Yaz aylarına veda ettiğimiz şu günlerde, güneşin hala
ısıttığı, masmavi gökyüzünün herkesin yüzünü güldürdüğü harika bir coğrafyadan
döndüm: SİCİLYA!
İtalya’nın güneyinde, çizmenin burnunun tam ucunda, Afrika
ile Avrupa’nın arasında, iklimi, bitki örtüsü, engebeli coğrafyası ve hareketli
sahil şeridiyle, hem çok güzel hem de çok dolu bir ada burası. Tarihine
baktığınızda şaşırıp kalıyorsunuz. Çünkü kimler gelmemiş ki bu adaya? Herkes
Sicilya’yı kontrol etmek istemiş, kıyılarında koloniler kurmuş, o da yetmeyince
adanın tümünü sahiplenmek için birbirlerine girmişler. Savaşlar, barış
antlaşmaları ve bir kurulup bir bozulan ittifaklar adanın tarihini başka hiçbir
yerde olmayacak biçimde şekillendirmiş.
Sicilya’da hüküm sürenleri birbiri ardına sıraladığımızda,
bakın nasıl bir liste çıkıyor? Fenikeliler, Yunanlılar, Kartacalılar,
Romalılar, Vandallar ve Gotlar, Bizanslılar, Araplar, Viking torunu Normanlar,
Swabia’lı Cermenler, İspanya topraklarından Katalanlar, Frank diyarından
Bourbon’lar… Bunlar arasından benim de bir çırpıda sayarken unuttuğum,
atladığım daha niceleri… Hepsi Sicilya’nın zenginliklerine sahip olmak, Messina
Boğazı’nı kontrol ederek para kazanmak istemiş. Yalnız Sicilya’nın havasından
mıdır yoksa suyundan mı bilinmez, her gelene bir haller olmuş burada.
Kökenlerini bırakıp, Sicilyalılaşmışlar, yeri gelince asileşmişler, kimi zaman
da müthiş bir uyum içinde birbirlerinin kültürünü ve geleneğini benimsemişler.
Ufacık bir örnekle anlatayım, Norman yönetimi sırasında adaya gelen kuzeyliler,
onlardan önce Sicilya’yı yöneten müslümanların hem giysilerini hem yeme içme
alışkanlıklarını, hem de isimlerini bile kendilerine uyarlamışlar. Kraliyet
sarayında, Sicilyalı Arap şairlerin eserleri ezberden okunmuş, Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasındaki denge, Sicilya’ya dünyanın başka hiçbir yerinden
görülmeyen yepyeni bir tarz kazandırmış: Arap-Norman Tarzı! Mimaride,
süslemede, bezemede eşsiz eserler yaratılmış bu sayede.
Bizim gezimiz yaklaşık bir hafta sürdü.
THY’nin direkt Katanya seferi sayesinde sadece iki saatte
kendimizi güneyin sıcak havasında buluverdik. İnişe geçerken bizi selamlayan
Avrupa’nın en yüksek aktif volkanı Etna, gezimizin sonraki günlerinde de çoğu
zaman gözümüzün önünde olacaktı.
Katanya havalimanından sahil yoluna girdik ve Messina
üzerinden adanın kuzey sahillerine ulaştık. Kuzeyden esen kuvvetli bir rüzgar,
sahili döven dev dalgalar oluşturuyordu. Öğrendik ki, bir önceki gece Malta’ya
yapılması gereken gemi seferleri firtinadan dolayı iptal edimiş. İlk durağımız,
UNESCO Dünya Kültür Mirası katedrali ve dev bir kayalığın dibinde kurulu eski
kentiyle ünlü Cefalu’ oldu. Norman Kralı 2. Ruggero tarafından yapımına 1131
yılında başlanılan çifte kuleli katedral, özellikle Bizanslı ustalara
yaptırılan ve 1148 yılına tarihlenen mozaikleriyle çok ünlü. Ana altarın
ardındaki absidde, tepede etkileyici bir Hz. İsa mozaiği yer alıyor. Bir elinde
kutsal kitabı tutarken diğer eliyle takdis işareti yapan, dev bir Pantocrator,
yani Her Şeye Kadir Olan İsa. Tekniği ve kalitesi sayesinde Sicilya’da çığır
açan bir eser olarak kabul edilen mozaikleri gördükten sonra, biraz da eski
sokaklardan yürüyüp, liman bölgesine indik. Çalkalanan sularda, sörf tahtalarının
üzerine oturmuş, mükemmel dalgayı bekleyen genç sörfçüler vardı. Yemek molasını
da Cefalu’da verdik tabii ki. Deniz mahsülleri ile tanınan bir bölgede
olduğumuz için, kum midyeli spaghetti, ızgara kalamar ve ahtapot salatası
hepimizin ortak tercihleri oldular. Yolu oralara düşecek olanlara bu ipucunu
şimdiden vermiş olayım.
Cefalu’dan ayrıldıktan sonra, iki gece kalacağımız
Palermo’ya devam ettik. Değil iki, oniki gece kalsanız bitiremeyeceğiniz
zenginlikte bir yer Palermo. Çok katmanlı bir şehir, Sicilya’nın bütünü gibi.
Gezilerimizin odak noktasını, Norman Sarayı’nın içinde kurulmuş kraliyet
şapeli, ünlü Cappella Palatina ile şehir mezkezinin biraz dışında yer alan
Monreale Manastırı oluşturdular. Hepsi de Sicilya’ya has Arap-Norman-Bizans
karışımı tarzın en görkemli temsilcileri oldukları için, UNESCO buraları da
Kültür Mirası olarak tescillemiş, gelecek kuşaklara aktarılması için koruma
altına almış. Aslında Palermo kentinin eski şehir merkezinin her köşesi koruma
altında. Böyle bir şehir dokusu, birbirinden bu kadar farklı olup birbiriyle
böylesine güzel harmanlanmış bu kadar çok tarzı başka nerede bulabilirsiniz ki?
Ben mesleğim sayesinde bunca yer gördüm ama bu kadarını başka hiçbir yerde
görmedim! Viking-Arap bir arada!
Sicilya’nın Norman Kralı 2. Ruggero tarafından 1132’de
yapımı başlatılan Cappella Palatina, yani Saray Şapeli, Bizans mozaikleri ve
Arabesk bezemeleriyle şehrin en önemli gezi noktalarından. İçinde bulunduğu
Norman Sarayı bugün Palermo’nun ve özerk Sicilya bölgesinin idari merkezi
olarak da kullanılıyor. Şapelin yapını sekiz yıl sürmüş, mozaikleri ise 1143
yılında ancak bitirilebilmiş. Altın renginin yaydığı sıcaklık ve zenginlik
hissi, aklımıza istanbul’daki ünlü Kariye mozaiklerini getirdi.
Monreale ise kent merkezinin biraz dışında ama Palermo öyle
büyümüş ki, iki yerleşim artık birbiriyle karışmış zaten. Caputo dağının
yamaçlarında kurulmuş, Conca D’oro yani Altın Kabuk denilen bereketli ovaya
hakim bir noktaya inşa edilmiş katedral, Norman mimarisinin en önemli
temsilcilerinden kabul ediliyor. Yapımına 1174’de başlanmış ve 1182’de takdis
edilerek ilk ayine ev sahipliği yapmış. Bitişiğinde yer alan piskoposluk sarayı
ve manastır kompleksi ile, çok büyük bir alana yayılıyor. Norman kralı 2.
Wilhelm tarafından Hz. Meryem’e adanmış olan kilisenin mozaikleri, ilginç bir
şekilde hem Doğu hem de Batı kiliselerinin geleneklerine uygun şekilde
planlanmış. Sanki kral tebasının her iki geleneğe de bağlı insanlardan
oluştuğunun bilip, her birine saygı duyduğunu anlatmak istermiş gibi hissettim
mozaiklere bakarken. Bundan sadece 30 yıl sonra doğu kilisesinin merkezi
Costantinopolis’in Latinler tarafından işgal edilip, Aya Sofya’nın yakılıp
yıkıldığını hatırlayınca da, Sicilya Kralı’nın engin hoşgörüsü ve farklılıkları
zenginlik olarak algılayan bilgeliğine saygı duydum.
Palermo kendine has atmosferi olan müthiş bir şehir. Öyle pırıltılı,
tertemiz ve düzenli Avrupa kentlerinden değil! Her köşesinden hayat fışkırıyor,
kalabalıklar sokakları dolduruyor ve meydanları, çarşıları, gölgeli daracık sokakları
insana Avrupa’dan çok Kuzey Afrika ya da Ortadoğu’nun diğer kentlerini
çağrıştırıyor. Sokak yiyecekleri çok ünlü Palermo’da. Geçtiğimiz yıllarda
Avrupa’nın sokak yiyecekleri başkenti seçilmiş. Özellikle pirinç ve peynirle
yapılan Arancini denilen kızarmış
topların tadına bakılmadan
dönülmemeli. İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın da en büyük üçüncü operası Teatro
Massimo şehrin merkezinde yer alıyor. Etrafında bir tur attınız mı, şehrin tüm
havasını alıyorsunuz. Bir arka sokağında ünlü pastane Mazzara’dan içi tatlı
ricotta peyniri kreması ile doldurulmuş cannoli’leri
alıp öyle yürümenizi öneririm. Birkaç kavşak sonra Quattro Canti adı verilen
yere geldiğinizde, aslında eski Roma dönemi kentinin iki ana arterinin
buluştuğu noktadasınız demektir. Burada her şey üst üste, tarih ve şehir katman
katman!
Bu çok katmanlı dokuyu en iyi hissettiğiniz yerlerden biri
de kısaca Duomo olarak anılan Katedral’dir. Göğe Yükselen Bakire Meryem’e
adanmış bu olağanüstü yapı, 3 Temmuz 2015’ten itibaren Monreale ve Cefalu katedralleriyle
birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak tanımlanan yerlerden biri oldu. Katedral’de
ayrıca, şehrin koruyucu azizesi Santa Rosalia’nın da kemikleri saklanıyor.
Santa Rosalia, M.S 3. yüzyılın sonlarında, Roma imparatoru Diocletianus döneminde
yaşamış ve hayatını işkencelerde kaybetmiş ilk Hıristiyanlardan biri. Yörenin
insanları tarafından saklanan kemikleri, veba salgını sırasında şehrin dört bir
yanında dolaştırıldığında, vebanın ilerleyişi durduğu için, o günden itibaren
kentin koruyucusu mertebesine yükselmiş bu genç kadın. Duomo’nun içinde de ayrı
bir şapelde Santa Rosalia’nın kemikleri saklanıyor. Ama Duomo’nun en ilginç
yanı dış cephesi bence. Çünkü bugünkü bina her ne kadar 12. Yüzyıla tarihlense
de, sonraki yüzyıllarda yenilendiği için, her dönemden bir iz kalmış dışında.
Norman kuleleri ve Katalan revakları, geometrik Arap bezemeleri ve Bizans
mozaikleriyle süslenmiş. Tıpkı Palermo kentinin kendisi gibi, hepsinin müthiş
bir karışımı çıkmış ortaya!
Şehrin daha pek çok gezilecek yeri var tabii ama vakit
kısıtlı ve program yüklü olunca, bize düşen yola devam etmek oldu. Adı az
duyulan Erice ve Noto gibi şehirlerden geçtik ve gördüklerimize şaşırıp kaldık.
Arşimet’in kenti Siracusa ve tapınaklar vadisiyle ünlü Agrigento’ya uğradık,
Etna yanardağının dumanı tüten kraterlerinde dolandık. Bunlardan da bahsetmek
istiyorum sizlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder