Masumiyet Müzesi II

Bu fizik tedaviye gidiş gelişlerin en iyi tarafı bol bol kitap okuma fırsatı yaratmış olması. Hem yolda geçirdiğim zaman, hem de bir buçuk saat süren sıkıcı seanslar sayesinde, epeyce değişik okumalar yaptım. Masumiyet Müzesi tabii ki en önemli parçam (şimdilik). Kitabı ortaladım ve hatta geçtim bile. Hala çok iyi gidiyor diyebilirim. İçinde çok tanıdık gelen o kadar duygu var ki, bazen aklım karışıyor. Boşuna dememişler, edebiyat gerçeğin aynasıdır diye... Bölüm başlıkları bile birbiri ardına okunduklarında, başlıbaşına minimalist bir hikayeye benziyorlar ama içlerinde en sevdiğim ve en veciz bulduğum şu:
  • Mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca. (51. Bölüm)

Haksız mıyım???














Eylül





Veeee sonunda kavurucu sıcaklar bitti ve güzelim Eylül geldi... Gece uyurken artık üzerime birşeyler alma ihtiyacı hissetmeye başladım. Ne güzelllll...



Geçen gün, vapurda, kafamı gökyüzüne kaldırdığımda bir de ne göreyim? Leylekler! Binlercesi dolana dolana toplaşıp, İstanbulumu selamlıyorlardı. Yavaş yavaş, neredeyse ağır çekimde gibi uzaklaşmalarını seyrederken, gözlerime yaşlar doldu. "İşte bir yaz da böyle geçip gitti" dedim kendi kendime. Evet bir sürü güzel şey yaptım, harika yerler gördüm ama nedense bir "tamamlanmamışlık" hissi hakim yüreğimde. Sonbaharın serinleyen rüzgarları, leylekleri önüne katıp sürüklerken, belki benim bu hissimi de alıp götürürler...



Aslında yaz bitmedi diye avunup duruyorum hala. Bu hafta sonu güneye ineceğim. Doyamadığım denizime gireceğim ve bir türlü elime alamadığım "okunacaklar"ımı, kumsalda bitirip, "tamamlanmamışlık" hissimin azalmasını ümit edeceğim. Sonra zaten yine uzaklara gidip gelmelerim başlayacak ve bu tuhaf ruh halim de mecburen kaybolacak. Rehber olmanın iyi yanı mı desem acaba? Sahnede olmak gibi bir şey... SHOW MUST GO ON! Kendini düşünecek zamanın olmuyor...



Memleket haberleri can sıkıyor. Kafam sürekli bu abuk sabukluklarla meşgul.



Dizim geçmek bilmiyor. Her gün fizik tedavideyim ama nafile... İçim daraldı artık ama tık yok!



Dostlarrrr...Ne yapmalıyım??? Sizce Eylül bunlara çare olur mu?






Masumiyet Müzesi


Orhan Pamuk bu sefer daha kısa cümleler mi kuruyor acaba??? Şebnem Ferah'ın kulakları çınlasın! Neyse... Geçen gün vapurda başladığım kitabı severek okumaktayım. İlk 80 sayfası su gibi aktı adeta. Konu da aşk olunca, insan kendini alamıyor resmen. Hepimizin aşkla ilgili acı tatlı bir sürü anısı var ya satırların arasında tanıdık bir çok şey buluyorum. Bazı yerlerinde kendi kendime gülümsüyorum, hatta not defterimi çıkarıp cümleleri oraya kaydediyorum. O sırada yanımda olan arkadaşlarıma okuyorum hemen. Mesela:


  • Onun için aşk, bir insanın uğruna bütün hayatını verebileceği, her şeyi göze alabileceği bir şeydi, evet. Ama hayatta da bir kere olurdu.

  • Çok mutluydum. Ama bu, aklımın ölçerek anladığı bir mutluluk değil, tenimin yaşayarak tanıdığı ve daha sonra sıradan hayatın içinde, bir telefon açarken ensemde, acele acele merdiven çıkarken kuyruk sokumumda ya da dört hafta sonra nişanlanmayı kurduğum Sibel ile Taksim'de bir lokantada yemek seçerken göğsümün ucunda hissederek hatırladığım bir şeydi.

  • Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez.

  • Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.

  • ....aşkının aldığı korkutucu boyutu ilk Füsun itiraf ettiği içi, oyunu o kaybetmişti....Nereden, hangi rezil tecrübelerden edinmiş olduğumu bilmek bile istemediğim içimdeki "aşk bilgesi", tecrübesiz Füsun'un, benden daha içten davrandığı için "oyunu" kaybettiğini sinsice müjdeliyordu bana.

Tabii bu güzel "aşk dolu" cümlelerle birlikte, aslında benim gibi "Ulusalcı" tayfasının pek de hoşlanmayacağı bazı söylemler de yok değil. Özellikle Atatürk devrimleri ile ilgili bazı cümlelerde, biraz alıngan ve hassas davranırsak, kekremsi!!! bir tat bile bulabiliriz ... Ama neyse...Bunlara takılmadan kitabı okumayı sürdüreceğim zira iki sene sonra kitabın konusu olan müzenin kendisi de açıldığında, eşi benzeri olmayan bir durumla karşı karşıya olacağız. Şimdiden yıpratmamak lazım diye düşünüyorum.


Geçen gün bir arkadaşım, kitap için yapılan medya bombardımanını fazla bulduğunu söyledi. Sayfa sayfa ilanlar, NTV'de özel röportajlar v.s ona biraz fazla gelmiş. Onu tamamen haksız bulduğumu söylersem dürüst davranmamış olacağım. Ben de bu yapılanları biraz fazla bulduysam da, dünyanın her yerinde bu gibi şeylerin yapıldığını unutmamak lazım. Pek hoşuma gitmiyor ama maalesef günümüzün gerçeği bu galiba. İstemesek de kabullenmek zorunda kalıyoruz. Tabii bir de NOBEL faktörünü göz önünde bulundurmak lazım. Her yazara NOBEL verilmiyor sonuçta! Bizim de TEK NOBEL'li yazarımız Orhan Pamuk! Bir diğeri daha çıkana dek, her türlü "promosyon" yapılacaktır tabii ki. Üstelik "İSTANBUL" benim gönlümün NOBEL'ini de aldı!!! Hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan biri kesinlikle...


Bu arada başka bir konu: Her zaman özenmişimdir şehirlerle birlikte anılan yazarlara... Joyce&Dublin, Kafka&Prag, Pessoa&Lizbon ve daha niceleri...Bizim de Pamuk&İstanbul ikilimizin olması fena bir şey mi ki? Hiç de değil! Ama tabii aslında, Orhan Pamuk'un İstanbul'la olan ilişkisi uluslararası arenaya taşınma fırsatı bulduğu için bu kadar değerli hale dönüştü. Yoksa tabii ki Pamuk'tan çok daha evvel, edebiyatımızda İstanbul'la özdeleşen yazarlarımız, şairlerimiz, ozanlarımız var. Orhan Veli, Sait Faik, Yahya Kemal ilk aklıma gelenler. Nazım Hikmet'in İstanbul'lu şiirlerini neredeyse ağlayarak okurum hatta. Off neyse...Bu konu çooook uzar daha ama benim uzmanlık alanım bu olmadığı için ahkam kesmek gibi bir hataya düşmek istemem doğrusu.


Bu haftaki okumalarım içinde ilk sırayı "Masumiyet Müzesi"nin alacağı kesinleşti. Tadını çıkara çıkara okumayı düşünüyorum ve de heyecanla dünya müzelerini gezeceği kısımları bekliyorum. Bakalım tanıdıklar çıkacak mı?

Gullfoss







İzlanda'nın muhteşem çavlanlarından bir serin sahne göndereyim istedim. Fotoğrafı çeken, sevgili Ali Can Polat... FEST'in kıdemli gezginlerinden:)))



Bu fotoğrafın anlatmak istediği şeylerden biri şu: Avrupa'nın en deli çavlanlarından biriyle aramda hiç bir engel YOK!!!! Yani aslında çok tehlikeli bir şey. Ayağınız kaysa, içindesiniz ve parçanızı bulamazlar...Ama kimin umrunda ki? Dünyanın başka hiç bir köşesinde, tabiatla bu kadar iç içe değilsiniz. Doğanın o saf, yalın, katıksız ve vahşi yanını, aranızda hiçbir perde olmadan, iliklerinizde hissediyorsunuz:))) İzlanda'ya bu denli aşık olmamın sebebi bu olsa gerek!



Aşağıya biraz da bensiz fotoğraflarını koyayım. Yakında kendi çektiğim fotoğrafları da görebileceksiniz ama şimdilik netten bulduklarımla idare edin lütfen.




Muhteşem değil mi???


Aslında inanın bana fotoğraflar çavlanın ihtişamını veremiyor. Arada muhteşem gökkuşakları oluşuyor ve gökgürültüsünü andıran sesi insanın tüylerini diken diken ediyor.


İzlanda'nın üzerimdeki etkisi şöyle oldu: Zaten içsel olarak pagan geleneklere çok yakın hissederim kendimi ya. Mesela dağlara tapınırım ya adeta. (Bazı zirveleri görebilmek için yaptığım yolculular az değildir! Klimanjaro'yu göreceğim diye, üç gün uykusuz beklediğimi dün gibi hatırlıyorum). Neyse demek istediğim, burada da bu tip duygularla, doğanın tüm gücünü içimde hissettim ve uzun zamandır dolmadığım kadar doldum. Adeta kanatlandım... İşte bu yüzden, herkese şunu söyleyip duruyorum döndüğümden beri: Ne yapın edin mutlaka İzlanda'ya gidin! Ama itiraf edeyim ki söylemesi yapmasından kolay zira İzlanda çok çok pahalı bir ülke. Herşey pahalı! Konaklama, yeme içme...Ama yine de her kuruşuna değer! Eğer iyi organize olursanız, her seferinde restoranlarda yemek yemeden, basit yerlerde kalırsanız, tüm servetinizi yatırmadan da dönebilirsiniz:)))

Her şehirde mutlaka turist bilgilendirme merkezleri var ve son derece iyi yönlendirmeler yapıyorlar. Konaklama, otobüs ve uçak biletleri, kamplar ve termal merkezler hakkında her türlü bilgiyi bulabilirsiniz. Ayrıca şu site de size ilk bilgileri sağlamakta yardımcı olur şüphesiz: http://www.icetourist.is/

Umarım gidersiniz, umarım siz de benim gibi mutlu olursunuz.

Afrodisias Şiirleri







Cumhuriyet Kitap'ın bu haftaki kapak konularından biri, en sevdiğim yerlerin başında gelen Afrodisias'la ilgili bir şiir kitabı olunca, dergi elimden düşmedi bütün gün. Eve dönerken de kitabı alıverdim hemen: Doğuran Doğurtan Afrodisias Şiirleri... Arkeoloji ve Sanat Yayınları'ndan çıktı.



Afrodisias'taki yeni müze binasının mimarı olan Cengiz Bektaş, inşaatı denetlerken, bir de bu küçük şiir kitabını (onun deyimi ve yazış şekliyle) "yaza durmuş". Kitabın içinde Mesut Ilgım'ın harika siyah beyaz fotoğrafları var. Hatta bir sayfada fotoğraf, karşı sayfada da şiirler... Hemencecik okunuyorlar ama içinizden yeniden geri dönüp defalarca okumak geliyor. Neredeyse Haiku tadındalar... Çok beğendim.



Hemen iki örnek alayım aşağıya...




NE Kİ

SEBASTEİONDA

GECE OLUP

ÇEKİLİNCE YONTUCULAR

TANRILARLA KAHRAMANLAR

KENDİ BAŞLARINA

KALACAKLAR

İNSANSIZ NE Kİ ONLAR




AFRODİSİASTA İZİNİZ


SİZ DUVARLARA

OLANI BİTENİ

YAZA DURUN TAŞA

BEN BETİKLER DOLDURUYORUM

ACILARLA




SİZİN YOLLARINIZ

TAŞ TOPRAK

BEN UÇUYORUM

ORADAN ORAYA

KALMIYOR İZİM







CENGİZ BEKTAŞ



Düşünen Kadın II




Gemi turu için limana gitmeye bayılıyorum. Evet, sabahın köründe yollara düşüyor olabilirim ama yine de günün o ilk güzel, serin saatlerini, şehirle uyanarak kutlamak hep hoşuma gitmiştir. Dün de bunu yaptım ve 07.15 vapurunda, demli bir çay eşliğinde, evden yanımda getirdiğim kahvaltımı yaparken, yüzüme çarpan rüzgara teşekkür ettim. Güneş nasıl da güzel parlıyordu ve poyraz sonunda, nasıl da güzel serinletmişti havayı...


Limanda ise dost yüzleri görmek, sabah homurdana homurdana kalkmamın ödülü oldu. Kimini senelerdir tanıdığım arkadaşlarımla kısacık da olsa bir arada olabilmek, yine çok mutlu etti beni. Topkapı Sarayı'nda ise buluşma noktamız, her zaman olduğu gibi, Konyalı'nın bahçe masalarıydı. Herkes bir ağızdan, bağıra çağıra bir şeyler anlatma derdinde idi ve bütün o gürültüye rağmen, herkes birbirini anlıyordu. Rehberlerin özelliklerinden olsa gerek! Aynı anda masanın her tarafındaki değişik sohbetleri takip edip, her birine laf yetiştirebilmeyi başarabiliyoruz. Ortaya çıkan gürültü başkalarına kakafoni gibi gelse de, bizim için bir senfoni!!!


Uzun zamandır yurt içinde tur yapmadığım için, beni gören rehber arkadaşlarım da şaşırıyorlar. Vay sen buralara gelir miydin????? Yahu gelmez miyim??? Benim özüm bu değil mi? Ben senelerdir bu işi yapmadım mı??? Hala yapmıyor muyum??? Ama insanlar artık beni o denli yurt dışı turlarıyla özdeşleştirmişler ki, limanda karşılarında görünce, hafif çapta şok geçiriyorlar. Ben de buna bayılıyorum. Eğleniyorum...


......................................................................................




Dün İstanbul'da dolanırken şunu farkettim: Yaz bitmiş buralarda... Güzel şehrime sonbahar kokuları ve renkleri sızmaya başlamış bile. Hayat ne hızlı akıyor... 2008 başlarken, önümde uzuuuun bir yeni sene var diye düşünüyordum. Şimdi bir de bakıyorum ki, senenin 3/4ü bitmiş bile. Ne arada geçti bu aylar? Nasıl da uçup gitti zaman? Birkaç ay sonra doğumgünüm gelecek ve ben bir yaş daha ekleyeceğim yaşlarıma. Hangi arada oldu bütün bunlar? Tabii bu hızlı akışta, benim yaptığım işin de büyük etkisi var. Birbirinden farklı coğrafyalar ve iklimlerde gidip gelirken, aslında yaşamın kendisini akıttığım gerçeğini unutuyorum galiba. Eskiden İstanbul'a dönmek önemliydi benim için ve bundan dolayı da, arada, dışarıda geçirdiğim zamanların hızla akması işime geliyordu. Şimdi ha İstanbul'da olmuşum, ha Kars'ta...Bunlar farketmiyor artık! Dolayısıyla, geçen zamanın, akıp giden her dakikanın tadını çıkarmaya çalışacağım. Yaşamımın temposunu, mental olarak, biraz yavaşlatacağım. Dışarıdayken de, zaman geçsin diye sabırsızlanmayacağım. Belki biraz meditasyon, biraz içe dönmeyle bunu başarabilirim... En azından denemem lazım. Deneyeceğim...


.....................................................................................................




Dün limanda sohbet ederken, bütün dostlarla şunu farkettik. Sezon başladıydı, bittiydi, o turdu bu turdu derken, hepimiz epeyce büyümüşüz:))) Çocuğu olanlar bunu daha kolay gözlemliyorlar tabii. Ben de daha dün ilkokula başlarken bıraktığım o çocukların şimdi üniversite sınavını kazandığını duyunca, sadece yutkunabildim sessizce. Hepsinin mürüvvetlerini! de görmeye başlarız yakında...


..................................................................................................




Şimdilik bu kadar, artık daha sık yazmaya çalışacağım. Geziler, kitaplar, filmler, konserler... Söz vermiyorum ama bunu da deneyeceğim...








Dün Kaçırdığım Vapurlara...




Ne gündü ama...Koş koş bitmedi işler. Hala koşuyorum...Kadıköy iskelesinde son saniyede kaçırdığım vapurun ardından bakarken aklıma şu şiir geldi. Kimbilir nereden yollamışlardı, hatırlamıyorum ama şiirler dosyama koymuşum, şimdi de buraya koyalım bakalım...




Gözlerin İstanbul Oluyor Birden




Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,


Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.


Martılar konuyor omuzlarıma,


Gözlerin İstanbul oluyor birden.


Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım


Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen


Durgun sular gibi azalacağım


Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.


Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince


Yalnız gözlerime bak diyeceksin.


Ellerim usulca ellerine değince


Kaybolup gideceksin


Bir elim seni çizecek bütün pencerelere


Bir elim seni silecek.


Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere


Senin için yeni baştan can kesilecek.


Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde


Sonra seni kaybetmek hemen her yerde


Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak


Yapayalnız kalmak iskelelerde.


Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,


Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.


Martılar konuyor omuzlarıma,


Gözlerin İstanbul oluyor birden.




Yavuz Bülent Bakiler

İzlanda'ya Devam...


Dedim ya İzlanda bana çok iyi geldi... Orada doğanın içinde (dizimin sakatlığına rağmen) yaptığım uzun, yalnız yürüyüşler, kendi kendimle konuşma fırsatı verdi bana. Bir anda dünyaya başka bir şekilde bakmaya başladığımı hissettim. Eskiden meditasyon yaparken de böyle hissederdim. İnsanın kendi kendisiyle, tüm çıplaklığı ve samimiyetiyle başbaşa kalması, kalbini dinlemesi, herşeyi daha net bir şekilde görmesini sağlıyor. Neyse, konu bu değil... Konu İzlanda' nın artık kalbimde birinci yere oturmuş olması.
Dünyanın hiçbir yerinde, yerkabuğu bu kadar ince değil. Altından hala dumanlar tütüyor. Resmen düdüklü tencerelerin emniyet sübabı gibi, fokurdaya tıslaya sıcak buharlar çıkıyor. Öte yanda ise buzullar var. Hem de öyle böyle değil! Avrupa'nın en büyük buzulları! Vatna mesela... 8400 km2...Az mı?
Sahilleri dünyanın en ürpertici sahilleri olsa gerek. Ya dalgaların deli gibi dövdüğü, kayalıklarla dolu uçurumlar, ya da volkanik siyah kumlarla örtülü, sessiz kilometreler.
Ülkenin başkenti Reykjavik, avuç içi kadar bir şehir. İzlanda' nın milli meclisi Althing burada. 63 milletvekili var ve meclis binası, benim oturduğum apartmandan daha ufak. Bahçeleri ve parkları gözalıcı olmaktan ziyade, işlevsel... Çok şık restoranları ve kafeleri var. Bazı tasarımcıların kendi dükkanları var ve modelleri son derece sıradışı. En büyük kilisesi olan Hallgrimmkirkja, şehrin her yerine dev gövdesiyle hükmediyor. Bence Reykjavik, herkesin mutlaka bir kere görmesi gereken bir başkent. Hiçbir yere benzemiyor.




Ülkenin en büyük ikinci kenti olan Akureyri' nin nüfusu 20.000. Kuzeyin tüm lojistik desteğini burası sağlıyor. Kendi halinde, sakin, sessiz bir kent. Bir tane ana caddesi var, hepi topu 100 metre... Kentin alışveriş merkezi burası olduğu için bütün dükkanlar orada ve bu dükkanların içinde en büyüğü ve önemlisi bir kitapçı! Herkesin buluşma noktası olduğu dışarıdan bile belli oluyor. İzlanda' da çok kitap okunuyor zaten. Çok kıskanıyorum çooookkk!







Burada şimdilik kesiyorum ama devamı gelecek. İzlanda öyle iki satırla bitirilebilecek bir yer değil zaten. O yüzden, en kısa zamanda yeniden yazarım.

Bless bless...








Veee Perde....Sahnede Doğa...İzlanda...



Eve az önce girdim ama bu sefer hiç geri dönmek istemedim. Başlıktan da anlayacağınız gibi İzlanda'dadaydım! Ülke muhteşem, coğrafya büyüleyici, grubumuz ise tam kafa dengiydi. Hava İzlanda ölçülerine göre bir harikaydı. Ortalama 10 derece ama pırıl pırıl bir güneş... Çok çok iyi vakit geçirdim ve sanırım birkaç gün bu konuda yazacağım. En kısa zamanda da fotoğrafları paylaşacağım sizlerle. Fakat başlangıç olarak şunu söyleyebilirim: Eğer "saf", "katıksız" doğa arıyorsanız, tabiatın tüm güçlerini iliklerinizde hissetmek istiyorsanız, buzulların altında alev alev yanan volkanların ülkesi İzlanda, tam size göre. Yerkabuğu o kadar ince ki, dumanı hala üzerinde tütüyor, kıyıların şekli hala değişiyor, toprak çatlayıp içinden magma fışkırıyor, yerin altından çıkan sıcak sular evlerin musluklarından akıyor. Hava o kadar temiz ki, oksijen çarpıyor herkesi! Günde 8 saat kesintisiz uyuduk neredeyse hepimiz. Çooook uzun zamandır bu kadar iyi uyumamıştım. Kısacası dostlar, ruhum arındı ve geri döndüm. Geçenlerde çok sevdiğim birine şöyle dedim: Tabiat o kadar muhteşem ki, Tanrı' ya yeniden tüm kalbimle inanmaya başlıyorum galiba! İşte bana bu duyguları tattıran İzlanda'yı size önümüzdeki günlerde tanıtmaya çalışacağım. Umarım hoşunuza gider...

Münih...Ve Opera...





Geçen hafta döndüğüm Almanya seyahatinin benim için en zevkli geçen bölümlerinden biri, Münih oldu. Neşeli ve sürekli kalabalık birahaneleri, neo-gotik ve barok kiliseleri, zenginlik fışkıran sarayları ve yemyeşil parklarıyla çok güzel bir şehir. Üstelik ekonomik yönden de çok çok zengin. Bu zenginlik, bu refah ortamı her köşede kendini hissettiriyor. Şık kafeler, daha da şık restoranlar, Maximillian Strasse' den aşağı süzülen lüks otomobiller, ışıltılı vitrinler ve bakımlı güzel kadınlar ile bronz tenli, yakışıklı erkekler Münih' in görünen yüzünü oluşturuyor. Arka planda ise, Almanya' nın genel tarihinden biraz ayrı kalan Bavyera tarihi okunabiliyor. Tarz olarak Protestan Luteryen Almanya' dan farklı, çok Katolik ve neredeyse İtalyan bir şehir. Bavyera, zaten tarihi boyunca kuzeyden çok güneyi ile ilişki kurmayı tercih etmiş. Politik olarak saldırgan Prusya' dan çok, Katolik Avusturya' ya yakın olmuş, Hohenzollern' lerden çok Habsburg' lara destek vermiş. Bu da yetmezse, en güzel kızlarından birini, Bavyera Düşesi Elizabeth' i Viyana' ya gelin gönderip, Sissi efsanesini yaratmış. Bugün bile, artık aradan seneler geçmiş olmasına rağmen, Almanya savaşlarla kavrulup, ayrılıp birleşmiş olmasına rağmen, Münihliler, kendilerini Alman'dan çok Bavyeralı olarak tanımlamaktalar.

İşte bu güzel şehirdeki ikinci akşamımda, Bavyera Devlet Operası' nın görkemli binasında, Münih Opera Festivali kapsamında sahnelenen, Çaykovski'nin Yevgeni Onegin' ini izleme fırsatı buldum. Bu eseri ilk olarak geçen sonbaharda, Viyana Theater an der Wien 'de, Valery Gergiev yönetimindeki Mariinsky Theatre sanatçılarından izlemiştim. Gergiev büyülemişti beni ve uzun süre etkisi altında kalmıştım yapıtın. Açık konuşmak gerekirse, sahneleme açısından, Münih' teki temsil, beni göklere çıkardı. Tek kelime ile müthişti...Görsel açıdan o kadar etkileyiciydi ki, üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen, gözlerimi kapattığım zaman, hala bazı sahneleri tüm detaylarıyla zihnimde canlandırabiliyorum.

Tabii ki Münih, opera geleneğinin çok eskilere uzandığı harika bir şehir. 17. yüzyılda, "Dramma Per Musica" geleneğini Bavyera' ya taşıyan Elektör Ferdinand Maria, kraliyet sarayının büyük salonlarından birine, bu temsiller için bir tiyatro yaptırır. 18. yüzyıla gelindiğinde, opera kesin zaferini ilan etmiş ve artık sadece kendine ait bir tiyatro arayışına girmiştir. Bugün bütün dünyadan Münih' e akan operaseverlerin ziyaret ettikleri Cuvillies Tiyatrosu da, işte bu dönemde inşa edilir.
Müzikten hiç bir şey anlamayan birinin bile adını duyduğunda zıpladığı sevgili Mozart, La Finta Giardiniera' sını, 19 yaşındayken, Münih'te sahneye koymuştur. İdomeneo operasının dünya prömiyeri yine burada yapılır.

Değişen dönemlerin kendilerine has müzik ve opera zevklerini yansıtan yapıtlarla, her zaman apayrı bir yerde duran Münih'in Kraliyet Operası, 19. yüzyılın başına gelindiğinde Ulusal Tiyatro kimliğine bürünür ve özellikle de Kral I. Ludwig döneminde gerçek bir devrim geçirir. 1864-1886 yılları arasında Ulusal Tiyatro, genç Kral II. Ludwig ile Richard Wagner' in sıradışı dostluğu sayesinde, bestecinin görkemli, büyüleyici eserlerinin sahnelendiği bir tapınağa dönüşür. Lohengrin, Tristan und İsolde, Die Walküre gibi müthiş yapıtlar, Münih'li müzikseverler için rüya alemine dalışın bir başka biçimi olmuştur artık.

20. yüzylın başlarında ise bir başka büyük besteci alır sahneyi: Richard Strauss... Salome, Elektra ve Güllü Şövalye gibi önemli eserleri burada sahnelenir. Büyük Münih Üçlüsü diyebileceğimiz bir tablo çıkar ortaya böylece: Mozart-Wagner-Strauss...Nitekim bu tema bugün Münih' de düzenlenen birçok kültürel etkinlikte kullanılmaktadır. İlk olarak 1875 yılında düzenlenen Münih Opera Festivali, bu köklü opera geleneğini günümüze taşıyan, yaz aylarının Avrupa'daki en önemli kültür sanat etkinliklerinden biridir.

Bavyera Devlet Operası' nın son yirmi yılına baktığımızda çok önemli isimlerin burada yöneticilik yaptıklarını görüyoruz: 1999 yılında Kraliçe tarafından şövalye ünvanı ile onurlandırılan Sir Peter Jonas, Zubin Mehta ve şimdi de Kent Nagano benim gibi, uluslararası opera dünyasına uzaktan, kıyıdan, yeni yeni sokulan biri için bile çok tanıdık, büyük isimler... Daha da öncesini merak edenler için işte web sitesi: http://www.bayerische.staatsoper.de/

Müzeleri, sarayları, şık caddeleri, harika restoranları ile Münih, her türlü zevke hitap eden harika bir şehir. Bir de opera denk düşerse, işte o zaman doyumsuz oluyor gerçekten... Mutlaka gidile...

40 Yaş Yolculuğu


Temmuz ayının sonuna yaklaştığımız şu günlerde, bizim ekipte tatlı bir telaş yaşanıyor. Bizim ekip derken??? Ben, Tütü ve Pür...Lafı uzatmadan hemen şunu söyleyeyim: Biz üçümüz de bu sene 40 oluyoruz ve başbaşa bir tatil yapmaya karar verdik. Adını da "40 Yaş Tatili" koyduk. Orası mı olsun, burası mı derken, senelerdir beklediğimiz zaman geldi çattı. Aslında, 30'lu yaşlarımıza yeni girdiğimiz dönemde, 40 yaş devri için kendimize çok sıradışı hedefler koymuştuk. Ama zaman geçip de bizim 40 yaş yaklaştıkça, bu hedefler için, çokça para ve bir o kadar da zaman lazım olduğu ortaya çıktı ve hiç birimiz ne o parayı bir araya getirebildik ne de o kadar zaman hayatlarımıza ara verme lüksümüz olduğunu gördük. Sonuçta Cuma günü başbaşa yola çıkıyoruz. Hedef Hırvatistan! Burayı okuyanlar, Hırvatistan'ı ne kadar çok beğendiğimi bilirler. İşte ben, hayatımın en önemli iki kişisiyle, başbaşa bir 10 gün geçirecek olmanın mutluluğunu şimdiden yaşamaya başladım. Umarım her şey yolunda gider ve her şey içimize siner.

Sonunda Seçebildim:)))


Geçenlerde bir mail geldi. İçinde Ataol Behramoğlu'nun birbirinden güzel dört şiiri... Gönderene dedim ki, en sevdiğimi bloguma koyacağım. Peki ne oldu? Hiiiiççç...Günlerce dönüp dönüp şiirleri okudum. Defalarca...Sonunda en sevdiğimi bulabildim. Ama inanın bana, çok zorlandım: Seçemedim, arada kaldım, bu mu olsun, o mu olsun derken aradan çok zaman geçti ama işte nihayet aşağıya ekliyorum seçtiğim şiiri. Diğerlerini de buraya teker teker koyacağım. Bu gecelik açılışı şu şiirle yapıyorum:


YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten

Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği


İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne

Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa

Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır

Kopmaz kökler salmaktır oraya


Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını

Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin

Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara

Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin


İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine

Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın

Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına


Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar

Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın

Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu

Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın


Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle

Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı

Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına

Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

Bavyera'ya Doğru

Yine Almanya’ dayım ve bu ülkeyi gittikçe daha fazla sevmeye başladım. Eskiden Almanya denildiğinde aklıma sadece gri suratlı şehirler ve daha da gri suratlı insanlar gelirdi. Oysa ne büyük hataymış! Almanya hem yemyeşil bir ülkeymiş ve insanları da o kadar da gri suratlı değilmişler...
Bu seferki Almanya gezim Bach’ ın izinde değil. Bu sefer Güney Almanya’ da Baden Württemberg ve Bavaria eyaletlerini geziyoruz. Şu dakikalarda Almanya, İsviçre ve Avusturya’ nın paylaştıkları Kostanz Gölü’ nde bir ada-şehir olan Lindau’ dayım. Otelimizin önünde marina var ve burada da Lindau’ nun sembolü olan meşhur deniz feneri ile Bavyera Arslanı bulunuyor. Az önce çok güzel yağmur yağdı ve her yeri ferahlattı. Hava zaten epeyi serin, yaz değil de ilkbahar havası gibi.
Gündüz ise, Schwarzwald yani Kara Orman bölgesindeydik. Yemyeşil çayırlar ve köknar ormanlarıyla kaplı tatlı tepeler arasında kıvrıla büküle dolaşıp, çeşitli kasabalara uğradık. İlk durak Triberg oldu ve burada Almanya’nın en yüksek şelalesini gördük. Ardından Saat Müzesi’ne gidip, Kara Orman’ da 350 yıldan beri süregelen bir geleneği öğrendik. Guguklu Saat yapımı!!! Burada her yer bunlarla dolu. Bu saatlerin bazıları bir ev boyutunda ama içine girdiğinizde dev bir saatin içine giriyorsunuz aslında. İçi adam boyu dişliler ve çarklarla dolu. Çok eğlenceliydi açıkçası. Öğle yemeğimizi ise, Tuna nehrinin doğduğu yerde, tabiatın kalbinde kurulmuş çok tipik bir aile işletmesinde, tamamen geleneksel yemekler tadarak, gerçek bir ziyafete dönüştürdük. Akşamüstü molamızıTitisee Gölü kıyılarında verip, hem biraz alışveriş yaptık hem de temiz dağ havasına doyduk. Tabii bir de orman meyvelerine...Kara Orman, yaban mersini ve frambuaz gibi, bizde çok fazla bulunmayan orman meyvelerini bolca bulup, satın alabileceğiniz en doğru yer. Biz de elimize birer küçük kutu yaban mersini alıp, gölün kıyısını öyle dolaştık.
En çok merak ettiğim şey, tabii ki meşhur Kara Orman Pastası’ydı. Dünyanın bütün pastanelerinde de bulunabilen, o efsanevi çikolata ve vişneli pastanın anavatanındaydım ve yemeden dönmek ayıp olacaktı ama itiraf edeyim ki, ona sıra gelemedi bir türlü. Öğle yemeğinde gövdeye indirdiğim kuzu budu hala yerinde duruyor olacaktı ki, akşam otelin marinaya hakim terasında otururken, kahveden başka bir şey istemiyordu canım...
Yarın Bavyera’nın çılgın kralı II. Ludwig’in masal şatolarına gideceğiz. Heyecanla bekliyorum, izlenimlerimi en kısa zamanda buraya aktarırım. Hoşçakalın...

Fiyord Postası





Bir haftadan fazladır Norveç' teyim. Temmuz ayına gelmiş olmamıza rağmen burada hava buzz gibi...Abartmayayım aslında, buzz gibi değil ama epeyce soğuk:)) Mont ve kazaklarla dolaşıyoruz ve üstelik de harika yağmurlar yağıyor.

Şu anda kuzeyin en önemli liman kentlerinden biri olan Bergen' deyim ve buraya gelene dek bir çok duraktan geçtik.

İlk durağımız Danimarka'nın başkenti ve bütün İskandinav başkentleri içinde en Avrupalı olanı Kopenhag oldu. Denizle iç içe yaşayan Kopenhag, insanın başını döndüren mimari tasarımlarıyla son derece çarpıcı bir şehir. Deniz kenarına sıralanmış, her biri bir anıt-proje olan yapıları, geçmiş zamanın ihtişamlı saraylarının yanında, bugünün ışığını yansıtıyorlar. Bu sentezi çok sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Bu sene açılan Ulusal Tiyatro'nun yeni binası, karşı kıyıdaki Hansen yapısı Opera binası ile o kadar ekileyici duruyor ki, insan neredeyse sadece bu iki yapıyı görmek için bile Kopenhag'a gelebilir.

Kopenhag'dan sonraki durağımız Norveç'in başkenti Oslo oldu. Oslo, İskandinav başkentleri içinde en küçük ve geleneksel olanı. Her tarafı yemyeşil tepelerle çevrili kent, hiç de başkent gibi durmuyor. Oslo Fiyordu'nun her yanına dağılmış, yemyeşil ormanlarla kaplı yüzlerce adanın süslediği manzara, o adaların arasında süzülen yüzlerce yelkenli tekneyle daha da hareketleniyor. Hiç bir başkent bu kadar "Başkent Değilmiş Gibi" olamaz....

Oslo'da en sevdiğim şey tabii ki, Norveçli ressamlarla tanıştığım Ulusal Galeri... Norveç resminin sadece depresif ve obsessif Edward Munch'ten ibaret olduğunu sananlar gerçekten çoooook yanılıyorlar. Onlara hemen Romantik dönemin en önemli ismi Johan Christian Dahl' dan başlayarak, Christian Krogh, Nikolai Astrup, Harald Sohlberg, Fritz Thaulow ile birlikte muhteşem bir kadın ressamlar serisi olan Kitty Kieland, Oda Krogh ve Harriet Backer'i tanımalarını tavsiye ederim. Beni Munch'ten kurtardıkları için, kendilerine minnet borçluyum...

Yine de gerçek Norveç, şehirlerden uzaklaşınca çıkıyor karşınıza. Sarp kayalıklar, derin vadiler, sık ormanlar, sessiz buzullar ve tabii ki zamanın durduğu hissi veren ıssız fiyordlar... Fiyordun ne olduğuna ilişkin, uzun uzun teknik bilgi beklemeyin, VERMEYECEĞİM...Ama size bir iki şey söyleyeceğim ki, yolunuz bu mevsimde, buralara düşerse, yapın:


  • Mutlaka Geiranger Fiyordu'na gidin. Ne yapın ne edin, gidin...Gece burada kalın. Ama oteller yerine, fiyordun kıyısındaki küçük bungalovlarda kalın. Ömrünüze ömür katılacağına bahse girerim.

  • Fiyordlara geldiğinizde, akşam el ayak çekilince, hava da kararmadığı için, mutlaka uzun bir yürüyüşe çıkın. Yanınızda sevdiğiniz bir kaç müzik parçası olsun. Ben fiyordlara en uygun müziğin ya Secret Garden parçaları ya da Sibelius' un Valse Triste' i olduğuna kanaat getirdim.

  • Eğer kaldığınız yerde varsa, mutlaka kano ile fiyord kıyılarında dolanın. Deniz çarşaf gibi oluyor ve martılar tepenizde dolanıyor hep. Kendinizi dünyanın en özgür ruhu hissediyorsunuz o zamanlarda.

  • Gece hava bir türlü kararmadığı için uykunuz da gelmiyor, yani boşuna yatakta dönüp durmayın. Çıkın dışarı ve deniz kenarında oturun. Hatta yürüyün kıyı boyunca. Ben iki senedir bunu yapıyorum... Hem diğerleri uykuda olduğu için dünya üzerindeki tek insan sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz hem de kendi içinize döndüğünüz için, bir sürü yanıtsız kalmış sorunuza, bu yürüyüşler sırasında yanıt buluyorsunuz. Bir tür meditasyon yani...

  • Mutlaka marine edilmiş somon ve çırpılmış yumurta yiyin. Yanında tuzlu tereyağı sürülmüş bir dilim esmer ekmek de olmalı illa ki... Bu geleneksel yeme biçimini kuzeyde öğrendim. "Balıkla yumurta bir arada nasıl olur" diye, tutuculuk yapmayın, HARİKA oluyormuş, gördüm, tattım.

  • Loen Fiyorduna düşerse yolunuz, 624 kişinin yaşadığı kasabanın kilisesini mutlaka görün. Bahçesindeki taştan yapılmış Kelt haçı, her yerde kolay kolay karşınıza çıkacak şeylerden değil gerçekten.

  • Fiyord kıyısındaki çilek bahçelerinden, sahibinden izin isteyerek, çilek toplayıp, yamaçlardan süzülen dağ suyuyla yıkadıktan sonra, afiyetle yiyin. Kimilerine göre bunlar dünyanın en lezzetli çilekleri... Pek haksız sayılmazlar...Tabii bizim küçük, kokulu Osmanlı çileğimiz burada olsa, bunların adı bile okunmaz ama o çileği biz bile bulamaz olduk ya... Kader utansın...

Şimdilik bu kadar... Herkese güzel bir Temmuz diliyorum.

Düşmek Uçmaya Dahildir!

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum, oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum, okudum, anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine;
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.

Friedrich Nietzsche

Türkiye Yarı Finalde

İnanılmaz olan oldu ve Türkiye bir mucize maçı daha kazandı. İmkansız diye bir şeyin olmadığına bir kez daha inandım bu gece. Viyana yine uğurlu geldi. Geçen günlerdeki Çek Cumhuriyeti maçından sonra da aynı şeyi yazmıştım: Mucizeler gerçek olabilir. Hayatta olmaz diye bir şey yoktur.
Şimdi sıra Almanya'da. Belli mi olur? Bir de bakmışısz ki kupa bizde:))
Yani neymiş? İnancını yitirmeyecekmişsin... Koşmaya devam edecekmişsin. Ancak bu şekilde mucizelere ulaşabilirmişsin...
İşte ben de kendi mucizemi bekliyorum şimdi... Koşmaya devaaaaammmm....

Yine epeydir fazla bir şey ekleyememişim. Oluyor işte! Kusura bakmayın...Bu sıralar çok hayhuylu bir dönem geçirdim ve daha aklım başıma gelmeden bu hafta sonu yine yollara düşüyorum. Arka arkaya iki tane tur yapıp, Temmuz'un ortasını bulacağım. İlk durak İskandinavya...Tam zamanı şimdi...Her ne kadar güneş batmak bilmediği için ilk günlerde uyum sağlamakta zorlanıyorsam da, Geiranger Fiyordu'nun kıyısında oturup, ayaklarımı suya sarkıtacağım anı heyecanla bekliyorum. Bu dünya harikası yer hakkında geçen sene şunu yazmışım:


Geiranger Fiyordu, Norveç


Kimilerince “Dünyanın En Güzel Yeri” olarak kabul edilen Geiranger’de bir gün geçirmek, insanın ömrünü uzatıyormuş. Civardaki yeşil tepelerde uzun yürüyüşler yapmak, komşu fiyordlara gidip gelen feribotları saymak, bir türlü kararmak bilmeyen gökyüzünün altında tahta iskeleye oturup, karlı zirveleri seyrederek, dünyanın geri kalanının çılgın kalabalığından uzakta az da olsa vakit geçirebilmek, metropol bunaltısı ve bulantısı çekenler için birebir. Sonunda yatağınıza gitmeye karar verdiğinizde, sizi sarmalayan dağların buzullarından beslenerek denize kavuşan şelalelerin sesleri, gece boyunca eşlik ediyor uykunuza. Manzara işte bu! Sıcaktan bunaldığımız şu günlerde, düşünmesi bile serinletici...

Yukarıya fotoğrafını koydum.




Tabii sadece fiyordlar yok gezimizde. Kopenhag, Bergen, Stockholm ve Oslo gibi harika kuzeyliler de bizi bekliyorlar. En sevdiğim şeylerden biri de, Kopenhag'dan Oslo'ya gemi ile gitmek...Yine yapacağız bunu. Kopenhag'dan ayrılırken hüzünlü Küçük Deniz Kızı' nı selamlamak, sonra narin görünümlü dev rüzgar güllerini seyretmek, bir türlü kararmayan havanın da etkisiyle uyuyamayıp güvertede gezinmek... Bunlar benim bayıldığım şeyler. Sabahın erken saatlerinden itibaren, binlerce adayla bezeli Oslo fiyorduna girmek ve sonunda da kentin limanına yanaşmak gerçekten de seyahatin en keyifli anlarından. Tabii fiyordlar arasındaki vapur gezilerini de atlamamak lazım. Yine deniz, dağ, şelale ve orman manzaralarına doyacak gözümüz gönlümüz.


Bu turdan hemen sonra ise, Almanya'nın en fotojenik bölgelerine gideceğim: Bavyera, Kara Ormanlar, Rhine Nehri, Şatolar Yolu... Nasıl merak ediyorum anlatamam. Özellikle bu tur sayesinde daha yakından tanıma fırsatı bulduğum, Kral 2. Ludwig'in şatolarını görmek için sabırsızlanıyorum. Adam gerçek bir çılgınmış ve son derece sıradışı bir yaşam sürdürmüş. Onun hakkında ayrıca bir yazı planlıyorum blog için. Yarın öbür gün hazır olur. Ama şimdiden şunu söyleyebilirim ki, gerçek bir deli/dahi ile karşı karşıyayız...

Bu iki zorlu turdan sonra tekrar biraz dinlenme fırsatım olacak. Belki tatil sırası bana da gelir, kimbilir???

Bu gece dolunay, yarın Merkür normal seyrine dönüyor ama yörüngeye oturması zaman alır, iki gün sonra yaz dönencesi... Ortalık toz duman...Arkadaşlar, arkanıza yaslanın, derin nefes alın ve önünüzdeki 3-4 günü sakin geçirmeye bakın. Yeni işlere başlamayın ve eski karmaşık işlerinizi sonuçlandırmaya bakın. Benden söylemesi... Demedi demeyin!

Şimdiden herkese iyi yazlar...

Milli Takımın Öğrettikleri


Turnuvanın en heyecan verici takımı olduğumuz kesin... Son iki maçımızda "Artık Bitti" derken, mucizevi dönüşler yapıp, yenik durumdan maçları çeviren A Millilerimiz, hepimize unutulmayacak dersler verdi.

Demek ki neymiş???

İmkansız diye bir şey yokmuş...

Mucizeler olabilirmiş...

Eğer gerçekten inanır ve istersen önünde hiç bir şey duramazmış...

Umudu asla yitirmemek lazımmış...

90 dakika bitse de, uzatmalar bitmeden iş bitmezmiş...

Maça asılmak lazımmış...

Yaniiiiii......

Herkes kendi maçına asılsın o zaman...


Aptallıklara...

Diyelim ki balıkmışım ben
Sen de balıkçı...
İkimiz de biliriz
Sineğe bile kıyamazsın.
Öyle boş oltayı atarsın denize, bilirsin salak olmadığımı,
Ama aşık olduğumu bilmezsin.

Ben sana inat yakalanırım...
Şaşırırsın, nerden çıktı bu diye...
İstediğin balık değil ki,
Oturmak iskelede

Mecbur çekersin yukarıya
Acı çekiyorum ne de olsa
Dedim ya kıyamazsın...

Uzanırım avuçlarına
Dudaklarıma dokunursun, iğneyi çıkartacaksın ya
Yoksa sevdiğinden falan değil...

Bilirim senin yanında yaşayamayacağımı
Sen de bilirsin.
Öldürmeye kıyamazsın
Bakarsın avucundaki aptal balığa
Ben de sana...

Sonra beni kurtarmayı seçersin...
Ben avuçlarında ölmeyi seçmistim oysa...

Bırakırsın denize, yüzünde kahraman gülümseme
Hayat kurtardın ya biraz önce
Sessizce boğulurken mavilerde
Son kez bakarım iskeleye
İskeledeki aptal balıkçıya
Sen de kurtardığın balığına...

İdemo Dalje!!!

Hayat sürprizlerle dolu ve her ne olursa olsun yaşanmaya değer... Herşey biz insanlar için... Bazı anlar her ne kadar gülecek gücümüz kalmadığını düşünsek bile, yine de çıkar elbet bir şeyler bizi gülümsetecek... Bugün oltaya takılan saçma-komik-tatlı hikaye şu:


CENAZE ARABASININ ŞÖFÖRÜ BİR KIZA SESLENMİŞ:
''ŞİİİİİİİŞT KIZ GELSENE ARABAYLA GEZELİM"
KIZ DA: "HADİ ORDAN BE !!!! " DEYİNCE ADAM :
"SEN NE DİYON BE, MİLLET BU ARABAYA BİNMEK İÇİN ÖLÜYO ÖLÜYOOOOOO" :))

Galiba sinirler iyice bozulmuş olacak ki, saatlerce güldümmmmm:)))
Haydi idemo dalje!!!

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...