Salzburg günlerim son hızla akıyor. Buraya geleli sadece bir hafta olmasına rağmen, sanki hem aylardır burdaymışım gibi hem de sanki daha dün gelmişim gibi karmaşık hisler içindeyim. Günler tabii ki o kadar dolu ki, hızlı akmasına şaşmamalı.
Grubun Türkiye'ye dönmesinin üzerinden bile 4 gün geçti bile. Kendimle başbaşa kaldığımda sakin günler yaşarım sanıyordum ama öyle olmadı ve ben bir konserden öbürüne koşarken, kimi zaman nefes nefese kaldığımı fark ettim. Hani İstanbul Film Festivali'nde bir sinemadan öbürüne koşan sinemaseverler var ya, onların Salzburg versiyonuyum burada. Elimde defterler, kitaplar ve kalemlerimle, konser salonları arasında maraton koşuyorum. Konser salonlarının vestiyerlerinde çalışan hanımlar, artık tanıdılar beni, halime gülüyorlar...Şakalaşıyoruz tatlı tatlı. Onlar Almanca ben Tarzanca, anlaşıyoruz bir şekilde.
Müthiş konserler var. Bazı tanıdık tınıların ve melodilerin yanısıra, aklımı başımdan alan yeniliklerle karşılaşıyorum burada. Dün, sabah Mozarteum'daki konserde, Salzburg'un bir numaralı orkestrası olan Mozarteum Orkestrası'nın nefis bir konserini izledim. İcra edilen eserlerin içinde, 1974 doğumlu Avusturyalı besteci, Johannes Maria Staud'un, Mozart'ın bir eskizi üzerinden hareketle bestelediği oğalanüstü bir parça vardı. Her şey bir Mozart melodisi olarak, normal başladı. Fakat bir an geldi ve her şey değişiverdi. Sanki bir fırtına patladı salonun içinde. Sabah mahmurluğu içinde, her zamanki konserlerden birini bekleyen yaş ortalaması yüksek dinleyici kitlesi, bir anda neye uğradığını şaşırdı. Çellolar bağırmaya, ağlamaya başladı. Vurmalı metal sazlar, ziller, gonglar, basso continuo akordeon, gümbürdeyen kontrbaslar ve çığlık atan bakır nefesliler... Dedim ya az önce, Mozarteum büyük salonda, dün sabah bir fırtına koptu!!! Yaklaşık 20 dakika süren eser, beni sarstı, şaşırttı ve düşünmeye sevk etti. Konser kitabındaki röportajı okuduğumda, Staud'un bir söylemi çok hoştu: İnsanlar daha ne kadar aynı şeyleri dinleyebilirler? Evet, La Traviata'yı beşyüz defa, yıldız yüklü bir kadroyla sahneleyebilirsiniz ama bu bir gurmanın, evet gurme değil, her gün hep en sevdiği yemeği yemesine benzer ve sonunda kendisine zarar verir. Oysa bu tip müzikler, bizi beklenmedik olanlarla tanıştırırlar, farkılıkları da kabul etmemize ve belki de sevmemize yardım ederler. Kimilerine saçma gelebilir ama farklılıklar güzeldir. Ve ben bu söyleme sonuna kadar katılıyorum. Hele Salzburg gibi dünya müziğine yön veren bir şehirde, farklılıkları deneyimleyemeyeceksek, bunca festival neye yarar, değil mi? Konser çıkışında, kaldırımda karşılaştık Staud'la. Elini sıkıp kendisini tebrik ettim. Teşekkür ettim ayrıca. Ufkumu genişlettiği için özellikle...
Yine kısa notlarla aklıma takılanları sıralamaya devam edeyim:
Grubun Türkiye'ye dönmesinin üzerinden bile 4 gün geçti bile. Kendimle başbaşa kaldığımda sakin günler yaşarım sanıyordum ama öyle olmadı ve ben bir konserden öbürüne koşarken, kimi zaman nefes nefese kaldığımı fark ettim. Hani İstanbul Film Festivali'nde bir sinemadan öbürüne koşan sinemaseverler var ya, onların Salzburg versiyonuyum burada. Elimde defterler, kitaplar ve kalemlerimle, konser salonları arasında maraton koşuyorum. Konser salonlarının vestiyerlerinde çalışan hanımlar, artık tanıdılar beni, halime gülüyorlar...Şakalaşıyoruz tatlı tatlı. Onlar Almanca ben Tarzanca, anlaşıyoruz bir şekilde.
Müthiş konserler var. Bazı tanıdık tınıların ve melodilerin yanısıra, aklımı başımdan alan yeniliklerle karşılaşıyorum burada. Dün, sabah Mozarteum'daki konserde, Salzburg'un bir numaralı orkestrası olan Mozarteum Orkestrası'nın nefis bir konserini izledim. İcra edilen eserlerin içinde, 1974 doğumlu Avusturyalı besteci, Johannes Maria Staud'un, Mozart'ın bir eskizi üzerinden hareketle bestelediği oğalanüstü bir parça vardı. Her şey bir Mozart melodisi olarak, normal başladı. Fakat bir an geldi ve her şey değişiverdi. Sanki bir fırtına patladı salonun içinde. Sabah mahmurluğu içinde, her zamanki konserlerden birini bekleyen yaş ortalaması yüksek dinleyici kitlesi, bir anda neye uğradığını şaşırdı. Çellolar bağırmaya, ağlamaya başladı. Vurmalı metal sazlar, ziller, gonglar, basso continuo akordeon, gümbürdeyen kontrbaslar ve çığlık atan bakır nefesliler... Dedim ya az önce, Mozarteum büyük salonda, dün sabah bir fırtına koptu!!! Yaklaşık 20 dakika süren eser, beni sarstı, şaşırttı ve düşünmeye sevk etti. Konser kitabındaki röportajı okuduğumda, Staud'un bir söylemi çok hoştu: İnsanlar daha ne kadar aynı şeyleri dinleyebilirler? Evet, La Traviata'yı beşyüz defa, yıldız yüklü bir kadroyla sahneleyebilirsiniz ama bu bir gurmanın, evet gurme değil, her gün hep en sevdiği yemeği yemesine benzer ve sonunda kendisine zarar verir. Oysa bu tip müzikler, bizi beklenmedik olanlarla tanıştırırlar, farkılıkları da kabul etmemize ve belki de sevmemize yardım ederler. Kimilerine saçma gelebilir ama farklılıklar güzeldir. Ve ben bu söyleme sonuna kadar katılıyorum. Hele Salzburg gibi dünya müziğine yön veren bir şehirde, farklılıkları deneyimleyemeyeceksek, bunca festival neye yarar, değil mi? Konser çıkışında, kaldırımda karşılaştık Staud'la. Elini sıkıp kendisini tebrik ettim. Teşekkür ettim ayrıca. Ufkumu genişlettiği için özellikle...
Yine kısa notlarla aklıma takılanları sıralamaya devam edeyim:
- Camerata Salzburg'un konserleri, eğer başlarında Louis Langree varsa, bambaşka oluyor. Orkestranın enerjisi ile, Langree'ninki birleşinde, müthiş icralar çıkıyor ortaya. Şef çok önemli gerçekten. Langree artık orkestrayla tamamen harmanlanmış durumda. Birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Bu belli oluyor, seyrederken hissediyorsunuz. Geçen sabahki konserde, Ravel ve Mozart çaldılar. Ravel beni aldı götürdü. Çok sevdiğim bir parçasıdır zaten. O dönemin Fransız bestecileri benim çok hoşuma gitmeye başladı. Ravel, Debussy ve Satie...Öğrenmenin sonu yok.
- Langree ile sohbet ettik. Geçen senelerden tanışıyoruz da... Konser sonrasında belli ki çok mutluydu. Sohbetimiz sırasında bana son günlerin çok yoğun geçtiğini, yorulduğunu ama çok mutlu olduğunu ve bir önceki hafta, her şefin hayalini kurduğu bir şeyi yaptığını söyledi. O nedir maestro diye sorunca, Berlin Filarmoni'yi yönetmek dedi. Meğer geçen hafta Berlin Filarmoni'yi yönetmiş... O kadar mutluydu ki! Düşünün, dünyaca ünlü bir şef, kaç tane orkestra yönetmiş, New York Metropolitan'dan Viyana Staatsoper'e dek kocaman kurumlarla çalışmış... O bile ne diyor? Her şefin hayali Berlin Filarmoni'yi yönetmek !!! İşin sırrı da burada galiba. Kim olursan ol, hayallerin olmalı mutlaka! Tebrik ettim kendisini, sarılıp öpüştük ve seneye kahvaltı için sözleştik.
- Marc Minkowski etkisi midir bilmiyorum ama şehirde ve konserlerdeki izleyici topluluğu arasında, çok Fransız var. Festivalin programına baktığımda da, aynı etkiyi görüyorum. Fransız müzisyenler, solistler, şefler ve besteciler... Bu seneye hakim olan frankofon etki 2014'ün programında bu yoğunlukta olmayacak gibi duruyor. Minkowski, festivalin sanat direktörü olarak kendi tarzını hakim kılmış gibi. Ancak lütfen bir daha Wagner yönetmesin ve Les Musicien de Louvre Grenoble, Wagner çalmasınlar! Bu da kişisel bir not, bir temenni!
- Les Vents Français adlı, başta flüt sanatçısı Emanuel Pahud olmak üzere Fransız müzisyenlerden oluşan topluluk harika bir konser verdiler. Beraberlerinde yine bir Fransız piyanist Eric le Sage vardı. Poulenc'in Mozart'la kesişen eserleriyle tam bir Fransız rüzgarı estirdiler. Bu topluluk takip edile!
- Geçen akşam Triangle'de yemekteydim. Burası festival salonlarının hemen yanında, tamamen doğal, taze ve yerel ürünlerle, yalın ama lezzetli yemekler sunan, eşi benzeri olmayan harika bir restoran. Sahibi Franzi prensipli bir adam, belli! İçeride çalışan genç garsonların hepsi son derece sempatik ve işlerini en iyi şekilde yapıyorlar. Başta Florian olmak üzere, hepsi gelen müşterilere, ev samimiyetini hissettiriyorlar. Ayrıca son derece demokratik bir ortam var restoranda. Festival salonlarından çıkan izleyiciler de, sanatçılar da omuz omuza, o tahta masalarda yemek yiyorlar. Geçen akşam opera çıkışı, Minkowski ve arkadaşları geldiler, kalabalık bir masa yaptılar. Biraz sonra, kostümlerinden kurtulmuş şancılar geldiler. Soprano Olga Peretyakto, bayıldığım mezzo Marianne Crebassa ve tabii ki Meksikalı ünlü tenor Rolando Villazon. Hepsi işlerini mükemmel bir şekilde yapmış olmanın huzuruyla çocuklar gibi şendiler. ancak şunu fark ettim: Villazon, ufak tefek, kara kaşlı, kara gözlü, dışarıda görsen farkına bile varmayacağın bir adammış meğer. Ama işte sahnede devleşiyor derler ya, bunun gerçek olduğunu gördüm. Ayrıca Marianne Crebassa'nın, aslında ne kadar genç olduğunu gördüm. Sahnede bu insanlar tamamen bambaşka oluyorlarmış!!! Peretyatko, her haliyle tam bir prima donna! Restorandaki hal ve tavırları da bunu kanıtlıyordu. Hepsinden imza aldım. Defterim çok zengin artık!
Şimdilik bu kadar! Devamı olacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder