek için... Hava karlı demiştim ya, aslında bir de kartopu molası olabilir Pürlen'le...
Şimdilik bu kadar.
Bir de güzel kahvaltı yapayım şimdi.
Şimdilik bu kadar.
New York New York
Yarın yola can dostum Pürlen'le çıkıyoruz. İşin güzel kısmı Tütü de yarın yola çıkıyor ama o başka bir havayolu ile uçacak ve gece varacak New York'a... İstesek ve ayarlamaya çalışsak, üçümüz okyanusun ötesinde bir araya gelemezdik ama şartlar nasıl da kendiliğinden oluştu, inanamıyoruz...
Tabii New York'ta beni bekleyen şeyler yine her zaman olduğu gibi müzeler, sergi salonları ve tarihi önemi olan meydanlarla sokaklar, anıtlar. Kime New York desem bana OUTLET mağazaları sayıyor. Hele Ocak ayı indirim ayıymış, süper alışveriş olurmuş. Olur tabii ama benim bütçem kısıtlı. Alışveriş için çok hevesli değilim ama tabii ki belli de olmaz. İşe yarar bir şeyler bulursam almamazlık etmem...
Heyecanlıyım. Can dostumla yola çıkacağım için mutluyum. Öbür can dostum da bize katılacağı için, sevinçliyim. Umarım hayal ettiğim her şeyi yapabilirim. Turist olmayı umuyorum bu sefer.
Tek korkum eski pasaportumdaki vizem. Orada soyadım AKMAN ÜNAL. Şimdi artık sadece AKMAN'ım... Neyse, göreceğiz.
Bilgisayarımı yanıma alacağım ama fırsat bulur da yazabilir miyim bilmiyorum.
Bana şans dileyin, dua edin ki gidebileyim...
İçimden Geldiği Gibi...
Ondan sonra yılın ilk çalışma haftası yaşanır. İş arkadaşlarıyla ofiste buluşulur, sohbet muhabbet...Yılbaşınız nasıl geçti? Şahaneydi, süper eğlendik diyen pek çıkmaz. Zorlama ortamlar sıkmıştır insanları ve herkeste bir ağırlık vardır nedense: Amaan işte nasıl olsun? Yedik içtik... TV seyrettik, oniki olunca kapıda nar kırdık, kendimizi sokağa attık, dans ettik... Falan filan...Olan olmuştur aslında ve beklenen yılbaşı gecesi bitmiş, yerine yeni bir yıl başlamıştır. Tarih atarken ilk haftalar biraz zor olur. Bir süre 2010 yazmaya devam eder herkes. İlk haftanın sonunda o da biter ve Tütü'nün dediği gibi, yıl biter. Daha ilk haftanın sonunda...
Bir şeye başlamak bitirmenin yarısıdır derler ya, aslında her şey için geçerli galiba bu. Yıl başladığı gibi akıp geçiveriyor. Ben anlamıyorum nasıl bu kadar hızlı akabiliyor günler. Tabii aslında benim yaptığım iş, bu hıza sonsuz katkıda bulunuyor ama bu kadar da hızlı akmaz ki! Akmamalı yani...
Neyse... Diyeceğim o ki, bu sene için öyle cafcaflı sözlerim yok. Kararlar almadım...Yani daha fazla kitap okumak, yazılarımı daha sistemli yazmak, arkadaşlarımla daha fazla bir arada olmak ve yazın tatil yapmak gibi şeylerin dışında bir şey istemiyorum. Turlarım neşe ve sağlık içinde geçsin ve katılan gezginlerin hayatlarında bir fark yaratabileyim...Bu da çok önemli... Beni ben yapan şeylerin başında geliyor.
Aslında kitabımı bitirmek en büyük amacım... Verba Volant Scripta Manet! Eskiden kitap yazan bir arkadaşıma şöyle demiştim: Kitap yazmak insanı ölümsüz kılar. Nitekim, bir süre sonra artık raflarda satılmasa da, birilerinin kitaplığında, sahafların tozlu köşelerinde, kütüphanelerde, ya da sanal ortamda var olmaya devam ederler. Bu da ölümsüzlüğe bir adım daha yakın olmak değil midir? Hayır, ölümsüzlüğe takılmış değilim tabii ki. Her şeyin geçiciliğini biliyorum. Ama yine de benden bir şeyler kalması fikri hoşuma gitmiyor değil. Bu da benim zayıf yönlerimden biri...
Sabah erkenden uyanıp, gün doğmadan bilgisayarımın başına oturmayı seviyorum. Ağaran günü izlemek, gökyüzünün renklerini seyretmek ve yavaş yavaş hareketlenen sokağı dinlemek hoşuma gidiyor. Gece insanı değilim ben ama "sabah erken saatler" insanı olduğum kesin! İşte her gün bu saatlerde oturup, yazılarımı sistemli olarak yazsam, birkaç ayda toparlarım kitabımı. Tembellik ediyorum, motivasyona ihtiyacım var.
Bu yıl epeyce yoğun geçecek benim için. Yine de geçen seneki 200+ gün olmayacak. Biraz fren yapmaya, yavaşlamaya ihtiyacım olduğunu beraber çalıştığım insanlara, dostlara anlatabildim. Anlayışla ve olgunlukla karşıladılar. Verimli ve mutlu olabilmemin yolunu birlikte keşfettik... Şimdi kendimi daha rahatlamış ve sakinleşmiş hissediyorum. Bir ara epeyi paniğe kapılmıştım. Yeterince dinlenemeyeceğimden, gevşeyemeyeceğimden ve pillerimi şarj edemeyeceğimden korkmuştum ama bu korkum artık geçti. 2011 sanırım mesleki açıdan bana çok şeyler katacak bir yıl olacak.
Yenilikler var: Şubat'ta Rajastan. Nisan başında New York! Tam bir hafta konser, opera ve müze! Mayıs ayında Almanya Leipzig'de Mahler Haftası! Üst üste iki grup ve her akşam dünyanın en iyi Mahler yorumlayan orkestralarından konserler... Haziran'da yine aynı şehirde Bach Haftası ve bu sefer kilise konserleri ve barok müzik... Temmuz ayında İNŞALLAH yeniden İzlanda! Geçen sene adını asla ezberlemeyi düşünmediğim o yanardağın kurbanı olmuştuk, gidememiştik. Çok üzülmüştüm. Aralık'ta Güney Hindistan, Faruk Pekin'den devralıyorum. Büyük onur! Sonra tabii ki klasikleşmiş turlarım: Peru&Bolivya, Nepal-Tibet-Bhutan, Endonezya, Tayland&Myanmar, Verona Opera Festivali... Bir de bu sene artık son defa yapıp başka tur lideri arkadaşlara devredeceğim turlar var: Hırvatistan, Balkanlar. İskandinavya'yı devrettim zaten... Üzülsem de yapmam gerekiyordu! Kendi ruh ve beden sağlığım için! Belli ki hareketli ve hızlı akacak bir sene bekliyor beni. Önemli olan, sağlık ve neşe içinde akması ve her daim huzurda olmam!
Amacı olmayan, öylesine bir yazı bu... Tam da etiketlendirdiğim gibi yani. İçimi dökme, derdimi anlatma, kendimi onaylama ve onaylatma, afferin sana diyecek yandaşlar toplama ve okudukça kendimi anlama yazısı...
İçimden geldiği gibi...
2011 Başlarken
2000 yılına girdiğimiz yılbaşını hatırlıyorum. Erenköy Hamam Sokak'taki evdeydik. Evliydim. Kızkardeşim ve annem sağdı. Babamı yeni kaybetmiştik. Saatler 00.00 olduğunda balkona çıkıp, bağırıp çağırmış ve eski yılı uğurlamıştık. Yeni binyıla umut dolu girmiştik. O zamanlar yeni binyılın ilk on yılının benim için defalarca ölüp, yeniden dirileceğim bir dönem olacağını hayal bile edemezdim. Oysa tam da bu anlattığım gibi oldu:
O yılbaşından bir yıl sonra , buz gibi bir Ocak akşamı, canımdan çok sevdiğim, güleryüzlü ve iyi kalpli kızkardeşimi, akıl almaz bir şekilde kaybettim. Halbuki, onu kaybedişimden sadece birkaç gün önce babamın ölümü hakkında konuşurken ona şöyle bir şey demiştim: Allahtan sıralı bir ölüm oldu. Çoğunluk bunu yaşar. Bu kayıplar normaldir. Ya sana bir şey olsaydı ben ne yapardım? Aklımı kaçırırdım herhalde... Ve bu sözleri söyledikten sadece birkaç gün sonra, kızkardeşim de göçtü gitti. Ne mi oldu? Yoo, aklımı kaçırmadım! Sadece evladını toprağa veren annemi nasıl avutacağımı bilemeden, çaresiz ve küskün kaldım bir süre... Dünya dönmeye devam etti. Ben durdum sadece... O andan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı hayatımda. Her şey çözüldü, dağıldı, ben çözüldüm... Annemin sağlığı gün geçtikçe bozuldu. Kardeşimin ölümüyle kırılan kalbi bir daha iyileşmedi. Ben daima uzaklardaydım işim gereği. Sonunda evliliğim de çözüldü. Kavgasız, gürültüsüz... Dostça... Birbirini anlamaya çalışarak, değer vererek... Annem hem kızkardeşime hasret, hem bana, yalnız kaldı evinde. Ne yaptım ne ettim, yaşadığı evi kapatmadım sağlığında. Alıştığı mahalleyi, komşularını ve etrafındakilere sofralar kurarak sürdürdüğü yaşamını değiştirmemesi için çok çaba sarfettim. Ama sonunda gün geldi, annemin kırgın, küskün ve yalnız kalbi daha fazla dayanamadı ve kuş gibi o da göçtü. O kadar yorulmuşum ki, yeterince ağlayamadım bile...Düşünün!!! Ağlamadım, ağlayamadım... Son on yılda bir sürü evler kurdum, evler dağıttım... Sayısını bile unuttum ama şimdi yeni bir on yıl başlıyor artık. Sayfayı çevirip, yeni on yılı yazmak için hazırım. Çok daha güçlüyüm, hiç olmadığım kadar. Korkularımın büyük bir kısmıyla başa çıkmayı öğrendim. Ne istemediğimi eskisine göre daha kolay söyleyebiliyorum artık. Ne istediğimi daha iyi biliyorum bir de... Yanımda sevdiklerim var...Alternatif bir aile kurdum kendime, gün geçtikçe de büyüyor. Eski dostlarım bana yetiyor, yenilerine de açığım. Arkadaşlıklar beni besliyor. Mesleğim beni dimdik tutuyor, dünyayı ayaklarımın altına seriyor...
Ne mi istiyorum?
Daha fazla kitap okuyayım.
Daha fazla yazı yazayım.
Kitabımı bitireyim.
Sevdiklerimle daha fazla bir arada olayım.
Yeşilliklerle çevrili bir evim olsun.
Baharda erguvanların altında çay içeyim.
Yazın bol bol denize gireyim.
Çok seveyim, çok sevileyim...
Kısacası HUZURDA OLAYIM!!!
Başka da bir şey istemem zaten...
Hepinize, hepimize huzurda olacağımız bir yıl diliyorum...
Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...
Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...

-
Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca, Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve sanat...
-
Avrupa’daki en sevdiğim başkentlerden biridir Viyana. Sık sık yolum düştüğü için de pek mutlu olurum. Geçtiğimiz günlerde yine bir g...
-
İstanbul’un kara ve kışa teslim olduğu şu son günlerde, ben evde olmanın mutluluğunu ve sükunetini yaşadım. Bol bol kitap okudum v...