Kar

Tatlı kış güneşi altında parlıyor her yer. Hava inanılmaz derecede saydam. Renkler ışıltılı. Şehirde bu denli temiz bir ışık ancak çok kuvvetli bir poyraz olursa yakalanabiliyor. Kışın güneş, yaz aylarında olduğundan çok daha cana yakın, naif neredeyse ve daha yaratıcı. Çok daha dostane... Her yeri altın rengiyle yıkıyor. Sanki her yana dore simler serpiştirilmiş. Ağaçların üzerindeki güzelim kristaller, hafifçecik bir esintiyle tüy gibi havalanıp, boşlukta asılı kalıyorlar. İçlerinden yürüyorsun, arkalarından sızan günışığı, bu kristallerin içinden geçip minicik gökkuşakları ve altın rengi bir bulut yaratıyor. Altın tozu...

Kar, değdiği yeri sessizlikle örtüyor. Sessizlik! Hem de battaniye gibi, yumuşak ve ağır. Kıvrılıp uyuyabilirsin. O sessizlik şehirde yok. Oranın kendine has bir homurtusu var içindeyken farketmediğin. Dışına çıktığında, mesela adaya gittiğinde derinden gelir bu tuhaf homurtu. Basso continuo...İstanbul ufukta uzanıp yatmıştır boylu boyunca ve o boğuk ses, dinlenmedeki bir canavarın homurtusunu andırır adeta. Sanki bir sürü kurbanı yedikten sonra, kenara çekilmiş, sindirmektedir. Şehir de kimbilir kaç canı yemiş ve sindirmektedir zaten, değil mi? Garip! Uzaktan İstanbul’un yarattığı his bu ! Ama içindeyken değil...İçindeyken şehrin hayhuyu bunu düşünmeye bile fırsat vermiyor. Gürültüsü, gürültüsünü bastırıyor.

Kar, havayı temizliyor. O kadar ki, en ufak bir araç geçişinde havada asılı kalan koku zerrecikleri, şehirdekinden daha uzun süre farkettiriyor kendini. Şehirde zaten her yer egzost, kömür, benzin, LPG, lağım, ter, kebap kokuyor. Burnun bu karmaşanın içinden tek bir kokuyu seçip de algılamadığı için olsa gerek, bir süre sonra hissizleşiyor zaten ama karda böyle değil. Burada tek bir araba bile geçse, ardında bıraktığı koku uzun süre rahatsız ediyor insanı. “Ne gerek vardı ki şimdi” diyorsun kendi kendine. Yakıştıramıyorsun...

Kar çocukluğuna döndürüyor insanı. Her yere koşasın geliyor. Karlara atıp kendini, yuvarlanasın geliyor. Ağzınla kar tanelerini yakalamaya başlıyorsun. Kar yiyorsun. Kartopu oynuyorsun. Bulutlar rahatsız etmiyor seni, seviniyorsun kar getiriyorlar diye hatta. Şehirde öyle mi? Eyvaah diyorsun, kar geliyor diyorsun, yarın trafik kilitlenir diyorsun, köprü tıkanır diyorsun, randevuları erteliyorsun. Televizyonlar meteoroloji uzmanlarının ağzından çıkan ilk kar hecesiyle, canlı yayınlara geçip “Beyaz Kabus” haberlerini iletiyorlar ve sen de gelenin kar değil, kabus olduğuna inanmaya başlıyorsun. Oysa gelen KAR! Herşeyin üstünü yumuşacık örten, beyazlatan ve neredeyse temizleyen kar... Çocukluğumuzun en eğlenceli günlerini yaşamamızı sağlamış kar...

Kar üşütmüyor burada, oysa şehirde öyle mi? Üşüyorsun, ıslanıyorsun, yapış yapış oluyorsun, ayakların su alıyor, parmak uçların donuyor, burnun akmaya başlıyor, zaten kar da iki saat içinde çamur oluyor. Kar, karlıktan çıkıyor. Bu onun suçu değil ki!. Kendim ettim, kendim buldum! BİZ bu hale getirdik yaşadığımız yeri...Milyonlarca insan, istiflendik şuncacık İstanbul’a, yağmur bile yağacak yer bulamıyor artık, değil ki kar düşsün!

Kar mutlu ediyor insanı. Daha çok, daha çok yağsın istiyorsun. Gece yatarken gökyüzüne bakıp yıldız mı var, yoksa bulut mu diyerek, bir sonraki günün hava raporunu tahmin etmeye çalışıyorsun. “Hay Allah, kar da durdu” diye hayıflanarak uykuya dalip, sabah, gözün gözü görmediği tipiyle uyanınca, “Yaşasınnn, yağıyor” diyorsun. Her sabah, “gece kaç santim daha yağmış acaba” diye ölçüm yapıyorsun arabanın üzerinde biriken kar ile. Biraz abartıyorsun tabii ki... Şehirden gelen telefonlara, “En az iki metre kar var, accayip yağıyor, soğuk tabii, göz gözü görmüyor, fırtına var” diyorsun keyifle. Oysa, şehirde olsan bunun beşte biri tüm hayatını felç etmeye yeter de artar bile. Burada ise, bunlar olmazsa olmaz! Boşuna mı o kadar yol yapıp da geldin buralara!

Çam ağaçları muhteşemler! Her biri dev bir noel ağacı adeta. Güneş çıkınca üzerlerinde birikmiş karlar damla damla erimeye tam başlıyor ki, kısacık gün akşama döner dönmez, o damlalar buz oluveriyor ve dalların ucunda sarkakalıyorlar. Billur yılbaşı süsleri! Doğanın güzellikleriyle kim boy ölçüşebilir ki? Sis bastırdığında aynı ağaçlar başka bir görünüme bürünüyor. Keskin hatlar bulanıklaşıyor ve tam bir Yüzüklerin Efendisi manzarası hakim oluyor her yere. Her an bir ELF’in çıkıp gelmesini bekliyorsun nefesini tutarak. ELF gelmiyor ama sen yine de bekliyorsun. Peri masallarına yaraşan bir manzara ve sadece siyah-beyaz’ın tonları...Ve koca ağaçlar devlerden oluşmuş bir ordu gibi dikiliyorlar karşına. Sisin içinde, hayal gücün de fazla mesai yapmaya başlıyor ve işte o zaman ağaçların içinden kimini kumandan, kimini er yapıp, orduyu sefere çıkarıyorsun. Kötülüklere karşı...Peri masalı ya, sen iyi tarafsın, ağaçlar iyinin yanında. Senin yanında! Ağaçları sevdiğini hatırlıyorsun, şehirde yanlarından kör geçiyorsun ama burada içine işliyorlar. Kar sana sevgini getiriyor geri. Çocukluğundaki gibi...

Yüreğin pırpır ediyor. Gençleşiyorsun. Sabah yatakta kalamıyorsun. Hemen botlarını giyip fırlıyorsun dışarı...Bir de ardından annen seslense “Çocuğum üşüteceksin” diye, sahne tamam! Ama nerdeeeeee??? Büyümüşsün, seslenenin yok. Olsun, kısa da sürse, çocuksun yine...

1 yorum:

Diren Sucu dedi ki...

ah ikocum, şimdi orada olmak vardı... sıcak şarap ve sucuk eşliğinde... gerçi ben artık o sucuk kokusunu çıkaracağım diye inim inim inletirdim herkesi :))

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...