Shwedagon






Myanmar’ın kalbinin attığı bu muhteşem yeri anlatmak için, dağarcığımdaki kelimeler yeterli olacak mı bilemiyorum. Aslında böyle bir şeye kalkışmamam belki daha doğru olur ama yine de, tüm iyi niyetimle deneyeceğim. Shwedagon’u biraz olsun anlatabilmem için sizin de bana yardımcı olanız gerekiyor. Bunun için önce içinde bulunduğunuz ortamdan koparmaya çalışın tüm duyularınızı. Gri suratlı binaları görmeyin, kulaklarınızı tırmalayan gürültüleri duymayın, genzinizi yakan is ve dumanı çekmeyin içinize. Bütün bunların yerine tütsü kokularıyla yüklü bir esinti çarpsın yüzünüze. Çıkarın ayakkabılarınızı bir köşecikte, sıyırın çoraplarınızı da yorgun ayaklarınızdan. Serin mermeri hissedin alev alev yanan tabanlarınızda. Tıpkı çocukluğunuzda yaptığınız gibi yalınayak kalın. Kurtulun üzerinizdeki tüm yüklerden ve başlayın saat istikametinde yürümeye. Ama ağır ağır, hiç acele etmeden, her görüntüyü hafızanıza kaydederek.
Bakın biraz ileride solda bordo giysisine bürünmüş bir rahip duaya dalmış. Etrafındaki her şeyle ilişkisini kesmiş, sadece dudağında biteviye bir mırıltı. Yaklaşın ona, dokunun eteğinin kıvrımına, sandal ağacından yapılmış tespihinin püskülüne... Sadece dudakları oynayan bir heykelmiş gibi dursa da, o gerçek!
Az ötesinde, buruş buruş suratı ve kupkuru yanaklarıyla yaşlı bir kadın, yaşadığı zorlu yılların ağırlığıyla bükülmüş yorgun bedenini dimdik tutmaya çalışarak, cılız bacaklarını altına kıvırmış oturuyor. Bir an, sanki ilahi bir dokunuş ona güç vermişcesine kıpırdayıp dizlerinin üstünde doğruluyor, duasına devam ederken ellerini sanki şifa ve gençlik istermiş gibi küçük Buda heykellerine sürüyor.
Hafif bir esinti, yüzünüze dört bir yanda yakılmış tütsülerin kokularını savuruyor. Çekiyorsunuz içinize bu tatlı, keskin, mayhoş karışımlı dumanlı kokuyu. Başınız dönüyor hafifçe. Bugüne kadar tattığınız tüm kokulardan farklı olan bu kokuyu tanımlayamıyorsunuz. Bu koku, her yerin bir kokusu var ya, artık Shwedagon’un kokusu oluyor sizin için.
Shwedagon’un bir de rengi olmalı diye düşünüyorsunuz. Aslında çevrenizde görüp de bir türlü tanımlayamadığınız bir renk cümbüşü, yine o tanımlayamadığınız kokularla birlikte, zaten içinize dolmakta. Farkındasınız...Bütün bu renklerin içinden sadece birini seçmek öylesine zor ki! Shwedagon’un tek bir rengi olamaz diye düşünüyorsunuz. Aralarından bazılari öne çıkmaya başlıyor. Mesela bilge rahiplerin giydikleri bordo kıyafet! Çok güzel, çok sade, çok gösterişten ve zenginlikten uzak... Dünya nimetleri geçicidir; gösteriş mutsuzluğu gizleme çabasıdır; gerçek zenginlik insanın içindedir; kalbini gör, dinle ve ruhunu serbest bırak... O renk size bunları fısıldıyor ve siz ancak şimdi bunları anlayabiliyorsunuz. Öyleyse Shwedagon’un renklerinden biri bordo olmalı diyorsunuz.
Ardından gözlerinizi kaldırıyorsunuz yukarılara. Pagoda’yı seyrediyorsunuz doya doya. Seyrederken gözlerinizi kısmak zorunda kalıyorsunuz. Zira, tüm gövdesi altın kaplı bu muhteşem dev, parlaklığıyla gözlerinizi kamaştırıyor. Gözleriniz sulanıyor. Öylesine güzel, öylesine büyük ve öylesine parlak ki... Sanki güneşi içine çekmiş de, onun ışığıyla parlıyor gibi...Öyleyse, Shwedagon’un bir rengi de altın olsun diyorsunuz.
Bu kokular ve renklerle sarhoş olmuş bir halde gezintinize devam ederken, kulağınıza hafif bir melodi çalınıyor. Bir kadın korosu şarkı söylüyor. Hayır, şarkı değil, bir ilahi bu! Tapınağın hemen her yerine yerleştirilmiş hoparlörlerden yükselen bu güzel seslerin sahiplerini görebilmek için çevrenize bakınıyorsunuz. Göremiyorsunuz... Sanki gerçekten orada değillermiş gibi...Yürümeyi sürdürüyorsunuz. Bu arayış içindeyken, bir anda bir grup rahibeyle karşılaşıyorsunuz. Kıyafetlerinin şeker pembesi tonu, diğer renklerle birlikte kazınıyor beyninize. O kadar güzeller, o kadar naifler ki... Tevazu ve sadelik için güzelim saçlarını ve kaşlarını kazıtmışlar. Fakat , içinize işleyen ilahiyi okuyan seslerin sahipleri, bu şeker pembesi rahibeler de değil... Birkaç ufak adım daha atıyorsunuz ve nihayet karşınıza çıkıyorlar. Zarif yerel giysilerine bürünmüş bir grup kadın, ellerinde ve saçlarında çiçeklerle, tapınağın bir köşesinde topluca yere oturmuş, etraflarına tütsüler yakmış, gözleri kapalı ilahiler okuyorlar. Sesleri adeta gökyüzüne kanat çırpıyor, içinize doluyor. Kimbilir hangi şehirden gelmişler, kimbilir ne kadar zamandır yoldalar, kimbilir neler adıyorlar sevdikleri için? Ne kadar yorgunlar kimbilir? Ama menzile varmış olmanın mutluluğu, üzüm buğusu gibi tütüyor üzerlerinde...
Günbatımına az bir zaman var ama tapınak, ülkenin her yerinden gelen insanlarla dopdolu. Bunların arasında gözünüze bir aile çarpıyor. Genç bir çift, düşe kalka ilk adımlarını atan bebeklerini seyrediyor neşeyle. Bebecik çevresinde uçuşan güvercinleri kovalarken sevinç çığlıkları atıyor ve onun bu mutluluk dolu sesi, okunan ağırbaşlı ilahilere karışıyor. Bütün bunlara, pagodanın tepesinde rüzgarla dalgalanan binlerce minik çanin sesleri de eklenince, ortaya eşi bulunmaz bir senfoni çıkıyor. Ve işte bu senfoni, sizin için artık Shwedagon’un sesi oluyor.
Güneş, kıpkırmızı bir top halinde ufka yaklaşıyor. Yangon’un üzerini hafif bir sis bulutu kaplamış. Bu bulutu gökyüzüne doğru delip geçen irili ufaklı birçok altın başlı pagoda görüyorsunuz. Yine de içlerinde en güzeli ve en görkemlisi Swedagon! Her Burmalı’nın yüreğinde buranın ayrı bir yeri var çünkü Shwedagon sadece dua edilen veya tapınılan bir yer değil. Shwedagon, Burma’nın, İngiliz sömürge yönetimine karşı verdiği savaşta, milli kahraman General Aung San’ın direnişi başlattığı yer. Onun sevgili kızı, Noel Barış Ödülü sahibi Aung San Suu Kyi’nin, ülkeyi demir yumrukla yöneten cunta liderlerinin her türlü engellemelerine rağmen, hakla seslenerek, yüreklerine umut tohumlarını serptiği yer. Bir sembol yani...
Güneş yavaşça batıyor ve esinti biraz daha kuvvetleniyor, ilahiler kesiliyor ama binlerce küçük çanın ve zilin sesi hala kulaklarınızda... Yorgunluğunuz baskın çıkıyor ve bir köşeciğe çöküp oturuyor, başınızı da, her tarafı baklava şeklinde minik aynalarla kaplanmış bir sütuna dayıyorsunuz. Kokular, renkler, sesler şimdi kalbinize yerleşiyorlar. Burayı ömrünüzce asla unutamayacağınızı hissediyorsunuz.
Gökyüzü ağır ağır lacivert giysisine bürünürken, pagodanın ışıklarını yakıyorlar. Gecenin karanlığıyla tam bir tezat oluşturarak parlayan altın kaplı gövde, daha da devleşiyor gözlerinizin önünde ve sanki güneş batmamış da, karanlığın içinden, başka bir biçimde yeniden doğmuş gibi hissediyorsunuz. Tam bu sırada gökyüzü, pagodanın tepesindeki kafeslerden salıverilen binlerce saka kuşuyla doluveriyor. Düzenli uçuş ritimleriyle, pagodanın altın başının çevresinde dönüp duran bir kara bulut gibiler. Ötüşleri ve kanat çırpışları o kadar neşeli ki, az önce yüreğinizi dolduran senfoniye bir bölüm daha ekleniveriyor hemen.
Ülkenin dört bir yanından gelmiş hacıları ve geceyi orada dualarla geçirecek rahipleri tapınakta bırakarak, Yangon’un yetersiz aydınlatılmış caddelerine dönüyorsunuz. Dudağınızda ilahiden bir nakarat, elinizde minik bir çiçek ama kalbinizden bir parça eksik! Dönüp arkanıza bakıyorsunuz ve o eksik parçayı görüyorsunuz. Kanatlanıp sakaların arasına karışmış, pagodanın çevresinde uçuyor.
Yapabileceğiniz bir şey yok! Çaresiz onu orada bırakıyorsunuz...

1 yorum:

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Çok hoş bir yazı olmuş, ellerine sağlık..

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...