Mekong, Phnom Penh ve Raffles Hotel

Buralara geleli neredeyse iki hafta olmak üzere ve ülke değiştirip duruyoruz ama değişmeyen tek bir şey var: Mekong! Bu efsanevi nehir her anımızda yanımızda ve hemen hemen her akşam, güneşin battığı o nefis saatlerde, nehrin üzerinde harika tekne gezintileri yapıyoruz.
Geçen gün Mekong deltasına gittik. Nasıl bir su dünyası, anlatamam. Koca nehir, Tibet topraklarında doğuyor, Çin, Laos, Tayland, Kamboçya topraklarından geçip, Vietnam’ın güneyinde müthiş bir delta yaparak, Güney Çin denizi’ne dökülüyor. Deltada insan eliyle yapılmış 2800 km. uzunluğunda kanallar var. Aralarındaki pirinç tarlaları, meyve bahçeleri ve balık çiftlikleri, Vietnam’ın 86 milyonluk nüfusunu doyuruyor. Deltada kilometrelerce uzaklardan gelen alüvyonlardan oluşmuş adalar var ve bu adaların her biri ayrı bir karaktere sahip. Üzerlerinde köyler, tarlalar ve turistlerin ağızları bir karış açık gezdikleri hindistan cevizi ve şeker kamışı şekerlemeleri yapan atölyeler var. Adaların içlerine sokulan kanallarda kayıkla gezinti yaparsanız, kendinizi o meşhur savaş filmlerinden birinde gibi hissedebilirsiniz. Coğrafya aynı öyle... Meyve yemeğe hiç de düşkün olmamama rağmen, buradaki tuhaf görünüşlü meyvelerden tatmaya bayılıyorum: Durian, jackfruit, papaya, dragon fruit, lychee, pomelo, mango... Türkçesini isterseniz, yok! Kusura bakmayın.
Şu anda Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’de, Raffles Hotel’in tropikal ağaçlar ve bitkilerle süslenmiş bahçesinde oturmuş, içeriden gelen tatlı bir müziğin eşliğinde yazıyorum. Kocaman beyaz çiçekleri cömertçe açmış Franjipanlar, insanın içini mutlulukla dolduran bir koku yayıyor etrafa. İçinde yanan ışıklar sayesinde turkuvaz rengine bürünmüş yüzme havuzunun iki ucunda, en az beşyüz yıllık iki dev mango ağacı var. Arada tatlı bir rüzgar esiyor ve otelin her köşesinde yanan “lemongrass” kokulu tütsülerin dumanlarını getiriyor bana kadar. Çok çok güzel.
Otelin içi ise, en az bahçesi kadar güzel. Hatta belki daha da güzel... Hele benim gibi koloniyal otellere bayılan biri için, bu adresin değişmesi imkansız... Hani hayatımın her gününü Phnom Penh’de geçiriyormuşum gibi oldu biraz ama, eğer burada yaşasam, herhalde her gün, en azından bir kahve içmeye uğrardım. Otelden bir çok ünlü yazar ve politikacı geçmiş. İşte en çok da buna bayılıyorum ben. Birilerinin dokunduğu eşyalara dokunmak ve hatıralarını paylaşmak, gezgin yaşamının en güzel yanı bence. Somerset Maugham’ın kaldığı odada kalıp, Pierre Loti’nin tarif ettiği barda içki içmek, Josef Conrad, Paul Theroux, Ernest Hemingway ve Bruce Chatwin’i izlerini takip etmek benim için inanılmaz keyif verici olaylar. Bugün Asya’nın büyülü nehirlerinde gezip dolaşırken, çocukluğumda okuduğum o romanlar geliyor hep aklıma ve bundan otuz sene önce hayaller kurarak okuduğum o dünyanın bir parçası olabildiğime hala bazen inanmakta güçlük çekiyorum.
Bugün Vietnam’dan Kamboçya’ya geldiğim andan itibaren, ruh halimde neredeyse gözle görünür bir değişiklik yaşadım. Vatanıma dönmüş gibiyim. Karşıma çıkan ilk tapınakta, üç adet tütsümü yakıp, lotus tomurcuğumu koyuverdim altara. Ohh dedim kendi kendime. Selam sana büyük Üstad! Kavuştuk birbirimize! O ise, gözleri neredeyse tamamen kapalı ama yüzünde her zamanki huzurlu ifadesiyle sükunete davet etti beni. Tam da ihtiyacım olan şey! Şimdi hayat biraz daha kolay gözükmeye başladı. Yarın yine Angkor’dayız...

2 yorum:

Zack dedi ki...

ne güzel geziyorsun İko :)p

Yasemin/Beril dedi ki...

Sana bir ödülüm varrr, gel de gör bakalım neymiş???

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...