Yine epeydir fazla bir şey ekleyememişim. Oluyor işte! Kusura bakmayın...Bu sıralar çok hayhuylu bir dönem geçirdim ve daha aklım başıma gelmeden bu hafta sonu yine yollara düşüyorum. Arka arkaya iki tane tur yapıp, Temmuz'un ortasını bulacağım. İlk durak İskandinavya...Tam zamanı şimdi...Her ne kadar güneş batmak bilmediği için ilk günlerde uyum sağlamakta zorlanıyorsam da, Geiranger Fiyordu'nun kıyısında oturup, ayaklarımı suya sarkıtacağım anı heyecanla bekliyorum. Bu dünya harikası yer hakkında geçen sene şunu yazmışım:


Geiranger Fiyordu, Norveç


Kimilerince “Dünyanın En Güzel Yeri” olarak kabul edilen Geiranger’de bir gün geçirmek, insanın ömrünü uzatıyormuş. Civardaki yeşil tepelerde uzun yürüyüşler yapmak, komşu fiyordlara gidip gelen feribotları saymak, bir türlü kararmak bilmeyen gökyüzünün altında tahta iskeleye oturup, karlı zirveleri seyrederek, dünyanın geri kalanının çılgın kalabalığından uzakta az da olsa vakit geçirebilmek, metropol bunaltısı ve bulantısı çekenler için birebir. Sonunda yatağınıza gitmeye karar verdiğinizde, sizi sarmalayan dağların buzullarından beslenerek denize kavuşan şelalelerin sesleri, gece boyunca eşlik ediyor uykunuza. Manzara işte bu! Sıcaktan bunaldığımız şu günlerde, düşünmesi bile serinletici...

Yukarıya fotoğrafını koydum.




Tabii sadece fiyordlar yok gezimizde. Kopenhag, Bergen, Stockholm ve Oslo gibi harika kuzeyliler de bizi bekliyorlar. En sevdiğim şeylerden biri de, Kopenhag'dan Oslo'ya gemi ile gitmek...Yine yapacağız bunu. Kopenhag'dan ayrılırken hüzünlü Küçük Deniz Kızı' nı selamlamak, sonra narin görünümlü dev rüzgar güllerini seyretmek, bir türlü kararmayan havanın da etkisiyle uyuyamayıp güvertede gezinmek... Bunlar benim bayıldığım şeyler. Sabahın erken saatlerinden itibaren, binlerce adayla bezeli Oslo fiyorduna girmek ve sonunda da kentin limanına yanaşmak gerçekten de seyahatin en keyifli anlarından. Tabii fiyordlar arasındaki vapur gezilerini de atlamamak lazım. Yine deniz, dağ, şelale ve orman manzaralarına doyacak gözümüz gönlümüz.


Bu turdan hemen sonra ise, Almanya'nın en fotojenik bölgelerine gideceğim: Bavyera, Kara Ormanlar, Rhine Nehri, Şatolar Yolu... Nasıl merak ediyorum anlatamam. Özellikle bu tur sayesinde daha yakından tanıma fırsatı bulduğum, Kral 2. Ludwig'in şatolarını görmek için sabırsızlanıyorum. Adam gerçek bir çılgınmış ve son derece sıradışı bir yaşam sürdürmüş. Onun hakkında ayrıca bir yazı planlıyorum blog için. Yarın öbür gün hazır olur. Ama şimdiden şunu söyleyebilirim ki, gerçek bir deli/dahi ile karşı karşıyayız...

Bu iki zorlu turdan sonra tekrar biraz dinlenme fırsatım olacak. Belki tatil sırası bana da gelir, kimbilir???

Bu gece dolunay, yarın Merkür normal seyrine dönüyor ama yörüngeye oturması zaman alır, iki gün sonra yaz dönencesi... Ortalık toz duman...Arkadaşlar, arkanıza yaslanın, derin nefes alın ve önünüzdeki 3-4 günü sakin geçirmeye bakın. Yeni işlere başlamayın ve eski karmaşık işlerinizi sonuçlandırmaya bakın. Benden söylemesi... Demedi demeyin!

Şimdiden herkese iyi yazlar...

Milli Takımın Öğrettikleri


Turnuvanın en heyecan verici takımı olduğumuz kesin... Son iki maçımızda "Artık Bitti" derken, mucizevi dönüşler yapıp, yenik durumdan maçları çeviren A Millilerimiz, hepimize unutulmayacak dersler verdi.

Demek ki neymiş???

İmkansız diye bir şey yokmuş...

Mucizeler olabilirmiş...

Eğer gerçekten inanır ve istersen önünde hiç bir şey duramazmış...

Umudu asla yitirmemek lazımmış...

90 dakika bitse de, uzatmalar bitmeden iş bitmezmiş...

Maça asılmak lazımmış...

Yaniiiiii......

Herkes kendi maçına asılsın o zaman...


Aptallıklara...

Diyelim ki balıkmışım ben
Sen de balıkçı...
İkimiz de biliriz
Sineğe bile kıyamazsın.
Öyle boş oltayı atarsın denize, bilirsin salak olmadığımı,
Ama aşık olduğumu bilmezsin.

Ben sana inat yakalanırım...
Şaşırırsın, nerden çıktı bu diye...
İstediğin balık değil ki,
Oturmak iskelede

Mecbur çekersin yukarıya
Acı çekiyorum ne de olsa
Dedim ya kıyamazsın...

Uzanırım avuçlarına
Dudaklarıma dokunursun, iğneyi çıkartacaksın ya
Yoksa sevdiğinden falan değil...

Bilirim senin yanında yaşayamayacağımı
Sen de bilirsin.
Öldürmeye kıyamazsın
Bakarsın avucundaki aptal balığa
Ben de sana...

Sonra beni kurtarmayı seçersin...
Ben avuçlarında ölmeyi seçmistim oysa...

Bırakırsın denize, yüzünde kahraman gülümseme
Hayat kurtardın ya biraz önce
Sessizce boğulurken mavilerde
Son kez bakarım iskeleye
İskeledeki aptal balıkçıya
Sen de kurtardığın balığına...

İdemo Dalje!!!

Hayat sürprizlerle dolu ve her ne olursa olsun yaşanmaya değer... Herşey biz insanlar için... Bazı anlar her ne kadar gülecek gücümüz kalmadığını düşünsek bile, yine de çıkar elbet bir şeyler bizi gülümsetecek... Bugün oltaya takılan saçma-komik-tatlı hikaye şu:


CENAZE ARABASININ ŞÖFÖRÜ BİR KIZA SESLENMİŞ:
''ŞİİİİİİİŞT KIZ GELSENE ARABAYLA GEZELİM"
KIZ DA: "HADİ ORDAN BE !!!! " DEYİNCE ADAM :
"SEN NE DİYON BE, MİLLET BU ARABAYA BİNMEK İÇİN ÖLÜYO ÖLÜYOOOOOO" :))

Galiba sinirler iyice bozulmuş olacak ki, saatlerce güldümmmmm:)))
Haydi idemo dalje!!!

Hırvatistan'dan dönünce...3. Bölüm...




Geçen hafta, Hırvatistan turundayken, bir çok yerde, ülke ve bana hissettirdikleri hakkında notlar tuttum. Epeyce malzeme var elimde ama bazı noktalar var ki, buraya aktarmadan geçemeyeceğim.

Hırvatistan genel olarak, çok çok güzel bir ülke. Doğal güzellikleri yanında, tarihi zenginlikleri gerçekten dikkat çekiyor. Ülkede, Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi' nde bulunan değişik yerler var.


  • Dubrovnik Eski Kent

  • Trogir Aziz Lorenzo Katedrali

  • Şibenik Aziz Yakub Katedrali

  • Poreç Aziz Eufrasius Bazilikası

Ve bir de tabii ki Doğal Miras Listesi'ndeki inanılmaz Plitvice Gölleri...Hayatımda bu kadar güzel bir mavi görmedim. Koyu boncuk mavisi ile nil yeşili karışımı...Hani, temiz bir poyraz estiğinde İstanbul Boğazı'nın aldığı renk var ya, işte onu alın ve birbirinin içine, küçük şelalaler şeklinde akan, irili ufaklı göllere yerleştirin. İşte o kadar güzel...


Turdayken aldığım notlardan bir bölümü aşağıya ekliyorum:


Hırvatistan bence turizm yönünden bir çok şeyi başarmış görünüyor. Sahil kentleri kaliteli turistlere de pek çok şey sunabilecek kapasitede donanmış. Restoranlarında iyi yemek yiyip, güzel şaraplar içip, hiç de kazıklanmadan çıkıyorsunuz. Kötü plastik sandalye ve masalar yok ortalıkta. Gözü yormayan güzel mobilyalarla donatılmış meydanlar. Yemek yemeğe gittiğinizde, temiz masa örtüleri ve ayaklı su bardakları... Servis sektöründe kadınlar var. Birçok restoranda kadın elinin değmesiyle oluşan farkı sezinliyorsunuz.
Köylerde bile temizlik göze çarpıyor. Gecekondu kültürü yok. Evler inşa edilip, çatısı oturtuluyor. Bir de güzel boyanıyor ve pencereler, bahçeler çiçekleniyor. Bu ülke daha 15 sene öncesine dek öldürücü bir savaştaydı. Bazı kentler bombalanmıştı. Şimdiki halini görünce inanamıyor insan. Bu kadar kısa sayılabilecek süre içinde, kendini toparlamış olması harika.
Ben açıkçası biraz kıskanıyorum.
Dubrovnik’ten hiç söz etmeyeyim. Orada gerçekten kıskançlığımdan çatlıyorum. Her yan tertemiz. İnşaatlar olmasına rağmen, gözü ve kulağı üzen, yoran hiçbir şey yok. Şehir surları sanki dün yapılmış gibi kenti çevreliyorlar. Eski kentin ana caddesi Stradun,pırıl pırıl parlıyor güneşin altında. Braç adasından getirilmiş beyaz taşlarla döşenmiş her yer. Bu beyaz taş dünyanın değişik köşelerindeki ünlü yapılarda kullanılmış. Örneğin Washington Beyaz Saray, Viyana’da bazı saraylar...Stradun aslında eskiden denizmiş. Üstü kapatılarak caddeye dönüşmüş. Burayı gördüğünde “Che Straduunnn!!!!” diye bağıran Venedikli denizciyi düşünüyorum her seferinde. “Vay anasını, caddeye bakın!”
Tuvaletler her yerde tertemiz. Tabii şüphesiz ülkenin her yerinde bu standartlar bu seviyede tutturulamayabilir ama yine de bizim geçtiğimiz yerlerin hepsinde, en küçük yerde bile, tuvaletler çok temizdi. Pis kokmuyorlar, hepsinde tuvalet kağıdı var, sifonları çalışıyor, sabun var. Bunları hala yazıyor olmak benim için çok üzücü. Deliriyorum bizim memlekette. Peru bile bazı konularda bizden ileri. Bizde, Göreme’nin tuvaletleri, bazı zamanlar, susuzluktan leş gibi kokuyor. İçeri girmek mümkün bile olmuyor. Bir de üstelik paralı!!! Deli olmak işten değil . Daha böyle neler! Pamukkale, İstanbul Sultanahmet...Leş gibi tuvaletlerrrr...Bir de büyük şehiriz! Büyük ülkeyiz! Bundan daha iki sene önce Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde, susuzluktan tuvaletler çalışmıyordu. Hatırlıyorum. Turistleri benzin istasyonunda tuvalete sokup, müzeye öyle geliyorduk. Allahım!!! En son böyle delirdiğim yer Peru olmuştu. İki hafta önceki seyahatte, Allahın dağ başında Raqchi adlı bir yerde, misss gibi bir tuvaletle karşılaştığımda, küçük dilimi yutacaktım.Para vermeye razıyız, yeter ki temiz olsun. Medeniyet göstergeleri bence bunlar. Ve biz maalesef bunlardan ÇOOOK uzağız. Hırvatistan, AB’ye girecek. Neden? Ne gerek var? Zaten bir sürü şeyi bitirmiş kendi kendine. Birçok kişiyle konuştum: İstemiyorlar ama maalesef bu konuyla ilgili bir referandum bile yapılmamış. İnsanlara AB’ye girmek isteyip istemedikleri sorulmamış bile. Bir girişimle imza toplamaya kalkmış AB karşıtları ama maalesef, yeterli sayıda kişiye ulaşılmamış O yüzden referandum, gündeme bile gelememiş. Herkes diyor ki, Biz değil, hükümet istiyor. Galiba bir sürü ülkede aynı şey var. Ve buna demokrasi diyorlar! Neymiş efendim? Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesiymiş! Hadi canım sen de!


Tam anlamıyla içimden geldiği gibi yazdıklarım bunlar... Cümle düşüklükleri varsa bile, değiştirmeyeceğim. Aslında devamı da var ama belki daha sonra koyarım buraya. Bazı cümlelerimi son bölüme yazarsam, başım derde girebilir, hatta darbecilikle ve faşizmle suçlanabilirim:)) İyisi mi bana kalsın!

Hırvatistan'dan dönünce...2. Bölüm...Deniz Orgu




Hırvatistan’daki gezi sırasında en çok hoşuma giden yerlerden biri Zadar kentidir. Hatta hep derim ki, eğer Hırvatistan’da yaşamam gerekse, keyifle seçeceğim kent Zadar olurdu. Neden mi? Çünkü Zadar hem her şeyi bulabileceğiniz ölçüde büyük ama aynı zamanda da alışıldık büyük kent tantanasından uzak bir şehir. Kitapçıları, kafeleri, meydanları ve parkları, hatta yeter miktarda hayhuyu var. Üstelik deniz kenarında ve hareketli bir liman kenti.
Eski şehir, Venedik yönetimi zamanında, Türkler’ in en güçlü ve korkulur oldukları dönemde, heybetli surlarla çevrilmiş. Çok daha önceki yıllara, Roma dönemine uzanırsanız, o zaman da kentin göbeğinde o devrin en büyük tanığı olan Forum’u bulursunuz. Forum etrafı dikenli tellerle çevrilip, kendi geçmişine hapsedilmemiş...Üzerinde, o güzelim taşlarında yürüyorsunuz. Anadolu’da da görmeye alıştığımız şekilde, Forum’dan devşirilen taşlarla, Aziz Donat Kilisesi yapılmış ki, yapı, üç nefli yuvarlak şekliyle, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aday yerlerden olmuş günümüzde...
Amaaaaaa... Bana sorarsanız, Zadar’ın hangi eserini daha çok seviyorum diye, o zaman size vereceğim cevap, bambaşka bir şey olur: DENİZ ORGU !
15 Nisan 2005’de halka açılan bu modern anıt-eser, aslında deneysel bir müzik enstrümanı...Büyük mermer basamakların altına yerleştirilmiş org borularının içinden, denizin dalgaları ile itilen hava geçince, adeta dev bir org çalınıyormuş gibi oluyor. Siz de yüzünüze serin bir rüzgar çarparken hem yürüyüşünüzü yapıyorsunuz, hem de bütün sahil boyunca bu muhteşem konseri dinliyorsunuz. Hele güneş batarken gösteri inanılmaz oluyor. Limana giriş çıkış yapan gemiler, dalgaları büyüterek, konserin uzaklardan bile duyulmasını sağlıyor.
Hırvat mimar, Nikola Basiç tarafından tasarlanan bu eser, 2006 yılında da Avrupa Halka Açık Mekan Tasarımı ve Şehircilik Projesi Ödülü’nü kazanmış.
Deniz kenarında yaşayan kentlerimizde bu pjojenin bir benzeri acaba uygulanabilir mi? Mesela İzmir’in İmbat’ı ya da İstanbul’un Lodos’u, bu doğal konserlerle daha da güzel olmaz mı??? İnsan düşünüyor...

Hırvatistan'dan dönünce...1. Bölüm...






Uçağım birkaç saat önce İstanbul'a indiğinde suratıma çarpan sıcak rüzgar, Zagreb'deki serinlikten sonra, resmen sersemletti beni. Şimdi evimin rahat ortamında, son hafta boyunca yaptıklarımızı düşündükçe, Adriyatik kıyılarında müthiş bir bahar yaşadığımızı iyice anladım.

Hırvatistan'da Mayıs muhteşem oluyormuş meğer. Eğer gidecekseniz, bence Mayıs süper bir dönem. Tabii eğer tatil denince sadece deniz ve kum düşünenlerdenseniz, Mayıs ayı biraz erken olabilir ama henüz etrafı turistler basmadan, her yanın yemyeşil olduğu bu taze mevsimde orada olmak, inanın sizi çok daha fazla mutlu kılacaktır.

Bizim rotamız Bosna Hersek'te Saraybosna ve Mostar ile başladı. Sonra Adriyatik kıyılarına kırdık dümeni ve Dalmaçya'da Dubrovnik, ilk durağımız oldu. Dubrovnik, dünyanın en iyi korunmuş ortaçağ kalelerinden birinin içinde, eski mahalleleri, daracık sokakları ve romantik ortamıyla insanı büyülüyor. Pırıl pırıl temizlenmiş, onarılmış ve son acı savaşın küllerini üzerinden atmış. UNESCO tarafından "Dünya Kültür Mirası Listesi"ne alınan kent, modern limanıyla, her gün binlerce turisti ağırlıyor.

Split, ülkenin en büyük ikinci şehri. Aslında şehri pek sevmiyorum ama yine de UNESCO listesinde bulunan İmparator Diocleziano'nun sarayı, inanılmaz... Her tarih meraklısının bayılacağı güzellikte bir yer. Split eski kent, imparatorun sarayının kalıntıları içinde kalmış. Oradayken aklıma gelen şey hep, Bizans Büyük Saray oluyor nedense... Keşke birazını görebilseydik! İmparator, doğum yeri Salona'ya çok yakın bir koyda, emeklilik günlerini huzurla geçireceği bir saray inşa ettirip, görevinden kendi rızasıyla ayrılınca, buraya yerleşiyor. Onun ölümünden sonra, metruk hale düşen bu saraya, 6. yüzyılın sonunda, Avarlardan kaçan Salonalılar yerleşiyor. Ondan sonra da, saray kalıntıları yavaş yavaş gerçek bir şehre dönüşüyor. Diocleziano, imparatorluğu zamanında, bütün Hristiyanları düşman belleyip, birçoğunu feci işkencelerle idam ettirmiş. Sonra gün gelip kendi göçüvermiş bu dünyadan ve PANTEON benzeri mezarında, sonsuz uykusuna yatırılmış. Sonra yüzyıllar geçip de Salona'dan gelen, artık Hristiyanlaşmış insanlar, beraberlerinde aziz saydıkları kişilerin kutsal emanetlerini getirince, imparatorun mezarı, katedrale dönüştürülmüş ve bu emanetler, oraya gömülüvermiş. İmparatorun lahti, sırra kadem basmış...Onun yerinde şimdi azizlerin lahitleri duruyor. İşte ironi diye buna derim ben! Sen tüm hayatın boyunca Hristiyanlardan nefret et, sonra gel onlarla koyun koyuna yat, hem de sonsuza dek! İnanılmaz hikaye, değil mi?

Dalmaçya Kıyıları

Dünyada olup biten bin türlü acı olayın üstüne, şu anda HIRVATİSTAN'dayım... Nasıl iyi geldi anlatamam! Mayıs ayının en güzel renkleri, bütün yamaçları donatmış...Her yer katırtırnakları, laleler ve binbir türlü zambakla kaplı... MUHTEŞEMMM...
İlk fırsat bulduğumda daha etraflıca yazacağım... Ama şunu hemen söyleyebilirim ki, DUBROVNİK bir harika:))

Myanmar Felaketi ve Düşündürdükleri



Bu dünyanın en çok sevdiğim köşelerinden biridir Myanmar ve geçen haftadan beri orada yaşanmakta olan trajedi, içimi acıtıyor. Güneydoğu Asya'yı vuran en büyük felaketlerden biri olan uğursuz NARGİS kasırgası, binlerce insanı kurban almakla yetinmedi, yüzbinlercesinin de evsiz barksız, aç ve susuz kalmasına sebep oldu. Yaklaşık bir milyon kişi, muhtemel salgın hastalıkların tehdidi altında kıvranmakta. Her türlü sıkıntıda, üzüntüde dahi pırıl pırıl gülümsemesini yitirmeyen Myanmar halkının bu şartlarda hala gülümseyebildiğini hiç sanmıyorum.

Dış basına yansıyan haberler gerçekten son derece ürkütücü. Ülkenin güney kısmı adeta sular altına gömülmüş durumda. Uydu fotoğraflarını okuyunca anlıyorsunuz ki, birçok köy haritadan resmen silinmiş. İnsanın aklı almıyor bu şekilde bir doğal felaketi... Her türlü şarta meydan okumaya pek meraklı insanoğlu, işte böyle zamanlarda aslında ne denli çaresiz olduğunu hatırlayıveriyor doğanın öfkesi karşısında. Volkanların püskürmesi, depremlerin toprağı boydan boya yarması, fırtınaların koca koca ağaçları köklerinden sökerek istediği yöne savurması, sel sularının çamurlu ağzıyla önüne gelen herşeyi yutması, dalgaların köpürerek kıyılara saldırması... Bunlar insana ne kadar miniminnacık olduğunu hatırlatan sahneler değildir de nedir? Amaaaaa...İnsanoğlu ders alıyor mu??? Buna verilecek cevabın ne olduğu hepimizce son derece aşikar...

Myanmar, toprak altı zenginlikleri çok olan bir ülke. Dünyanın en büyük yakut madenleri orada. Petrol açısından da fakir sayılmaz. Toprakları bereketli, özellikle İrrawady nehrinin geçtiği yerler oldukça verimli. Dünyanın açlık çeken pek çok ülkesine oranla şanslı bile sayabiliriz. Her ne kadar halkı zengin olmasa da, yaygın tarım sayesinde kendine yeter derecede üretim yapabiliyor. Hayvancılık da çok önemli. Zaten ülke nüfusunun büyük bir kısmı toprakla iç içe yaşamakta. Şehirlerde yaşayan nüfusun bile mutlaka kırsalla, kopmayan bir bağı var. Aslında o kadar iyi durumda olabilecek bir ülke ki! Maalesef yüzyıllar boyu kötü yönetilmiş. Topraklarında güçlü krallıklar kurulup yıkılmış, büyük savaşlar olmuş, 19. yüzyılda İngiltere'nin Hindistan merkezli bölge hakimiyeti Myanmar'ı da etkisi altına almış. Emperyalizme karşı duran bir grup insanın önderliğinde, bağımsızlığına kavuşmus Myanmar ama maalesef bu beraberinde huzuru getirememiş. Sonunda iş gelmiş kilitlenmiş askeri yönetimlere. Bugün ise Myanmar, hala askeri rejimle yönetilmekte. Baştaki cuntanın, dünyanın en kapalı totaliter rejimini sürdürdüğünü okuyorsunuz gazetelerde. Kimi gazeteciler bir adım ileri gidip, cuntayı kendi gölgesinden bile korkan bir paranoyağa benzetiyorlar. İnsan hakları ihlalleri, faili meçhul cinayetler, kayıplar, sebepsiz tutuklamalar... Myanmar hakkında duyulan şeyler sadece bunlar. Hele bu son felaket, gözlerin iyice bu ülkeye çevrilmesine neden oldu. Cunta beceriksizlikle suçlandı. Halkına yardım götürmekte geciktiği yazılıp çizilirken, dışarıdan gelen yardımların da kabul edilmediği, cuntanın bu işe de taş koyduğu söylenip duruldu. Hatta askerlerin fakir halka yardım edeceklerine, yüksek rütbeli subayların evlerinin önünü süpürmekle meşgul oldukları yazıldı. Bunlarda şüphesiz gerçek payı vardır ama benim hala birtakım şüphelerim var.

Ben artık dünyanın büyük medyasında yazılıp çizilenlerin doğruluğundan şüphe ediyorum. Bu büyük medyanın hakim güçler tarafından istenildiği şekilde kullanıldığını düşünüyorum. Dünya kamuoyu üzerinde istenilen hava yaratılabilsin diye, herşeyin ve her haberin istenildiği gibi yontulduğunu düşünüyorum. Demiyorum ki cunta sütten çıkmış ak kaşık! Tabii ki totaliter bütün rejimler, son derece sevimsiz ve insanlık dışıdır ama bu okunanlar da gerçek mi???Şimdiiiii...Myanmar'ın tarihine bakıldığında görülen bir gerçek var: Ülke devrin büyük güçleri tarafından sürekli bölünüp yönetilmek istenmiş. Myanmar gerçek bir etnik grup, dil ve renkler mozayiği...İşte yüzyıllar boyunca bu farklılıklar öne sürülüp, pompalanarak Myanmar'ın birliği yok edilmeye çalışılmış...Amaç bölmek, zayıflatmak ve ardından da ülkenin bütün toprak zenginliklerini rahat rahat sömürmek. Maalesef bu gerçek!!!!! Emperyalizmin acımasız pençeleri, bir ülkenin böğrüne saplandığında, dirlik ve düzen kalmaz orada. İşte Myanmar'ın da başına gelenler bunlardır... Cuntanın varlığı, ülkenin içine kapalılığı, ABD başta olmak üzere batılı yabancılara güvenememeleri... Bunlar sebepsiz yere oluşmuş refleksler değil! İpin ucu kaçmış, katılıyorum ama ateş olmayan yerden de duman çıkmaz!

Bütün bu felaketlerin içinde, yaşama savaşı veren yüzbinlerce insan için dua ediyorum. Bir an evvel bu yaraların kapanmasını ve yaşamın olabildiğince çabuk normale dönmesini diliyorum. Cuntanın bu felaketten bir ders çıkarmasını istiyorum: Dünyada yapayalnız kalmak iyi birşey değildir. Felaketlerde elinizi tutacak dostlarınız olmalı. Sadece kişisel boyutta değil, ülkesel boyutta da geçerlidir bu kural. Veeee herşey çabucak düzelsin istiyorum ki Aralık ayı geldiğinde yine bu çok sevdiğim ülkeye gidebileyim. Bagan'da İrrawady nehri üzerinde güneş batarken, oturup o renkleri içime çekebileyim. Yangon'da Strand Hotel'e gidip, koloniyal barında içki içebileyim, Shwedagon'da ilahilere eşlik edip, Mandalay'da kukla tiyatrolarını seyredebileyim. İnle'de gölün ortasında kazıklar üstünde kurulu otelimizde sabah uyanıp, balkonumun altından geçen İnta balıkçılarını selamlayabileyim.

Canım Myanmar! Dayan güzel ülke!

Yalnızca


Çiçeğim, bu yaşamak değil
Tek tek
Ne geceler bir şeye benzer, ne yollar böyle
Tek tek
Kuzular meler mi ıssızlıklarda
Kuş uçar mı
Kavaklar sallanır mı hiç
Tek tek

İşte görüyorsun doğar yavaşça
Büyür
Çoğalır yıldızlar
Tek tek

İşte görüyorsun kıyılarda
Başlar maviden
Kaplar mor dalgalar denizleri
Tek tek

Çiçeğim, olmaz ki dağlar dağ
Sular su
Ölümler ölüm karanlıklarda
Tek tek


Fazıl Hüsnü Dağlarca

Dünyanın En Tuhaf Kenti La Paz





Bundan birkaç sene evvel, La Paz’a ilk kez geldiğimde, gördüklerim karşısında gözlerime inanamamıştım, kelimenin tam anlamıyla nutkum tutulmuştu. Şehir hakkında okuduklarımla, araştırıp bir araya getirdiklerim, bana sıradışı bir yerle tanışacağımın ipuçlarını vermişti ama insan yine de, bazı şeyleri görmeden tam olarak anlayamıyor. Ben de La Paz’ ı tepeden görünce, derin bir çukurun içinde uzayıp giden kent dokusu karşısında, hayrete düşmüştüm.
La Paz 1548 yılında İspanyol Conquistadores’ lerden Alonso de Mendoza tarafından, bölgenin AYMARA yerlilerinin yaşadığı Choquiapo köyünün üstüne Nuestra Senhora de la Paz adıyla kuruluyor. Yakınlardaki zengin altın ve gümüş yataklarının peşinde olan İspanyollar, ateşli silah üstünlüklerini kullanarak yerlileri neredeyse esir alıp, Batı’daki okyanus sahiline akıtıyorlar bu zenginlikleri. Oradan da ver elini İspanya! Bütün bu hareketin orta noktasında yer alan La Paz, hızlı bir gelişim süreci izleyerek And Dağları’nın Altiplano olarak adlandırılan yüksek düzlüklerinin en zengin kenti konumuna geliyor. Ülke Simon Bolivar’ın önderliğinde, 1825 yılında bağımsızlığını kazanınca, La Paz özgür Bolivya yönetiminin merkezi oluyor. Bugün de her türlü zorluğa rağmen, Bolivya’nın başkentliği görevini sürdürüyor.
Derin bir kanyonun içinde kurulu kent, yukarıdan bakıldığında gerçekten tüyler ürpertici bir görünüme sahip. Yukarıda bulunan uydu kent El Alto ile aşağıda bulunan Prado ve hatta daha da aşağıdaki varsıl mahalleler arasındaki rakım farkı 1000 metreden fazla. O kadar ki, tepede değil ağaç ot bile bitmezken, aşağıdaki yumuşak iklimli ve bol oksijenli mahallelerde, palmiyeler ve begonvilli bahçeler bulunuyor. Fark dehşet verici! Bol oksijenden bahsetmişken şunu unutmamak lazım: La Paz, şehir merkezinde ulaşılan 3600 metrelik rakımı ile, dünyanın en yüksek başkenti ünvanını elinde tutuyor. Yukarı şehir El Alto’ da 4100 metrede bulunan uluslararası havalimanı, dünyanın en yüksek rakımlı alanlarından biri...Her isteyenin kolaylıkla iniş kalkış yapabileceği bir alan değil zira bu yükseklikte havanın kaldırma kuvveti deniz seviyesine göre o kadar az ki, uçaklarda bazı ayarların özel olarak denetlenmesi gerekiyor. Gerçek bir ustalık ve alışkanlık gerektiriyor bu tip iniş kalkışlar.
Şehrin eski bölümünde yer alan “Cadılar Çarşısı” La Paz’a çok yakışıyor bence. Burada satılan ürünler kurutulmuş lama ceninlerinden başlayıp zehirli ve sarhoş edici San Pedro kaktüslerine dek uzanan geniş bir yelpazeye sahip. Eh, sadece domates, patates ve mısır satılsa olmazdı ki zaten! Şehrin ruhuna uymazdı! Burada Toprak Ana, Büyük Tanrıça Pachamama’ ya, adak törenlerinde sunulan bir çok tanıdık tanımadık obje var. Ama en ilginçleri rengarenk bolluk bereket sembolleri; sevişen kadın erkek heykelcikleri; daha önce bahsettiğim kurutulmuş lama ceninleri; minik büyü bebekleri; şekerden yapılmış paralar; renkli fotokopiyle çoğaltılmış euro ve dolar desteleri; kartondan yapılıp süslenmiş ev, araba, otobüs, kamyon, dükkan ve hatta sahnede şarkı söyleyen rock grubu şeklindeki sunular... Fakat işin daha da ilginci, Pachamama’ ya sunulan bu sembollerin ve akılalmaz objenin, Titicaca Gölü kıyısında kurulu Copacabana’daki büyük hac merkezi olan Meryem Ana Kilisesi önünde de satılıyor olması. Hem de Tanrı’nın Anası’na sunmak için! İşte yerliler Hristiyanlığı ancak bu şekilde benimsemişler. Meryem’ i Pachamama ile özdeş tutarak. Birini öbürüne dönüştürerek... Tıpkı bizim Anadolu topraklarının Kibele’sinin, Hititler’in Hepat’ının, İyonya’nın Efes Artemisi’ nin Meryem Ana’ ya dönüşmesi gibi...
Şimdi “bana göre mutlaka yapılması gerekenler” listesi vereyim:
· İlk önce şehrin tepesinde durup kutsal İllimani tepesinin fotoğrafını çekin. Resmen şehrin tepesinde dikilmiş bir deve benziyor.
· Sonra şehrin en dibine inip, Kapadokya vadilerini andıran Ay Vadisi’ni gezin.
· Ülkenin Parlamentosunun ve resmi Başkanlık Sarayı’nın yer aldığı Murillo Meydanı’ nda, Şeref Kıtası’nın bayrak törenini izleyin. Kimi akşamüstlerinde başkan Evo Morales de eşlik ediyor onlara. Bir kaldırım kenarında oturup kalabalığı seyretmek o kadar keyfli ki...
· Şehrin koloniyal mahallelerinin renkli evleri arasında dolanırken, bırakın haritayı ve kaybolun. Nasıl olsa her yer yokuş... Yokuş aşağı indiğinizde hep merkeze ulaşıyorsunuz. Kaybolmanız mümkün değil. Birazcık da şansınıza güvenin. En güzel fotoğraf kareleri bu şekilde yakalanıyorlar.
· San Fransisco Kilisesi’ nde akşam ayinini kaçırmayın. Halkla içiçe olmanın en iyi yolu. Kilise her akşam dolup taşıyor.
· Cadılar Çarşısı’ ndan bereket muskası alın. Denemeye değer. Haa, bir de her ihtimale karşı bir deste dolar ve euro alın. Belli mi olur? Ya tutarsa?
· Akşam yemeğinizi Huari restoranda yerseniz, bir de güzel dans ve müzik gösterisi izlersiniz. Yemekler fena değil. Domates soslu balık istemeyin sakın zira sos derken bildiğiniz salçadan bahsediyorlarmış, bu sefer gittiğimde öğrendim. Balığın canına okunmuştu...Bir de etrafınızda bir sürü turist olacaktır şüphesiz ama başka nerede görebilirsiniz ki Bolivya danslarını? Sıkacaksınız dişinizi artık!
Gün olur da yolunuz Bolivya’ ya düşerse, mutlaka haberim olsun. Oralarda yapılacak daha bir sürü renkli şey var. Ama hepsini buraya yazarsam size ne kalacak araştırmak için? Yola gitmenin en güzel yanlarından biri de önce evde çalışmaktır bence...

Pürlen'in Gözyaşları...


Bir duru sözle gönül alana,
Bir kuru dalla çiçekle gelene
Gitti gidiyor yaralı yüreğim
Gitti gidiyor kanadından tut!

A benim gözleri görmeyenim
A benim kadrimi bilmeyenim
A benim hasreti dinmeyenim
Beni elinle ellere gönderme

Ah anam garip anam,

Ne sarayda ne handa bir zalim ocağında sevdam ağlıyor
Ne gam ölsem uğrunda beni zehir zemberek diller dağlıyor

Düşünen Kadın


Su anda Madrid Barajas Havalimanı’ ndaki özel yolcu salonunun yeşil kanepelerinden birinde, adeta evimdeymişçesine, sere serpe uzanmiş dinlenirken, aklım son senelerde şekil değiştiren yaşantımın detaylarına takıldı. Durup dururken gelmedi aklıma bu düşünceler, minik, önemsiz şeyler bu düşüncelere dalmama yol açtı.
Dün gece okyanusun üzerinden karanlık gökyüzünü yararak, Doğu’ya doğru uçarken, ilk okyanus aşırı uçuşumu düşünmüştüm. Kaç sene önceydi, hatırlamıyorum bile. Ama çok heyecanlandığımı ve saatlerce, altımda uzanan bomboş okyanusu seyrettiğimi hatırlıyorum. Galiba yine Peru’ya uçmuştum ilk defa okyanus üstünden. Ne yenilikti Tanrım!!! Uyumamak için, uçuşun her saniyesini doya doya yaşamak için, kendimi zorlamıştım. Uzun gelmişti, adeta bitmek bilmemişti ve sonunda Lima’ya indiğimde, dünyanın bir ucuna geldiğimi iliklerimde hissetmiştim. Gerçekten de dünyanın diğer ucundaydım ve bu benim için bir ilkti!
Şimdi ise köprülerin altından çok sular aktı. Artık dünyanın her yeri benim gerçekten evim gibi oldu. Okyanus aşırı uçmak benim için artık dünyanın en normal şeyi. Avrupa uçuşlarını uçuştan saymıyorum bile! Kadıköy dolmuşuna binmek gibi bir şeye dönüştü resmen. Bunu ukalalık ya da şımarıklıktan yazmıyorum. Saf gerçek bu!
Az önce Madrid’e indiğimde, Lima’ya her gidiş gelişimde soluklanıp, kahve içtiğim özel salona uğradım. Buraya girmemi sağlayacak kartımı İstanbul’da evde unuttuğumu Lima’ya giderken yine burada farketmiştim iki hafta önce. Kapıdaki görevli genç adam, gerekli ödemeyi alıp, beni içeri kabul etmişti sorunsuz. Demin buraya geldiğimde, yine aynı görevli genç adam vardı ve beni hatırladı. İçeri aldı hemen ve “Evinize Hoşgeldiniz” dedi. Bir anda kafama dank etti! Dünyanın her köşesi artık benim evim olmuş! Onun Arap asıllı iş arkadaşı yüzüme bakıp, beni adımla selamlayınca, iyice şaşırdım. Beni Ocak ayındaki Peru’ya gidişimden hatırlamış meğer...Şaşırdım kaldım...
İşte bu küçücük olay, bir anda kafamın içindeki kapıları açmaya başladı birer birer. Çocukluk hayallerimi düşündüm. Neler yapmayı düşlemiştim ve şimdi onların neresindeyim diye düşünmeye başladım. Farkettim ki, aslında yapmak istediğim bir sürü şeyi, hala genç sayılabilecek yaşta yapmışım, başarmışım. Bitirmiş kenara koymuşum...İşte şimdi farkediyorum ki, aslında çok şanslıyım!
Hayatta en çok istediğim şey, dünyayı görmek, her köşesini tanımaktı. Kariyer, para pul, şöhret hiçbir zaman umurumda olmamıştı baştan beri. Şimdi durup da yaşantıma bakınca, işte bu isteğimin en güzel şekilde gerçekleştiğini görüyorum. Nereye gidersem gideyim, dünya benim evim olmuş! Kathmandu’nun sokaklarından, Berlin’in müzelerine; Paris’in kafelerinden, Cusco’nun renkli meydanlarına; Himalayalar’dan And Dağları’na dünya benim! Tibet’in platolarını da biliyorum, Amazon’un ormanlarını da... İskandinavya fiyordlarını da seviyorum, Tayland’ın adalarını da...Ve işin en güzeli bunların hepsi de benim parçam gibi. Yabancılık çekmiyorum, kendimi evimde hissediyorum...
İşte Madrid Barajas Havalimanı’ ndaki dinlenme molamın bana düşündürttükleri...Az sonra uçağa atlayıp, istanbul’a geliyorum. Bir kaç gün “gerçek” evimde kalıp, sonra yine yollara devam edeceğim. Ama dürüstçe söylemem gerek: Bu gidişlerin en güzel yanı EVE DÖNMEK!!!

Titicaca Notları

Sabah yine gün doğmadan uyanıp yol çıktık. La Paz sokaklarında henüz hayat başlamamıştı. Her yer kapkaranlık ve sessizdi. Otobüsümüze atlayıp, henüz kalabalıklaşmamış caddelerden hızla geçerek, önce yukarı kent EL ALTO’ya ulaştık. El Alto,La Paz’ın tersine çoktan uyanmış ve günlük karmaşasına bürünmüştü. Kamyonlar, minibüsler ve yayalar kuralsızlığın tadını çıkara çıkara gül gibi geçinip gidiyorlardı her zamanki gibi. O sıralarda gün ağırmaya başladı ve etrafımızdaki tantanayı seyrederken, ufuk çizgisini belirleyen karlı dağları da görmeye başladık. Cordillera Real denilen bu dağlar gerçekten görkemli manzaralar yaratıyorlar. Hele La Paz’ın tepesine bir dev gibi dikilmiş İLLİMANİ dağı, unutulmaz! Karla kaplı muhteşem bir kütle!
Bu satırları yazarken, Titicaca Gölü’nde bir kapalı hidrofoil içindeyim. Erkenden ilk olarak yüzer adaları ziyarete gittik. Uros Iruitos denilen topluluğun, Tortora denilen sazlardan yaptıkları bu adalar, her ne kadar artık turistler için bir mizansen gibi görünse de, binlerce yıllık kültürü anlamanın tek yolu. Yüzer adaya gitmek için hidrofoilden, küçük teknelere aktarma yaptık ve manzaranın güzelliklerini içimize çeke çeke, çıktık saz adanın üstüne. Adanın şefi karşıladı bizi ve kendi öz lisanı olan Pukina dilinde hoşgeldiniz dedikten sonra, adaların geleneklerini anlattı. İnsan gerçekten gözünü kapatıp dünya haritasını zihninde canlandırdığında, bir anda daha bir farkına varıyor nereye geldiğinin. Ben böyle uzak coğrafyalara geldiğimde hep bunu yaparım. Çok da hoşuma gider.
Su dakikalarda Ay Adası’na gidiyoruz. Huatajata’dan teknemize başka turistler de bindiler. Sanırım onlar da bizim turumuzu yapıp ardından Copacabana’da kıyıya çıkacaklar. Hatta belki onlar da Peru’ya geçeceklerdir bizim gibi.
Hava bulutlu ama çok parlak, insanın gözünü alıyor hatta. Bulutların sıyrıldığı yerlerde, boncuk mavisi bir gökyüzü görünüyor. Belki öğlene doğru hava açar da biz de bu parlak maviyi görebiliriz. Hava bu yükseklikte inanılmaz derece temiz, görüntü çok net. Ekvatora da yakın olduğumuz için güneş ışınları dik geliyor ve başka yerlerde olmayan bir netlik kazandırıyor herşeye. Titicaca gölü, 8560 km2lik yüzölçümüyle, gerçek bir iç deniz. %52si Peru’nun, geri kalanı ise Bolivya’nın. Yılın her günü ulaşıma açık. Vızır vızır tekneler işliyor bazı noktalar arasında. Bazı geçitlerde otomobiller, motosiklerler ve hatta otobüsler bile adeta sala benzeyen deniz araçlarıyla karşıdan karşıya geçiyorlar. Manzara gerçekten güzel. Gölün etrafı karla kaplı bembeyaz tepeleriyle mavi gökyüzüne işlenmiş gibi duran And Dağlarıyla çevrili. Şu anda bile kafamı sağa çevirdiğimde kocaman bir dağ kütlesiyle gözgöze geliyorum.
Tiquina Boğazı’na geldik ve şu anda bir otobüsü karşıdan karşıya geçirdikleri içi beklemek zorunda kaldık. Kaptanımız teknemizin sirenlerini çalıyor şu sırada. Bu hem donanma üssüne hem de Bolivya bayrağına bir selam anlamını taşıyor. İnsanın bu dağlarla çevrili, 4000 metrelik bir ülkede donanma da neyin nesi diye sorası geliyor. Cevabı tarihte yatıyor. 19.yüzyılın sonunda Peru ve Bolivya birleşerek, Şili’ye savaş açıyorlar. Sebep nitrat zengini Atacama çölünün bir parçasına sahip olabilmek. Maalesef, savaş Peru ve Bolivya için tam bir hezimet oluyor. Şili Peru’yu işgal edip, Lima’ya kadar giriyor ve Bolivya da zaten az olan deniz kıyısını bu yenilgiyle hepten kaybediyor. Savaşın üstünden epeyi zaman geçmiş olmasına rağmen Bolivyalılar hala denizi kaybetmiş olmanın acısını taşıyorlar içlerinde. Bugün Bolivya donanması, Titicaca Gölü ve büyük nehirlerdeki güvenlikten sorumlu bir yerel güç konumunda.
Az sonra ilk İnka Manco Capac’ın karısı ve kızkardeşi Mama Occlo’nun doğum yeri olan Ay Adası’na ulaşmış olacağız. Ardından Manco Capac’ın doğum yeri Güneş Adası’na devam edeceğiz. Öğle yemeğimizi de orada yiyip, Copacabana’da kıyıya çıkacağız.

Machu Picchu Notları


Bugün Machu Picchu bizi çok iyi ağırladı. Uzun zamandır yaptığım en güzel Machu Picchu gezisi oldu dersem hiç de abartmış sayılmam.

Sabah trenle Aguas Calientes istasyonuna iner inmez, peronda, burada kalacağımız otelin personeliyle buluştuk. El çantalarımızı onlara verdik ve ardından da hemen bizi esrarengiz İnka şehrine çıkaracak olan otobüse atladık. Niyetimiz kalabalık ve sıcak bastırmadan gezimizi yapıp, Machu Picchu' nun tadını çıkarmaktı. Otobüsümüz kıvrıla kıvrıla yükselen bir toprak yoldan olağanüstü manzaralar eşliğinde bizi yukarıya çıkardı. Kontrol kapısında bilet dağıtımı işi de bitince, sıra geldi gezinin kendisine...

Bacaklarımıza ve nefesimize kuvvet diyerek başladık yavaş yavaş tırmanmaya. Oflaya puflaya, dura kalka, "Daha gelmedik mi İlknur Hanım?" sorularına "Az kaldı, şurayı dönünce geldik" yalanları uydura uydura tırmanışımızı tamamladık. Geldiğimiz noktadaki manzara öylesine harikaydı ki, herkes tırmanışın her adımına değdiği konusunda hemfikir oldu. Gerçekten de ulaştığımız nokta, o kitaplarda ve kartpostallarda gördüğümüz klasik Machu Picchu fotoğraflarının çekildiği yerdi. Yani "Olmazsa Olmaz" noktalardan biri! Üstelik bugün hava öylesine güzeldi ki, bulutlar sadece zirveleri kaplamış ama pırıl pırıl parlayan güneşimizi engellememişlerdi. Ben ki fotoğraf çekmeyi sevmem, elimde iyi bir makina olmadığı için hayıflanmadım değil...

Machu Picchu' nun her köşesini kapsayan gezimiz tam 3,5 saat sürdü ve sonlara doğru yorgunluk bastırsa bile, kimse gık bile demedi. Saat 12.30da turumuz bittiğinde, hepimiz kurtlar gibi acıkmış, susamış, terlemiş, yorulmuş ama çok mutluyduk...Kendimizi şımartmak ve ödüllendirmek için hemen Machu Picchu Sanctuary Lodge' un zengin açık büfesine daldık.

Öğleden sonra ise kimimiz yeniden şehre döndü, kimimiz Aguas Calientes' teki otelimize gidip, dinlenmeye çekildi, kimimiz de Machu Picchu' dan aşağı yürüdü. Ben ne mi yaptım??? Tabii ki, buraya her gelişte yaptığım için artık klasikleşen bir rutinimi: Herkes gidip de yukarıda yalnız kalınca, manzaraya hakim bir köşede otların üstüne yayılıp, Beethoven 7. Senfoni' yi dinledim. Özellikle 2. bölümü, buraya çok uyuyor:))

Şimdi biraz Machu Pichu notları vereyim sizlere:


  • Sabah Machu Picchu' ya ne kadar erken girerseniz o kadar iyi. Özellikle günübirlik gezenler gelmeden sabahın erken saatlerinde kalıntılar arasında dolaşmak, dünyanın en büyük keyiflerinden biri.

  • DİKKAT! Biletleri girişte alamazsınız. Aguas Calientes kasabasının merkezindeki Tourist İnformation bürosundan almanız gerekiyor. Çalışma saatleri ise 05.00-22.00.

  • Gezerken yanınızda mutlaka şapka, güneş kremi, rüzgarlık ve su olsun. Güneş çıktığında çok yakıcı oluyor, hava bulutlanıp bir de üstüne rüzgar çıkarsa bu sefer de üşütüyor. Üstelik yağmur ormanlarının da başlangıcı olduğu için, kısa süreli sağanaklar da işin sürprizi. Ama ardından hemen güneş açtığı için gökkuşakları Machu Picchu' nun neredeyse bir parçası gibiler.

  • Ayakkabılarınızın topuksuz ve kapalı yürüyüşe uygun ayakkabılar olması gerektiğini bilmem söylememe gerek var mı?

  • Uzun ve kısa olmak üzere iki gezi rotası var. Bence o kadar yol gitmişken uzun tur yapın çünkü göreceğiniz manzaralar gerçekten buna değecektir.

  • Acıkırsanız, girişte güzel bir açık hava kafeteryası var. Tazecik sandöviçler, pastalar, meyve suları ve başka içecekler satılıyor. Daha zengin bir şeyler isterseniz ise, Machu Picchu Sanctuary Lodge' un işlettiği öğle yemeği büfesi var. Fakat bunun da tek sıkıntısı, bütün turist gruplarının orada yemek alıyor olması. Hem kalabalık hem de çok gürültülü oluyor. Biz de grup olduğumuz için orada yemek aldık. Büfe inanılmaz güzeldi ve herkes bayıldı ama eğer yalnız geziyorsanız size önerim, hemen yandaki otelin içindeki çok daha sakin olan alacart restorandır. Ya da en azından kahvenizi orada için...Cappuccino' su hiç de fena değildi. Üstelik barda iki de bilgisayar var, internete girebilirsiniz.

  • Eğer şansınız ve bütçeniz varsa, Machu Picchu Sanctuary Lodge' da kalın. Şansınız varsa derken oda bulma anlamında söylüyorum. Otel Orient Express tarafından işletilmeye başladığından beri neredeyse her mevsim dolu. Yer bulmak gerçekten çok zor. Bütçeniz varsa derken de otelin pek de ucuz olmadığını söylediğimi tahmin edebilirsiniz ama eğer ben yalnız gelsem ne yapar ne eder, bir geceyi orada geçirip, sabah kimsecikler yokken Machu Picchu' ya girerdim. Sabah sisi daha henüz kalkmamışken, kalıntılar arasında yürümek insanı bambaşka bir dünyaya ve zamana götürüyor.
  • Aguas Calientes' te kalacaksanız, o zaman da SUMAQ HOTEL tartışmasız en iyi seçenek. Yepyeni ve pırıl pırıl... Nehir manzaralı oda isteyin mutlaka. Bir başka süper seçenek ise Machu Picchu Pueblo. Onun da harika bir bahçesi var. En azından bir kahve içmeye uğrayın mutlaka.

Size beylik tarih bilgileri yazmadım zira istediğiniz her türlü bilgiye kolaylıkla internette ulaşabilirsiniz. Yarın trenle yeniden Ollanta üzerinden Cusco'ya dönüyoruz. gezimizin temposu elverdikçe, yeni notları ekleyeceğim.

Machu Picchu Treni Notları


Uyandırma çaldığında henüz hava kapkaranlıktı. Günün ilk ışıklarıyla yollara düşüp, Ollanta tren istasyonuna ulaştık. Trenlerde sebebini tam anlayamadığım bir karışıklık olmuş ve bundan dolayı hemen hemen bütün tren saatleri birbirine girmiş. Allahtan biz ilk trenle gidenlerdeniz de fazla etkilenmedik.
Bu satırları yazarken Ollanta’dan saat 06.40da hareket eden trenin içindeyim. Trenimiz dağlarin arasından, çılgın gibi akan Vilcanota(Urubamba) nehrinin yatağını izleyerek Aguas Calientes istasyonuna doğru yola devam ediyor. Fonda güzel bir müzik var. Az önce özenli bir kahvaltı servisi yapıldı. Sıcak içeceklerle birlikte...Helal olsun diyor insan...Kahvaltı kutusunun üzerine yapıştırılmış minik taze çiçekler herkesin takdirini kazandı. Uygarlık detaylarda gizlidir bence de.. Derin bir vadinin tabanındayız ve dağlar etrafımızı tamamen sarmış durumda. Bulutlar resmen vadiye inmiş durumda ve manzaralar inanılmaz. Herşeyin en tepesinde zirveleri karla kaplı And Dağları. Bulutlar gerçekten ağaçların arasında kadar sızmış ve biz de bu bulutları yara yara gidiyoruz. Trenimizin tavanının yarısı camla kaplı olduğu için, dağların zirvelerini, bulutları ve kayalık vadi yamaçlarını rahatlıkla seyredebiliyoruz. Herkesin keyfi yerinde.
İşte size bazı notlar:
Machu Picchu’ ya gitmenin en güzel yolu işte bu tren. Rahat ve manzarası bol. İsteyen Cusco’ dan da binebilir trene ama turist grupları genellikle Ollanta’ dan biniyorlar ve oradan Machu Picchu Aguas Calientes istasyonuna bir buçuk saat sürüyor yolculuk.
Trende sabah saatlerinde kahvaltı veriliyor: İçinde iki adet sandöviç, bir küçük tartölet ve yanında servis edilen çay/kahve/koka çayı ya da başka soğuk içecek. Nasıl iyi geliyorrrr....
· Vakti olup da formda olanlar meşhur İnka Yolu’ nu yürüyebilirler. Ollanta‘ dan yola çıkıp, yolun başında kontrol noktasından geçtikten sonra üç gece dört gün süren macera gerçekten unutulmaz ama çok iyi organize olmak gerekiyor. Bu organizasyonunuzu iyi olduğundan emin olduğunuz bir yerel acentaya bırakmak en iyisi yoksa yol boyu aç, susuz ve çadırsız kalma ihtimali var. Bir de gerçekten formda olduğunuzdan emin olun zira yokuşlar gözlerinizden yaş getiriyor...Yükseklik de cabası!
· Trende satış da var: Sabah trenlerinde kitap, DVD, tişört, şapka ve hatta fotoğrafçı yeleği satılıyor ama esas şamata öğleden sonraki dönüş trenlerinde yaşanıyor zira trenin hostesleri önce bir defile yapıyorlar ve sonra da alpaka ve lama yününden yapılmış kazakları, pançoları ve ceketleri satıyorlar. Defile kısmının ne kadar eğlenceli olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Millet gülmekten kriz geçiriyor... Bizimkilerin bundan haberi yok henüz. Söylemeyeceğim ki sürpriz bozulmasın!
· Trene büyük valizler alınmadığı için, küçük bir sırt çantası ve bir el çantasına sığmak zorundasınız. Zaten genellikle tek bir gece kalındığı için bu herhangi bir sorun yaratmıyor.
Bunlar şimdilik trenden yazdığım notlar. Macchu Picchu notlarını ise daha sonra eklerim. Yaklaşık yarım saat sonra Aguas Calientes istasyonuna varmış olacağız. Bitki örtüsü değişti ve ağaçlar daha yeşil, daha büyük yapraklı hale dönüştü. Amazon havzası buradan başlıyor yavaş yavaş. Umarım hava şimdiki gibi parlak ve ılık olur. O zaman işte doyum olmaz Machu Picchu’ ya...

Lima Notlari

Dünyanın en güzel şehri olmadığı kesin ama yine de benim için özel bir çekiciliği var bu kentin. Okyanusa kavuşan çorak bir çöl kıyısında 1535 yılında kurulmuş Lima. Genç bir kent... İklimi bir garip. Çöl desek tam çöl değil, ılıman Pasifik iklimi desek, bunu için de fazla çöl! Bodur, küçük yapraklı tipik çöl bitkileri, akasyalar ve dev kaktüslerle tezat oluşturan zeytin ağaçlarıyla palmiyeler iklimin karmaşıklığı hakkında ilk kanıtları seriyorlar göz önüne.
Lima her geldiğimde sanki biraz daha büyüyor. Belki de benim hayal gücüm biraz fazla işliyor ama açıkçası sanmıyorum. 28 milyonluk Peru'nun yaklaşık 8 milyonu burada yaşıyor. Dünyanın gelişmekte olan ülkelerinin başkentlerinde yaşanan klasik sorunlar, tabii ki burada da eksik değil. Trafik, hava kirliliği, altyapı eksikliği, yetersiz toplu taşıma, işsizlik...Ama bütün bunları okyanusa nazır bir parkta gezip, Pasifik okyanusunun dalgalarıyla oynaşan sörfçüleri seyrederken unutuveriyorsunuz.
İşte bugünden notlar:
  • Sabah ve akşamüstü saatlerinde hava oldukça serin. Sabahın erken saatlerinde sis var. Öğlene doğru açıyor hava ve ısınıyor.
  • Ağaçlar çiçek dolu! Tam mevsimi! Renkler inanılmaz! Turuncu, pembe, beyaz ve hatta mor renkli çiçekler şehrin bütün ağaçlarını gelin gibi süslemiş.
  • En son yağmur geçen sene üç dört damla olarak bir bulut geçişi sırasında görülmüş. O derece kurak!
  • En son gerçek yağmuru ise anne babalar çocuklarına adeta uzak bir efsaneymiş gibi anlatıyorlar. Üstelik tarih vererek: 15 Ocak 1970!!!
  • Eski Lima'nın tipik ahşap, kapalı balkonları restore ediliyorlar. Bu kapalı balkonlar bizim Türk evlerinin cumbalarına benziyor. İspanyollar Avrupa'nın barok ve neoklasiğiyle, Endülüs'te Toledo'da gördüğümüz bu cumbaları da getirmişler beraberlerinde. Üstelik bu büyük ölçekli restorasyon projesinin bir de sloganı var: Bir balkon da sen evlat edin! Bağış yapıyorsunuz ve bir balkonu evlat edinmiş oluyorsunuz. Fikir güzel, eski kente canlılık getirmiş.
  • Kentin parkları ve bahçeleri gün geçtikçe çoğalıyor. Belediye çalışıyor yani:))) San İsidro ve Miraflores ilçelerindeki hemen hemen tüm kavşaklarda, akşam saatlerinde ışıklandırılan küçük ama sevimli parklar oluşturulmuş. Bu yeni! Genç aşıkların bu parklarda elele gezerlerken, etraflarından homurtuyla akan trafiği hiç farketmediklerini hissediyorsunuz.

Evet ilk gün notları böyle şimdilik. Yarın istikamet CUSCO, İnkalar'ın kutsal başkenti! Orada daha serin bir hava bekliyor bizleri. Okyanus kıyısındaki çölden, And Dağları'nın yeşil eteklerine geçiyoruz sabah uçağıyla. Oradan da en kısa zamanda yazarım...

Şimdilik hoşçakalın...

Peru'ya Giderken

Dün bütün gün uzuuuuuun bir gündüz uçuşuyla, Madrid üzerinden Peru'nun başkenti Lima'ya ulaştım. Grubum ben hariç 28 kişiden oluşuyor. Bu sefer çoğuyla ilk kez seyahat edeceğiz. Umarım herşey yolunda gider...
Uçuş gündüz olduğu için bütün birikmiş kitap eklerimi okuma ve ayıklama fırsatı verdi. Bir sürü not aldım yeni çıkanlarla ilgili. Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım: Bol bol müzik dinledim. Nedense son zamanlarda, buna fırsat bile bulamıyordum ama bu uçuşta, şeytanın bacağını kırdım:)))
Bugün programda Lima var. Şehrin eski merkezinden başlayıp, müzelerine uzanan bir program bekliyor bizleri. Ama esas tur yarın Cusco'ya indiğimizde başlayacak. Deniz seviyesinden 3350 metreye çıkıp da yükseklikle tanışınca, bakalım neler yaşanacak?
Her gün ufak tefek notlar iletmeyi umuyorum. Biliyorum ki önceki turlar için de aynı sözü vermiştim ama olmadı. Belki bu sefer becerebilirim. Maillerinizi alıyorum ve teşekkür ederim.
Akşam tur dönüşü, bugünün notlarını yazmaya çalışırım. Olmazsa da en kısa zamanda bir güncelleme yaparım.
Bana şans dileyin!

Elimde Bir Erguvan Dalı


Sevgilim,

Yokluğunda oturdum gecenin karşısına

Sevişmelerinin buğusuna bakar gibi

Sabahlara kadar yıldızlara baktım!

Gidilmemiş denizlerin köpüğünde akar gibi

Güzel gözlerine bakar gibi yıldızlara baktım...

Terk edilmiş sahillerde

Yürüdüm yıldızların içine

Ve gözlerinin şiirini usulca yazdım

Ama sensiz geceye inat

Hasretinin şarkısını avaz avaz bağırdım

Elime bir erguvan dalı aldım

Bir ayağımı denize saldım

Tüm soğukluk ürpertirken bedenimi

Yokluğunu kırık ezgilerin senfonisi sandım

Ve gecenin büyüsünde yapayalnız kaldım...

Şimdi adımlarım lacivert bir gecede

Elimde bir erguvan dalı

Gökyüzündeki yıldızlar gibi tatlı…

Aslında yeryüzünde hiçbir şey

Ne senin kadar tatlı, ne senin kadar anlamlı…
Ömer Faruk Girgin

Bach'ın İzinde Almanya







Neredeyse bir haftadır Almanya' dayım ve bir saat boş vakit bulup da blogu güncelleyecek fırsatım olmadı. Turumuzun çok yoğun olması, hemen her akşam bir etkinliğe katılmamız, gün içinde benim kendimi kaybederek sabahtan akşama kadar konuşup akşam saatlerinde bitap düşmem ve bayılıp uyumam sebebiyle bugüne dek hiç bir şey yazamadım. Ama kısaca bir özet geçmek gerekirse, şunu söyleyebilirim: Tur harika, Almanya güzel ve gruptaki insanlar daha da güzel. FEST tarihinde bir ilk yaşanıyor bu turda...İlk defa bir grup benimle birlikte 35 kişi...Bilenler bilir, bizim en kalabalık turumuz, en fazla 32 kişi olarak kapanır. Ama bu turda, o kadar çok insan bekleme listesinde ki, bu seferlik 35 kişi olarak yollara düştük.



Grubumuzun yaklaşık yarısı, daha önce benimle yolculuk etmiş kişilerden oluşuyor. O yüzden ben kendimi neredeyse aile ortamında hissediyorum. Ama bir de şu tarafı var işin: Bu insanlar bana güvenerek yola çıktıklarından, onlara mahcup olmamak için kendimi uçan kuştan sorumlu hissediyorum ve bu da beni ekstra yoruyor. Zira kafam her saniye, durmadan çalışıyor. Hep iki, üç adım sonrasını hesaplıyorum ve bazen kendimi satranç oynuyormuşum gibi hissetmeme yol açıyor bu durum. Şikayetçi değilim çünkü yüzlerde okuduğum memnuniyet, herşeye değiyor.



Gelelim genel tabloya...



İlk durak Berlin oldu ve her gün harika müzeleri dolaşıp, akşamları da opera ve konserlere koşturduk. Gün içinde nefessiz gezip duran bizler, akşamüzerleri otele aceleyle dönüp, sanki o kadar yorulan biz değilmişiz gibi, şıkır şıkır giyinip, opera ve konser salonlarına taşındık her akşam.



Bu sene izlediğimiz eserler arasında, Donizetti'nin Aşk İksiri, Wagner' in Tannhauser' ı ve Puccini'nin Tosca' sı vardı. Bunlar işin Berlin ayağındaydı. Dresden'deki Semperoper' in muhteşem binasında ise, Giselle ve Bach' ın 1. Piyano Konçerto'su üzerine oluşturulmuş "A Million Kisses To My Skin" isimli bale gösterilerini izledik.



Konserlerde ise, Berlin Filarmoni' nin efsanevi salonunda, Federal Gençlik Orkestrası' ndan Brahms 'ın 3. Senfoni' sini dinlemek çok güzel oldu. Gençlerden yükselen heyecan, hepimizi etkiledi.



Benim favori konser hatıram ise, Leipzig Gewandhaus Orkestrası' nın, kuzeyli bestecilere ayrılmış konserinde çalınan, Sibelius 2. Senfoni oldu. MUHTEŞEMMMMDİ!!!



Şehirler içinde ise benim favorim yine Weimar oldu. Geçen sene burada kalamamıştık ama bu sene kaldık ve çok da güzel oldu. O kadar harika bir yer ki, inanın şehirde yürürken bülbülleri dinliyorsunuz. Olmaz böyle bir şey yaa... Parklar, bahçeler, Goethe ve Schiller' in kıymetli anıları...Ben mutlaka Weimar' da en az iki gece kalmalıyım... Her seferinde doyamadan ayrılıyorum. Aslında benzer duyguyu Bach' ın doğum yeri Eisenach' ta da yaşıyorum. Mutlaka orada da kalıp, Wartburg Şatosu' nu görmeliyim.



Bir hafta boyunca, Bach' ın hayatını adım adım izledik, bol bol müziklerini dinledik ve bu akşam da Erfurt' a geldik sonunda. Yarın dönüşe geçiyoruz. Sabah önce Erfurt' ta rehberli bir gezi yapacağız ve ardından Frankfurt' a devam edeceğiz. Akşam uçağıyla İstanbul' a dönüyoruz.



Ertesi gün ise ben Bosna Hersek ve Hırvatistan'ı içeren bir tura devam edeceğim hemen. Oradaki akşam tempomuz daha sakin olacağı için, belki daha rahat ve sık güncelleme yapabilirim.









Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...