- Mart'ın ilk yarısında erkek arkadaşımla Güney'e baharı karşılamaya indik. Antalya'dan bir araba kiralayıp üç gece dört günlük bir LİKYA gezisi yaptık.Müthişti...Sahillerde kimsecikler yoktu. Likya'nın başı dumanlı dağları, hala kalın bir kar tabakası altında gizliydi. Tabiat henüz tam anlamıyla uyanıp coşmamıştı. Bazı erkenci ağaçlar çiçeğe durmuşlardı ve her yer yemyeşildi. Bir de papatyalar ve sarı çiçekler o kadar doldurmuştu ki her yanı, fotoğraf çekmek için arabayı durdurduğumuzda, ayağımızı basacak yer bulamıyorduk. Hayatımın en güzel bahar günlerinden bazılarını o günler içinde yaşadım. Kekova, Dalyan ve Köyceğiz Gölü'nde tekne turları yaptık. Patara, Ölü Deniz ve İztuzu kumsallarında bizden başka kimsecikler yoktu. Kiminde sabahı kiminde de akşamı karşıladık. Göcek'te öğle yemeği yedik. Kaş, Fethiye ve Dalyan'da konakladık. Kaş'ta kaldığımız gecenin sabahında erkenden uyanıp, deniz kıyısına indim ve kayalıkların üzerinde, sırtımı güneşe yüzümü MEİS adasına vererek, meditasyon yaptım. Nefesimi denizin kabaran dalgalarına uydurdum. Öylesine iyi geldi ki!
- Beraberimde 25 opera sevdalısı ile Milano'ya gittim. La Scala'da iki opera izledim. Puccini'nin Tosca'sı ve Mozart'ın Sihirli Flüt'ü... İkisini de çok severim. Milano'ya bahar gelmişti, bütün manolya ağaçları çiçek içindeydi. Hava o kadar yumuşaktı ki, bayıldık doğrusu. En güzel günlük gezimizi ise Bergamo'ya yaptık. Hele o gün yediğim öğle yemeğine bayıldım. Bergamo'nun ünlü CASONCELLİ adındaki mantılarından yedim. Adaçayı ve pancetta'yla yapılmış lezzetli sosla iyice kalorilendirilmiş yemeği gövdeye indirip, en ufak bir suçluluk duygusu bile hissetmeden, Milano'ya geri döndüm. Akşamına da Sihirli Flüt her şeyi taçlandırdı...
- New York'ta geçirdiğim bir hafta boyunca, baharın adım adım gelişini izledim. Ben gittiğimde tamamen ölü duran ağaçlar bir hafta içinde yeşil yeşil yaprakçıklar verdiler. O güneş geçirmeyen çelik ve beton yığınlarının arasında, akla hayale gelmeyecek bahar manzaraları vardı. Cetral Park zaten bir başka alem...
- New York Metropolitan Operası'nda birçok klasikleşmiş operanın yanısıra, hayatta en çok merak ettiğim ALAN BERG'in meşhur WOZZECK operasını da izleme fırsatı buldum. Beni hafta içinde izlediklerimin içinde en çok etkileyen prodüksiyon bu oldu. ENİS BATUR çoook haklıymış...Enis Batur da nereden mi çıktı şimdi? İşte şuradan: Ben Wozzeck'i ilk defa onun kitaplarında okumuştum ve merak edip duruyordum. MET gibi yetkin bir sahnede izlemek de müthiş keyifli bir deneyim oldu. Aşk, nefret, kan, intikam, pişmanlık, delilik ve yalnızlık! Hepsi sığmıştı esere...Üstelik şef de, bu sene MET'te 40. yılını kutlayan JAMES LEVİNE idi.
- Galiba artık "dünyada en sevdiğim müze" olarak nitelendirdiğim Metropolitan Museum'da LECTURER rozetiyle anlatım yaptım. Orayı gezdirirken kendimi müthiş şanslı hissettim.Koskoca müzenin sayısız odaları arasında dolanırken, sanki evimdeymiş gibi rahattım. Kendimi o kusursuz sistemin bir parçası olarak gördüğümden midir nedir, koltuklarım kabarmıştı ve gurur içindeydim. Dünyada bir sürü müze gezdirip, her yerde anlatım yaapıyorum ama orada hissettiklerim nedense bambaşkaydı... ertesi gün boş vakitte de yeniden müzeye dönüp, Cezanne'ın ünlü İSKAMBİL OYNAYANLAR tabloları ile ilgili sergiyi gezdim. Müze dükkanından deli gibi alışveriş yaptım.
- Cumhuriyet Gazetesi'nin Gezi ekinde yazılarım çıkmaya başladı. Bir hayal daha gerçek oldu yani...
- Lao Tsu'nun ünlü kitabı Tao Te Ching'in okumalarına katıldım. Etrafımda biri hariç hiç tanımadığım bir grup insanla oturup, yüzlerce yılın bilgeliğini paylaşmak çok hoş bir deneyimdi. Sohbet derin, keyifli ve ortam rahattı. İstanbul'da olduğum haftalarda, eğer denk düşerse devamını getirmeye çalışacağım.
Bunlar geçtiğimiz ayı özel kılan şeylerden bazılarıydı. Aslında o kadar çok detay var ki, devamını başka yazıya aktarsam daha iyi olacak galiba...
Şimdilik bu kadar... Saat farkından uykum geldi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder