Kamboçya


Aslında eve döndüm ve üç gün sonra yeniden Hindiçini'ne gideceğim. Bu sefer Vietnam, Laos ve Kamboçya, üçü bir arada olacak ve daha uzun sürecek. Daha önce birşeyler yazmam gerekirdi ama gezinin son kısmı o denli yoğundu ki, vakit bulup da blogumu güncelleyemedim.

Kamboçya'ya çok uzun bir zamandan sonra gittiğim için, gördüklerime inanamadım. Ben ilk kez gittiğimde etrafı gezen turist neredeyse yok denecek kadar azdı. Ülkeye senelerce kan kusturmuş olan Kızıl Kimmerler örgütünün lideri, Pol Pot yeni ölmüştü ve Kamboçya adı, acı ve kanla özdeş durumdaydı hala. Ülkeye, sadece gezme amacıyla gelen yabancılara, tekinsiz insan muamelesi yapılıyordu ve ben de onlardan biriydim yerlilerin gözünde. Yalnız değildim, yanımda iki de yol arkadaşım vardı. Birisi tabii ki Tütü'ydü...Neyse, o senelerde Kamboçya'da görülen yabancılar genellikle gazeteciler, yerel hastanelerde çalışmaya gelmiş gönüllü doktorlar, Birleşmiş Milletler'e bağlı mayın temizleyici uzmanlar gibi kişilerdi. Biz biraz tuhaf kaçıyorduk yani...

Uçağımız Siem Reap havalimanına indiğinde, terminal binasının "iki oda bir salon" evimden daha büyük olmadığını görmüştüm. Tahta bir masanın başına oturmuş, ciddi görünümlü olmaya çalışan bir görevli, pasaportlara vize damgası basarken, sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi davranıyordu. Uçak pistinin çevresinde, hafif rüzgarla dalgalanan hindistan cevizi ağaçları, havalimanında değil de sanki tropikal bir sahile gelmişiz yanılsaması yaratıyordu.

Havalimanının hemen çıkışında, sıra sıra park etmiş, müşteri bekleyen araçlar duruyordu. Temiz suratli, yumuşacık ifadeli bir adamcağız yanımıza yaklaşıp, önümüzdeki günlerde arabaya ihtiyacımız olup olmayacağını sormuştu. Arabası tertemiz, gıcır gıcır parlatılmış eski model bir Toyota idi. Yirmi dolara, benzin içinde, tüm gün aracını kiralayabileceğimizi ve bizi istediğimiz her yere götürebileceğini söylediğinde, ikinci bir defa düşünmemize gerek kalmamıştı zaten. Mis kokulu arabaya binip, bu kararımızdan dolayı birbirimizi kutlamıştık.

Bahçesinde UN (Birleşmiş Milletler) yazılı jiplerin park etmiş olduğu pansiyon kılıklı ama adı otel olan bir yerde, üç kişi 20 dolarlık bir odaya yerleşmiştik. Üstelik oda tuvaletli ve duşlu, yani lüks sınıf kabul edilen odalardandı ve kahvaltı da fiyata dahildi. Şimdi o otelin yerinde yeller esiyor zira turizmin patlamasıyla birlikte, arsa fiyatları inanılmayacak derecede artmış ve otelin sahipleri de eski püskü otellerini satıp, çok ama çok zengin olmuşlar.

Kamboçya'nın mutlaka görülmesi gereken yeri hiç şüphesiz Angkor Thom ve Angkor Wat'tır. Kimmer İmparatorluğunun başkentliğini üstlenmiş bu olağanüstü şehir, 9. yüzyılda kurulmuş ve en parlak dönemini 11. yüzyılın sonu ile 13. yüzyılın ilk yarısında yaşamış. İhtiraslı Kimmer kralları, başkentlerine hem tapınaklar, hem saraylar, hem de kurak zamanda su ihtiyacını gidersin diye, dev su rezervuarları yaptırmışlar. Hem bu projelerde çalışmak hem de merkezi otoriteye yakın olmak için bölgede zamanla toplanan nüfus bir milyonu aşmış. Bu kadar nüfusu beslemek gittikçe zorlaşmış. Bu dev projelere -bana kalırsa- hesapsızca akıtılan zaman, para ve iş gücü sonunda imparatorluğun zayıf düşmesine sebep olmuş. En sonunda da güneyden, eski Siyam'dan gelen Tay (Tayland halkına verilen isim) akınları neticesinde, koskoca imparatorluk çökmüş. Bu imparatorluğun başkenti olan Angkor da terkedilerek sessizliğe gömülmüş ve zamanla, tropik kuşağın açgözlü ormanı tarafından yutulmuş. Aradan uzun seneler geçmiş ve Kamboçya'nın 19. yüzyılda artık Fransız sömürgesi olduğu devirde, Angkor kenti, kaşif-arkeolog-maceraperest Andre Mouhot tarafından keşfedilmiş. Bizim Pierre Loti de o zamanlarda, subay olarak bölgede görevliyken Angkor'u gezip yazmış. Can Yayınları tarafındanTürkçe'ye kazandırılan seyahat güncesi çok ilginçtir. O günden başlayarak tüm Fransa'da gerçek bir Angkormania başlamış. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir süre kesintiye uğradıysa da, Fransa'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin zenginleri arasında, "Angkor'a Seyahat" modası başlamış.

Şimdilerde ise durum gerçekten bambaşka bir hale bürünmüş. Turizm gelirleri sayesinde, Siem Reap'de inanılmaz bir değişim gerçekleşmiş. Şıkır şıkır oteller, enfes restoranlar, Fransız usulü kafeler, capcanlı yerel pazarlar, kaliteli hatıralıkların bulunduğu zevkli mağazalar, benim hatırladığım Siem Reap'in artık tarihe gömüldüğünün kanıtları olarak çıktılar karşıma. Gürültülü turist kalabalığı içinde gezinirken, eski sessiz halini hiç özlemedim dersem yalan söylemiş olurum ama bencillik etmeye hakkım yok. Kamboçya ve onun tatlı halkı, bu sayede kendini toparlamış ve şimdilerde geleceğe daha bir güvenle bakıyor.

Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...