Tatil Dönüşü / 2 Doğanbey Günleri

Son yazımda, İstanbul'dan Bodrum'a diye yola çıkıp, nasıl bir türlü varamadığımızın hikayesine başlamıştım ki, bir çok yorum ve tebrik mesajı alınca, bir kere daha, asıl önemli olanın, varılacak yerden çok yapılan yolun kendisi olduğunu hatırladım. Aslında hepimizin pek çok kere, papağan gibi tekrarladığı özlü sözlerden biridir: Asıl YOL'un kendisidir MACERA! Gelin görün ki, yola çıkar çıkmaz unutuveririz bunu. Bir telaş kaplar hepimizi, içgüdüsel, bir an evvel varmak isteriz gidilecek yere. Kimileri utanmasa, tuvalet için bile mola vermeden, habire gaza basmak ister. Tatil günleri sayılıdır ve sayılı günler çabuk geçer ya, işte herhalde o yüzden olacak, herkes bir an önce denize kavuşmak ister. Oysa bizdeki durum çok farklıydı: Denize kavuşmak, kaygılarımız içinde en son sıralardaydı. Yolda "beraber" olmak, konuşup sohbet ederek etrafı dolaşmak, keşifler yapmak, fotoğraf çekmek, yemek içmek daha üst sıralarda geldiği için, acelesiz davrandık açıkçası. Ama ne de güzel oldu!
Gelelim işin DOĞANBEY kısmına... Dedim ya, hayalimi gerçek kıldı yol arkadaşım diye, önce hayalimden daha doğrusu hayal diyarımdan söz etmem lazım haliyle. Yoksa biraz fazla havada kalacak bu bölüm...
Sanıyorum 90'lı yılların başlarıydı. Tam senesini hatırlamıyorum... Bir tanıdık bahsetmişti bana bu eski Rum köyünden. Mübadelede insancıklar yerlerini yurtlarını terkedince, köy kimsesiz, taş evler öksüz kalmış. Gidenlerin yerlerine gelenler de, köyün yamaçtaki sapa yerinden mutsuz olunca, aşağıda yeni bir köy doğmuş. Güzelim eski taş evler de, bir kere daha terkedilivermişler böylece. Sonra seneler geçince, kentsoylu bazı entelektüel isimler, burayı keşfedip, o zamanlar için gayet uygun sayılabilecek rakamlara, o artık harabeye dönüşmüş evleri alıp, restore ettirmeye başlamışlar. İşte ben de bu süreç sırasında haberdar oldum Doğanbey'den... Bir gittim, aşık oldum. Hayallerimi süslemeye başladı. Gözlerimi kapatıp, Büyük Menderes'in Ege'ye kavuştuğu o olağanüstü delta manzarasını canlandırdım hep. Uzun süre, rüyalarımda gördüm köyü. Rahmetli babamı arabaya atıp götürdüm köyü görsün diye. Hayatımın en unutulmaz günlerindendir babacığımla başbaşa geçirdiğimiz o zamanlar. Bir taş evin satılık olduğunu duydum o zaman. Cepte para sıfır ama hayallerim büyük, verilen numarayı aradım telefonla. Bankacı bir beyefendi, Süreyya M...Dünya tatlısı bir sesle, evin fiyatını söyledi...Tabii omuzlarım çöktü, ama kendisiyle bir telefon görüşmesi daha yaptık, sonra da vedalaştık... Yine aradan seneler geçti...Oldu 2001...Ayşegülümü ebediyete yolcu ettiğim senenin yaz sonu, can dostum Pürlen ve eşi Selim'le bir akşamüstü gittik köye. Gezip dolaşırken ve hayal üstüne hayaller kurarken, bir arsa buldum: Yıkıntının ortasında bir tabela, üzerinde bir telefon numarası. Aradım, Sökeli Salih Usta...Yer onunmuş, fiyat verdi, uygundu, dedim "Bekle Salih Usta" ve o haftaki Anadolu turumun sonunda soluğu köyde aldım. Sökeli Salih Usta'yla buluştuk. Bir araba kiralamıştım, beraber Aydın'a gidip, Söke'de başlattığımız satış işlemlerini bitirdik. Uçarak köye döndüğümü hatırlıyorum. Ayaklarım yere basmıyordu resmen, ne de olsa yıkıntı da olsa bir yerim vardı artık hayal diyarımda. O geceyi Doğanbey'de yaşayan, mimar arkadaşım Sibel'in evinde geçirdim ve zaten de geçen haftaya kadar ilk ve tek gecem o oldu.
Vee geldik 2009'a... Aradan uzun yıllar geçti gitti yine. Yaşamımda bir sürü değişiklikler oldu. Gidenler gitti, yollar ayrıldı, yaşamlar bölünüp bütünlendi başka "yarı"larla... Kapılar açıldı, kapandı... Sular akıp gitti köprülerin altından... Ve yol beni yine DOĞANBEY'e attı. Birgi'de kendimizi kaybedip, yine Bodrum'a gidemeyeceğimiz anlaşılınca, yol arkadaşım bir telefon konuşması yaptı demiştim geçen yazımda hatırlarsanız. İşte bu nokta ilginç: Aradığı kişi, çok sevdiği ama maalesef geçen sene yitirdiği kadim dostunun eşi, Sezen idi... Peki kimdi o yitirilmiş kadim dost? Benim yirmi yıl önce telefon görüşmesi yaptığım Süreyya M. !!! Ve yol arkadaşım, rahmetli Süreyya ile pek çok kereler gitmiş ve hatta kalmış Doğanbey'de! Nereden nereyeeeeee? Eh sevgili Tanrım, gerçekten işlerini aklım almıyor... Velhasıl, bu bağlantıları düşünerek, olan bitene akıl erdirmeye çalışarak, gece yarısı vardık köye...
Doğanbey... Eski adı Domatia... 900 haneli bir köymüş eskiden. Gerekli tarihi bilgiyi isteyen rahatlıkla bulabilir ama benim için tarihi bilgilerin ötesinde bir anlamı olduğundan buraya, tarih/istatistik/arkeoloji v.s yazmak istemiyorum.
Benim DOĞANBEY tatilim 4 gün/gece sürdü. Yetişkin hayatımın ennnn güzel 4 gününü yaşadım dersem herhalde pek de fazla abartmış sayılmam.Herşeyden önemlisi, hayalim gerçek oldu: Sabah uyandım, yatak odamın perdesini çektim kenara veee karşımda Büyük Menderes deltası ve Karine lagünü!!! Kaldığımız yer, eski bir taş ev, sade mi sade, güzel mi güzel... Bir taş avlu, alçak duvarından bütün manzarayı içinize çektiğiniz... En ufak esintiyle fısıldamaya başlayan bir deli kavak ve ona cevap veren biber ağacı... Bir tarafta deli pembe begonvil... Her gece evin önüne inip yiyecek arayan yaban domuzları -yol arkadaşım her gece onları karpuzla besledi- ... Harika kangal, Sultan... Suratımıza bön bön bakan siyah boğa... Ve yeni canlar, temiz suratlı Mustafa, becerikli Binnaz, hayatımda gördüğüm en zarif gülümsemeyle kızları Fatmanur ve oğulları yumurcak Taha... Gün batımlarında, Karine, balıkçı Sabahattin'in önünden denize girme... Sonrasında ayaklar suda akşam yemeği... Dolunayın esrarengiz ışığında parlayan lagün, gümüşi... Gece geç saatlerde, taş avluda oturup, sessizliği dinleme, iki fincan çay... Müzik bile yok... Çünkü gerek yok... Evde menemen ve makarna, akşam yemeği... Avluda kahvaltı, Binnaz'ın köy ekmeği, zeytin, reçel, taze beyaz peynir, tuzsuz... Domates, salatalık, biber, bahçeden ... Off ki ne off!
İşte benim DOĞANBEY'im buydu...
Merak ediyorsanız, gerisini siz arayın internette lütfen...Kızmaca darılmaca yok...

Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...