Salzburg Mon Amour -3-


  • ·      Mozart Haftası’nın bu yılki sanat direktörü, ünlü Fransız şef Marc Minkowski. Les Musiciens de Louvre Grenoble adlı müzik topluluğunun da kurucusu olan Minkowski, Salzburg sahnelerinin çok yakından tanıdığı bir isim. İlk olarak 1996 Salzburg Yaz Festivali’nde, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasını yönetmek üzere davet edilmişti. O günden beri, Salzburg’la olan bağları, çeşitli vesilelerle iyice güçlendi ve Minkowski hemen her yıl, hem yaz festivalinde, hem de Ocak ayındaki Mozart Haftası’nda, mutlaka bir eser yönetir oldu. Hatta kendi sözlerine bakacak olursak ‘’ her yılın başında, Mozart Haftası’nda bulunmak, benim için bir yeni yıl ritüeline dönüştü’’.  Nitekim geçtiğimiz yıl boyunca verdiği her demeçte, bu yakınlıktan bahseden ve Salzburg’da bulunmanın, kendisi için adeta bir aile ortamında bulunmak manasına geldiğini söyleyen Minkowski, bu yılki festivalde, kendi tarzını iyice hakim kılmış durumda. Mozart’ın müziği tabii ki her zaman olduğu gibi, merkezde duruyor ama bu yıl kuvvetli bir Fransız etkisi de yok değil. Salzburg’un ünlü gazetesi Salzburger Nachrichten, iki gün önce yazdığı gibi, Frankofon bir MOZARTWOCHE diye tanımlamış bu seneki festivali. Peki neden mi? Öncelikle Ravel, Poulenc, Bizet, Camille Saint-Saens’in eserleri, en az Mozart eserleri kadar yoğun programda. Ayrıca Fransız şefler Minkowski, Louis Langree, George Pretre, Fransız oda müziği toplulukları Les Vents Français, Quatuor Diotima, Fransız solistler Pierre-Laurent Aimard, Pascal Gallois, Claire-Marie Le Guay ve burada adını sayamayacağım kadar çok prodüksiyon görevlisi, festivaldeki Fransız etkisini güçlendiriyor. Ayrıca bu yıla özgü bir başka durum daha var: Konser salonlarında, geçtiğimiz senelerde görmediğimiz kadar çok sayıda Fransız müzikseverle karşılaşıyoruz. Mozart’ın Şehrine Fransız Çıkartması diye konuşuluyordu geçen gün, şehrin ünlü restoranı Triangle’da… Hissediliyor gerçekten.
  • ·      Viyana Filarmoni Orkestrası, her yıl olduğu gibi, festivalin merkezindeki orkestralardan biri. İlk defa Mozarteum Vakfı tarafından 1877 yılında davet edilmişler Salzburg’a. O konser, Viyana Filarmoni’nin Viyana dışındaki ilk konseri olmuş aynı zamanda. İşte o yıldan beri, Salzburg şehri, ünlü orkestra ile, yıl boyunca sık sık buluşuyor. Her yıl, Mozart Haftası etkinliklerinde 3 önemli konser veren Viyana Filarmoni’yi bu sene, üç değişik şefin batonu altında izliyoruz. Bu konserlerden ikisi bitti, sırada George Pretre’li konser kaldı. İlk Viyana Filarmoni konserinde, Venezuellalı ünlü şef Gustavo Dudamel vardı. Solist olarak da, Portekizli piyanist Maria Joao Pires çıktı sahneye. Bir önceki gün buzda düşmüş ve bacağını incitmiş olduğundan zorlukla yürüyordu ama yine de piyanonun başına geçtiğinde, o küçücük kadından bir dev çıktığına şahit olduk. Bu yılın Wagner’le olan malum ilişkisi, konser programında da kendini gösterdi. Açılış parçası, sanatçının, oğulları Siegfried’in doğumu üzerine, karısı Cosima için bestelediği bir tatlı bir melodiydi. Ardından Dudamel’in eşliğinde, seke seke, Pires geldi sahneye ve Mozart’ın en çok icra edilen yapıtlarından 20 No’lu Piyano konçertosunu dinledik. Dinmeyen alkışlardan anladım ki, bazı müzikler insanın kalbine dokunuyor ve insan bin kere de dinlese, bıkmıyor. Seslendirilen üçüncü yapıt, Mozart’ın KV 320 sayılı eseri olan Posthorn Konçetrosu oldu. Posthorn, eskiden arabacıların ve postacıların kullandıkları türden bir tür kornoymuş. Bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinin posta servisi, bu enstrümanı sembolleri olarak kullanıyor. Mozart bu tarihi enstrüman için bestelediği serenat dinleyicilerden çok alkış aldı.
  • ·      Viyana Filarmoni’nin ikinci konserini genç şef Teodor Currentzis yönetti. Yunan kökenli olan Currentzis, St. Petersburg Konservatuarı’nda, Valery Gergiev’in de eğitmenlerinden olan  İlya Musin’in öğrencisi olmuş. Günümüzün etkili genç şeflerinden olarak kabul ediliyor. Bu festivalde Viyana Filarmoni Orkestrası’nı ilk defa yönetti. İlk eser,  ilginç bir uyarlama oldu. 1974 doğumlu Avusturyalı besteci, Johannes Maria Staud, Mozart’ın KV 475 sayılı eserini, büyük orkestra için yeniden düzenlemiş.. ‘’Uyarlama riskli bir şeydir’’ derler. Ancak, Staud bu riskleri cesurca göze almış ve Mozart’ın ruhunu, 21. Yüzyıla taşıyan çok kuvvetli bir yapıt çıkmış ortaya. Son eser ise, Mozart’ın 36. Senfonisi olan Linz Senfonisi oldu. Bu senfoninin de ilginç bir yönü var. Mozart Salzburg’dan Viyana’ya giderken uğrayıp misafir edildiği Linz şehrinde, beklenmedik bir şekilde, biraz da teşekkür mahiyetinde, bir konser vermek durumunda kalır. Babası Leopold Mozart’a yazdıklarına göre beraberinde hiç bir senfonisi bulunmamaktadır. Kısacası hazırlıksız yakalanmıştır. Ama dert mi? Yine Mozart’ın babasına yazdıklarından öğreniyoruz ki, başdöndürücü bir hızla yeni bir senfoni bestelemektedir. Bu mektubun tarihi 31 Ekim’dir ve konserin verileceği gün 4 Kasım’dır. Yani Mozart’ın sadece, iyimser hesapla 5 günü vardır… Neticede ortaya son derece yoğun ve dramatik bir senfoni çıkar.
  • ·      Dikkat çekici konserlerden biri Fransız Les Vents Français topluluğunun Mozarteum Büyük Salon’da verdikleri sabah konseri oldu. Fransız kökenli ya da Fransa’da eğitim görmüş sanatçılardan oluşan ekibin kurucuları arasında ünlü flüt sanatçısı Emmanuel Pahud ve piyanist Eric Le Sage var. Öncelikleri nefesli sazlar için bestelenmiş eserleri tanıtmak olan topluluk, ilk olarak 2007 yılındaki Mozart Haftası’nda sahneye çıkmış. Bu yıl, Poulenc, Ravel ve Mozart kesişmesi denebilecek nitelikte bir program sundular. Bu müzikal etkileşimleri, birbiri ardına dinlemek çok hoş bir  deneyim oluyor her seferinde.
  • ·      Mozart Haftası 2013’ün operası olarak Mozart’ın ikinci opera seria’sı Lucio Silla seçilmiş. Üç defa sahneleniyor eser. Rolando Villazon, Roma diktatörü Sulla olarak sahneye çıkıyor. –Bu cümleleri yazarken, oturduğum kafeye dün akşam Viyana Filarmoni’yi yöneten Teodor Currentzis girdi-. Olga Peretyatko, Sulla’nın aşık olduğu ve ele geçirmek için her türlü şeyi denediği güzel Giunia rolünde Salzburg’u kendine hayran bıraktı. Ancak, bir haftadır herkesin esas konuştuğu kişi, ne Peretyatko ne de Villazon! Herkes Fransız mezzo soprano Marianne Crebassa’yı konuşuyor. Genç sanatçı, hem beden diliyle, hem sesinin güzelliği ve rengiyle, hem de etkileyici fiziğiyle bu yılki Mozart Haftası’nın yıldızı oldu. Yarından sonra Lucio Silla son defa sahnelenecek ve sonra yaz festivalinde, yine sahnelere dönecek. Olur da yolunuz buralara düşerse, mutlaka denk getirin ve bu prodüksiyonu kaçırmayın.
  • ·      Biraz da magazin: Geçen sabah, otelimde, erken saatlerde, piyanist Maria Joao Pires ile karşılaştım. Kendisine Portekizce selam verip de hatırını sorunca, etkilenip, ‘’Beraber kahvaltı yapalım mı?’’ dedi. Önceki günün düşüşü epeyce canını yakmış ama biraz daha iyiymiş. Ülkesinde politik sebeplerle, çok zorluklarla boğuşmak zorunda kalan Pires, artık Belçika’a yaşıyormuş. Brezilya’da da bir evim var dedi. Dereden tepeden sohbet ettik ve devamını, festival için İstanbul’a geldiğinde yapmak üzere sözleştik.
  • ·      Fransız şef Louis Langree ile geçtiğimiz yıllarda tanışmış ve sahne arkasında sohbet etme imkanı bulmuştum. Bu yılki Camerata Salzburg konserinden sonra, yine sahne arkasına geçtim ve kısa da olsa konuştuk. Langree, geçtiğimiz yıl Camerata’nın başına geldi ve artık daha da meşgul. Amerika sahnelerinde de özellikle operalar yönetiyor ve ayrıca New York Mostly Mozart Festivali’nin de direktörü. Dedi ki, az kalsın İstanbul’a da geliyorduk ama ne oldu anlayamadım, her şey bir anda iptal oldu. Kimdi, neydi fazla bilgi vermedi ama içimden keşke gelebilselerdi diye geçirip durdum. Bir de güzel bir haber paylaştı benimle: Geçen hafta çok meşgul ve heyecanlıydım. Her şefin hayatındaki en büyük hayallerden birini gerçekleştirdim. Louis Langree gibi bir çok ünlü sanat kurumuyla haşır neşir olan bir şefin hayali ne olabilir diye düşünürken cevap geldi: Berlin Filarmoni’yi yönettim! Demek ki kim olursanız olun, hayaller asla tükenmiyor. Belki de insanı canlı tutan şey bu!
  • ·      Cecilia Bartoli’nin sanat direktörlüğünü yaptığı Pentecoste Festivali’nin biletleri, neredeyse tükenmiş durumda. Mozart Haftası’yla direkt alakası olmasa da, sanat çevreleri tarafından mesken tutulmuş mekanlarda en çok konuşulan şeylerden biri de bu konu. Bartoli’nin liderliğiyle, farklı bir kimliğe bürünen festival, bu sene başta Gergiev’li Mariinsky Theatre olmak üzere, pek çok ünlü ismi konuk edecek. Bartoli de Bellini’nin Norma’sıyla sahnede olacak.
  • ·      Salzburg’da hava bu yıl daha güzel ve insaflı. Geçen yılın eksi yirmilerde dolanan soğuklarından sonra, bu yılın nispeten daha ılık, yağmurlu ve kimi zaman da güneşli havaları, festival ruhunu daha da ateşlendiriyor. Hoş, kar altındaki Salzburg da çok güzel ama kış güneşiyle selamlaşmak da insana iyi geliyor.


Salzburg Mon Amour -2-

Salzburg günlerim son hızla akıyor. Buraya geleli sadece bir hafta olmasına rağmen, sanki hem aylardır burdaymışım gibi hem de sanki daha dün gelmişim gibi karmaşık hisler içindeyim. Günler tabii ki o kadar dolu ki, hızlı akmasına şaşmamalı.
Grubun Türkiye'ye dönmesinin üzerinden bile 4 gün geçti bile. Kendimle başbaşa kaldığımda sakin günler yaşarım sanıyordum ama öyle olmadı ve ben bir konserden öbürüne koşarken, kimi zaman nefes nefese kaldığımı fark ettim. Hani İstanbul Film Festivali'nde bir sinemadan öbürüne koşan sinemaseverler var ya, onların Salzburg versiyonuyum burada. Elimde defterler, kitaplar ve kalemlerimle, konser salonları arasında maraton koşuyorum. Konser salonlarının vestiyerlerinde çalışan hanımlar, artık tanıdılar beni, halime gülüyorlar...Şakalaşıyoruz tatlı tatlı. Onlar Almanca ben Tarzanca, anlaşıyoruz bir şekilde. 
Müthiş konserler var. Bazı tanıdık tınıların ve melodilerin yanısıra, aklımı başımdan alan yeniliklerle karşılaşıyorum burada. Dün, sabah Mozarteum'daki konserde, Salzburg'un bir numaralı orkestrası olan Mozarteum Orkestrası'nın nefis bir konserini izledim. İcra edilen eserlerin içinde, 1974 doğumlu Avusturyalı besteci, Johannes Maria Staud'un, Mozart'ın bir eskizi üzerinden hareketle bestelediği oğalanüstü bir parça vardı. Her şey bir Mozart melodisi olarak, normal başladı. Fakat bir an geldi ve her şey değişiverdi. Sanki bir fırtına patladı salonun içinde. Sabah mahmurluğu içinde, her zamanki konserlerden birini bekleyen yaş ortalaması yüksek dinleyici kitlesi, bir anda neye uğradığını şaşırdı. Çellolar bağırmaya, ağlamaya başladı. Vurmalı metal sazlar, ziller, gonglar, basso continuo akordeon, gümbürdeyen kontrbaslar ve çığlık atan bakır nefesliler... Dedim ya az önce, Mozarteum büyük salonda, dün sabah bir fırtına koptu!!! Yaklaşık 20 dakika süren eser, beni sarstı, şaşırttı ve düşünmeye sevk etti. Konser kitabındaki röportajı okuduğumda, Staud'un bir söylemi çok hoştu: İnsanlar daha ne kadar aynı şeyleri dinleyebilirler? Evet, La Traviata'yı beşyüz defa, yıldız yüklü bir kadroyla sahneleyebilirsiniz ama bu bir gurmanın, evet gurme değil, her gün hep en sevdiği yemeği yemesine benzer ve sonunda kendisine zarar verir. Oysa bu tip müzikler, bizi beklenmedik olanlarla tanıştırırlar, farkılıkları da kabul etmemize ve belki de sevmemize yardım ederler. Kimilerine saçma gelebilir ama farklılıklar güzeldir. Ve ben bu söyleme sonuna kadar katılıyorum. Hele Salzburg gibi dünya müziğine yön veren bir şehirde, farklılıkları deneyimleyemeyeceksek, bunca festival neye yarar, değil mi? Konser çıkışında, kaldırımda karşılaştık Staud'la. Elini sıkıp kendisini tebrik ettim. Teşekkür ettim ayrıca. Ufkumu genişlettiği için özellikle...
Yine kısa notlarla aklıma takılanları sıralamaya devam edeyim:

  • Camerata Salzburg'un konserleri, eğer başlarında Louis Langree varsa, bambaşka oluyor. Orkestranın enerjisi ile, Langree'ninki birleşinde, müthiş icralar çıkıyor ortaya. Şef çok önemli gerçekten. Langree artık orkestrayla tamamen harmanlanmış durumda. Birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Bu belli oluyor, seyrederken hissediyorsunuz. Geçen sabahki konserde, Ravel ve Mozart çaldılar. Ravel beni aldı götürdü. Çok sevdiğim bir parçasıdır zaten. O dönemin Fransız bestecileri benim çok hoşuma gitmeye başladı. Ravel, Debussy ve Satie...Öğrenmenin sonu yok.
  • Langree ile sohbet ettik. Geçen senelerden tanışıyoruz da... Konser sonrasında belli ki çok mutluydu. Sohbetimiz sırasında bana son günlerin çok yoğun geçtiğini, yorulduğunu ama çok mutlu olduğunu ve bir önceki hafta, her şefin hayalini kurduğu bir şeyi yaptığını söyledi. O nedir maestro diye sorunca, Berlin Filarmoni'yi yönetmek dedi. Meğer geçen hafta Berlin Filarmoni'yi yönetmiş... O kadar mutluydu ki! Düşünün, dünyaca ünlü bir şef, kaç tane orkestra yönetmiş, New York Metropolitan'dan Viyana Staatsoper'e dek kocaman kurumlarla çalışmış... O bile ne diyor? Her şefin hayali Berlin Filarmoni'yi yönetmek !!! İşin sırrı da burada galiba. Kim olursan ol, hayallerin olmalı mutlaka! Tebrik ettim kendisini, sarılıp öpüştük ve seneye kahvaltı için sözleştik. 
  • Marc Minkowski etkisi midir bilmiyorum ama şehirde ve konserlerdeki izleyici topluluğu arasında, çok Fransız var. Festivalin programına baktığımda da, aynı etkiyi görüyorum. Fransız müzisyenler, solistler, şefler ve besteciler... Bu seneye hakim olan frankofon etki 2014'ün programında bu yoğunlukta olmayacak gibi duruyor. Minkowski, festivalin sanat direktörü olarak kendi tarzını hakim kılmış gibi. Ancak lütfen bir daha Wagner yönetmesin ve Les Musicien de Louvre Grenoble, Wagner çalmasınlar! Bu da kişisel bir not, bir temenni! 
  • Les Vents Français adlı, başta flüt sanatçısı Emanuel Pahud olmak üzere Fransız müzisyenlerden oluşan topluluk harika bir konser verdiler. Beraberlerinde yine bir Fransız piyanist Eric le Sage vardı. Poulenc'in Mozart'la kesişen eserleriyle tam bir Fransız rüzgarı estirdiler. Bu topluluk takip edile!
  • Geçen akşam Triangle'de yemekteydim. Burası festival salonlarının hemen yanında, tamamen doğal, taze ve yerel ürünlerle, yalın ama lezzetli yemekler sunan, eşi benzeri olmayan harika bir restoran. Sahibi Franzi prensipli bir adam, belli! İçeride çalışan genç garsonların hepsi son derece sempatik ve işlerini en iyi şekilde yapıyorlar. Başta Florian olmak üzere, hepsi gelen müşterilere, ev samimiyetini hissettiriyorlar. Ayrıca son derece demokratik bir ortam var restoranda. Festival salonlarından çıkan izleyiciler de, sanatçılar da omuz omuza, o tahta masalarda yemek yiyorlar. Geçen akşam opera çıkışı, Minkowski ve arkadaşları geldiler, kalabalık bir masa yaptılar. Biraz sonra, kostümlerinden kurtulmuş şancılar geldiler. Soprano Olga Peretyakto, bayıldığım mezzo Marianne Crebassa ve tabii ki Meksikalı ünlü tenor Rolando Villazon. Hepsi işlerini mükemmel bir şekilde yapmış olmanın huzuruyla çocuklar gibi şendiler. ancak şunu fark ettim: Villazon, ufak tefek, kara kaşlı, kara gözlü, dışarıda görsen farkına bile varmayacağın bir adammış meğer. Ama işte sahnede devleşiyor derler ya, bunun gerçek olduğunu gördüm. Ayrıca Marianne Crebassa'nın, aslında ne kadar genç olduğunu gördüm. Sahnede bu insanlar tamamen bambaşka oluyorlarmış!!! Peretyatko, her haliyle tam bir prima donna! Restorandaki hal ve tavırları da bunu kanıtlıyordu. Hepsinden imza aldım. Defterim çok zengin artık!
Şimdilik bu kadar! Devamı olacak...

Salzburg Mon Amour

O kadar yoğun günler yaşıyorum ki, kendime fırsat yaratıp da blog günceleyemedim. Oysa, elimde sürekli kalem-defter, böyle yaşıyorum. Ama olmayınca olmuyor bir türlü.
Şu anda otelimin çok sevdiğim restoranında, kahvaltı saatindeyim. Buraya erkence inip, köşe masaya park ediyorum. Defterim, konser defterlerim, makasım, renkli kalemlerim, uhum...Bir mini kırtasiye dükkanı tadında yayılıyorum masaya. Yazıyorum, çiziyorum ve boyuyorum. Her yerde böyleyim. Kafelerde de saatlerce, defterlerimle uğraşıyorum. Sadece bunun hayaliyle gelmiştim. Çok mutluyum...
Konserler müthiş! Bunu her sene yapacağım inşallah. Bir kısmında grupla, diğer kısmında kendimle. Salzburg'da sadece kendimle olmak o kadar muhteşem bir şey ki! İş için sorumluluk olduğunda, doğal olarak, aklınızda hep yapılacaklar listesi oluyor. Her zaman satranç oynar gibi, birkaç hamle sonrasını hesaplarken buluyorsunuz kendinizi. En azından benim gibi, işini severek ve çok ciddiye alarak yapanlar için böyle oluyor hep. Tabii ki bu halimden şikayetçi değilim ama şu andaki kuşlar gibi özgür halimden de çok mutlu olduğumu söylemeden geçmeyeceğim.
Bu sabah az sonra yine Mozarteum'da harika bir konser bekliyor beni. Louis Langree yönetecek ve orkestra Camerata Salzburg! Geçen hafta İstanbul'daydı bu orkestra ama şef başkasıydı. Programda Ravel ve Mozart eserleri var.
Aslında burada konser izlenimlerimi de paylaşmak istiyorum ama bir türlü vakit bulamadım hala.
Aklıma takılan bazı önemli detayları madde madde yazayım ki en azından kayda girsinler:

  • Bu yılın operası Mozart'ın ikinci ''opera seria''sı olan LUCIO SILLA. Roma diktatörü Sulla'nın hayatından bir kesit diyebiliriz. İçinde tüm insan halleri ve duygular var. Aşk, nefret, intikam, yüce gönüllülük ve sonunda her şeye rağmen mutluluk! Sahnede izlediğimiz ekipte, yeniden doğuş yaşayan Rolando Villazon vardı. Ses tellerinden geçirdiği ameliyattan sonra yeniden sahnelere dönen Villazon, her ne kadar bazı yerlerde bekleneni veremediyse de, genel olarak herkes memnundu. Bu cümleyi aslında gazetelerdeki kritiklerden alıntıladım. Eser zaten tenora fazla görev veren bir yapıt değil. eserin bestelenişi sırasında, Mozart büyük zorluklarla uğraşmak zorunda kalmış. Mesela tenor partisini söyleyecek olan kişi, hiç bir sahne deneyimi olmayan bir kilise şarkıcısıymış. Dolayısıyla Mozart, onun bölümünü budamak zorunda kalmış zaten. Cecilio ve prima donna da geç geldikleri için Mozart çok hızlı çalışmak zorunda kalmış.  Benim sahnede izlediğim prodüksiyonda, kadın sesler müthişti. Sopranomuz, St. Petersburg'lu Olga Peretyatko çok iyiydi ama bence gecenin yıldızı Cecilio partisini söyleyen Fransız mezzo soprano Marianne Crebassa oldu. Hem olağanüstü atletik fiziğiyle hem de harika ses rengiyle benim için bir numaraydı. Sanıyorum Salzburg seyircisi de benimle aynı fikri paylaşıyordu...
  • Bu eserin benim için faydası şu oldu: Ben hep derim ki, Mozart operalarını sevmem! Düzeltiyorum, Mozart'ın erken dönem operalarını seviyorum...
Az sonra konserim var, dolayısıyla bu yazıyı burada kesmek zorundayım ama devamını da yazacağım. Şimdilik burada kalsın...


AVM Kızları

Bugün size AVM kızlarından bahsedeceğim. Alışveriş Merkezi Kızları yani...Pek çoğunuz biliyorsunuz zaten. Onlar her yerdeler... Benim size anlatacağım kızlar, KANYON veya İSTİNYE PARK'ın üst katının, hali vakti yerinde kızları değil. Benim anlatacaklarım CEVAHİR'in kızları. Sosyal, ekonomik ve kültürel yönden daha alt segmente ait, belli ki mütevazı ailelerden gelen genç kızlar... 
Ama, yazının evamını okumadan önce lütfen bunu bir aşağılama, iğneleme ya da küçük görme yazısı olarak damgalamayın lütfen. Niyetim asla ve asla bu değil. Ben sadece gözlemlerimi paylaşıp, arada azıcık da -EVET- eleştiri yapmak...
Bu kızlar, genellikle ikişerli bazen de üçerli kümecikler halinde dolaşırlar. Saçları her daim düz fönlüdür. Göz makyajlarına, günün hangi saati olursa olsun, sanki her an sahneye fırlama ihtimali varmış gibi itina gösterirler: Kirpikler her zaman bol rimellidir. Ben de rimel kullanıyorum ama hayatımın hiç bir döneminde bu kadar uzun ve gür kirpiklerim olamadı, azıcık kıskanıyorum. Göz kalemi her zaman üst kirpiklerin diplerinden dışarıya doğru bir kuyruk gibi taşırılarak sürülür. Far da vardır, simli ve parlak renklerde... Rujlar hep ennnn parlak olanlardandır. Eller manikürlüdür ve yılın son modası olan renklerde ojelere bürünmüş tırnaklar dikkat çeker. Bu sene en çok sedefli mavi, sedefli yeşil ve siyah renkler dikkatimi çekti. 
Kızlarımız genelde neşeli görünürler. Bu çok iyi bir şey... Kıkır kıkırdırlar...Yürüyen merdivenlere biner binmez, ilk iş olarak cep telefonlarından, gelen giden mesajları kontrol ederler. Her zaman beklenen bir haber vardır... Yazmış, yazmamış, şunu demiş, bunu söylemiş...O bir sonraki kata kadar süren yarım dakikanın içinde, Facebook'tan haberleri güncellerler. Telefonlar hep ''akıllı'' olanlarındandır. AVM delikanlıları kadar olmasa da, kızların telefonları da genellikle en son modeldir. 
Bu kızların bir de türbanlı olanları vardır. Genellikle kot pantolon, uzunca bir hırka, içinde gömlek ve kafada boynu da sarıp sarmalayan, arkaya doğru uzamış kafa modeliyle dolanırlar kol kola. İç çamaşırı satan dükkanlarda hiç bir zaman tek başlarına görmedim bu kızları. Hep iki kişi oluyorlar. Bir kısmı sıfır makyaj ama bazıları püüürrrr makyaj... Türbanla makyaj aynı karede olur mu demeyin! Ben kafası türbanlı ama göbeği açık, beli düşük pantolonlu kızlar gördüm. 
AVM kızlarının iddialı olanlarını hemen anlarsınız: Burun havada, kaşlar çatık, saçlar fönlü, simsiyah tenli ama sapsarı röfleli veeeeeee bir karış topukların üzerinde dengededir. Günün her saati topukludurlar. Sabah topuklu, öğlen topuklu ve akşam tabii ki topuklu... İskendercide topuklu, McDonalds'da topuklu, Mado terasta topuklu. İnce topuklu, dolgu topuklu, çivi topuklu... Bu iddialı kızlar AVM girişindeki döner kapıya hışımla girerler, önlerinde her kim varsa onları görmezden gelip, bir an evvel girişteki güvenlik kontrolüne ulaşmayı hedeflerler. Ellerindeki torbaları ve çantayı aynı çatık kaş ve sert tavırlarla banta koyup, cep telefonlarını mutlaka manyetik kapının yanındaki tepsiye bırakırlar. Kendilerinden emin hareketlerle kapıdan geçince ilk iş cep telefonlarını, sonra da çanta ve torbalarını toparlayıp, topuklarının üzerinde sert adımlarla AVM'nin içlerine doğru uzanırlar.  Kaygan zeminde o yüksek topuklarla yürümek gerçek bir beceri ama iddialı AVM kızları bunu hep çok iyi yaparlar. Yalnız arada o kaygan zeminden dolayı bozulup da arkaya doğru kaykılmış pek çok yüksek topuk gördüm ama artık olur o kadar!!! 
Bu kızları en çok makyaj ve kişisel bakım ürünleri satan dükkanlarda görürüz. Bir de koloniler halinde, en üstteki yeme içme katlarında. 
Aynı asansöre bindiğinizde ise maalesef acı gerçekle burun buruna gelirsiniz: Kötü koku! Evet, bunca süse, bunca para verip tonlarca şey alınmasına rağmen, maalesef, o kızlardan parfümle karışık ağır bir ten kokusu yükselir. Şık görünümlü, payetli, allı pullu kıyafetlerin sentetik dokusu, ten ve parfümle birleşince, karışım dayanılmaz olur. İşte o gerçek asansöre girdiğiniz anda bir tokat gibi yüzünüze ve burnunuza çarpar! Yine de severim onları seyretmeyi. Çok şey öğrenirim hal ve tavırlarından: Dünyaya metelik vermiyorum, erkekler önümde eğilsin, çok güzel ve çekiciyim, kendime süper güveniyorum, acayip şıkım, süper şahaneyim... İddialı AVM kızları böyledirler.
Neyse, lafi daha fazla uzatmayayım. Siz iyisi mi buralara yolunuz düşerse girin CEVAHİR'e, o zaman anlarsınız ne demek istediğimi. 
Yeri gelmişken aşağıya bir de şiir alıntılayalım.

Ondan bundan konuşur
Bir küser bir barışır
Güzellikte yarışır
Şu AVM kızları

Gezerler butik mutik
Abone bankamatik
Gülüşler otomatik
Şu AVM kızları

Kimi var sinemada
Kafeteryada ya da
Hepsi de yüzen ada
Şu AVM kızları

Ağzında lolippou
Dizinde lap(i)topu
Köylü kızı etmez topu
Şu AVM kızları

Bi şey alanı görmedim
Adları ne sormadım
İyi ki gönül vermedim
Şu AVM kızları


Amatör Şair Nuh Keniş.







Yıl Geçti Bile...

Yıl geçiyorrrrr...Bu lafı bile bile kullanıyorum zira can dostlarımdan Tütü, yılın ilk haftası bittiğinde, hep gözlerini devirerek, ''Kızlar, sene bitti'' derdi. Artık demiyor ama espri hala çok canlı aramızda. O demese bile biz diyoruz. 
Aslında çok doğru: Yılın ilk haftası bittiğinde, özellikle bizim gibi turizm ağırlıklı çalışan biriyseniz, ajandanız senelik tur tarihleri ile dolu olup, bir sonraki seneye bile sarkar. Siz ajandanızın o sayfalarındaki işlere bir başladınız mı, sene psikolojik olarak bitmiş olur. Bana bir seferinde, 2010 yılının hemen başındayken, 2012 için bir müsait tarih sorulduğu zaman içimi sıkıntı kaplamış, ve ''Allahaşkına bana iki yıl sonramı sormayın. Ben yarın ne olacağım belli değilken, iki yıl sonramı nereden bileyim'' demiştim. O sırada artık nasıl köpürdüysem, soruyu soran genç arkadaşım gayet büyük bir olgunlukla susup, aynı soruyu sormak için bir iki haftanın daha geçmesini beklemişti. Sonra yine aynı şey ama bu sefer zaman biraz daha ilerlemiş ve ben 2010 yılını zaten kafamda bitirmiş olduğum için 2012 ile ilgili tarih üzerine sağlıklı bir şekilde düşünebilir hale gelmiştim. Aynı psikoloji şimdi daha az da olsa var: 2013'ün ilk haftası bitti ya, yıl bitti!!!
Amaaaaaaaa....
Bu sene farklı bir durum var: Artık yılı iki bölüme ayırdım. İlk bölüm Ocak-Nisan arası. Sonra bir ara veriyorum ve Agustos'ta bir tane tur yapıp, sonra yeniden Ekim ayında dönüyorum sahaya. Yani eski çalışma tempoma nazaran, çok çok daha az çalışıyorum bu yıl. Bu yeni kararım! Artık, en azından bu yıl, eskiden olduğu gibi 200 günlerde değil çalışma günü sayım. Üstelik çok da değişik destinasyonlar yerine, Hindistan turu başta olmak üzere, bir New York, bir İzlanda ve bir de Sri Lanka yapacağım. O kadar! Müzik turu olarak ise Ocak sonu Salzburg var. Şimdilik bu kadar! 
Bu kararı neden mi aldım?
Aslında bir değil bir çok sebebi var:

  • Evde daha fazla zaman geçirmek istiyorum.
  • Sevdiklerime daha fazla zaman ayırmak istiyorum.
  • Hobilerime daha fazla zaman ayırmak istiyorum.
  • İçime daha fazla dönmek istiyorum.
  • Yaş ilerliyor, zorlu bir hayalim var şimdi paylaşmak istemediğim, onu yapmak istiyorum. Bu da en az 40 gün istiyor.
  • Canım böyle yapmak istiyor!!! Paşa gönlümün izinden gidiyorum ben de...
Tabii bunu duyan pek çok seyyah dostum, epeyce silkeledi beni. ''Bizi bırakıp gittin'' diye sitem ediyorlar. Sevilmek güzel şey ama insan iç sesini dinlemek ve bu sese uymak zorunda. Bu sesi dinlemezsen, ses gittikçe yükselip, bağırtıya dönüşüyor. Dünyanın çevresinde devrialem durumundaysan eğer, merkezlenemiyorsun bir türlü. Oysa belli bir yaş dönümündeysen, hele bir de kadınsan, merkeze dönmek, sabitlenmek ve bir süre orada kalmak istiyorsun. Bir de tabii halden anlayan insanlarla bir arada olmayı tercih ediyorsun doğal olarak. Kendi HABITAT'ında olmak en sağaltıcı şey oluyor bir anda. Anlayan anlıyor, anlamayan bin tane kulp takıyor o başka! Kulp takanı da ben takmıyorum artık o da başka!!! 
Ne diyeyim: 2013 geldi, hoşgeldi ama benim için yarısı çoktan bitti! 

Viyana Filarmoni'yle Yeni Yıla Girmek







Herkese nasip olmaz. 2012'yi dünyanın en ünlü konser salonlarından birinde, dünyanın en meşhur orkestralarından birini, dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü konser organizasyonunda dinleyerek bitirdim! Bunun üstüne daha başka söz var mı söylenecek? YOK!!!
Şef, çok sevdiğim Franz Welser-Möst, Strauss hanedanı, Wagner , Verdi , Lanner gibi büyük ustaların eserlerinden oluşan bir konser programında, orkestrayı yumuşacık yönetti. Böyle denilebilir mi bilemiyorum. Yani bir şef için orkestrayı yumuşacık yönetti diye...Ama aklıma ilk gelen sıfat bu oldu...Neden bilmiyorum...


Benim yerim üstteydi. Balkonda, orkestrayı tam karşıdan gören bir noktadan, her şeyi içime sindire sindire seyrettim. İnsanları, San Remo'dan gelen çiçekleri, şıkır şıkır parlayan kristal avizeleri, salonun altın rengine bürünmüş ünlü karyatidlerini içime çektim ve bir yandan da çocukluk hayalimi gerçekleştirebilmiş olmanın keyfini sürdüm her anında. Veee tabii ki her yılbaşı konserinin sonunda olduğu gibi, Radetzky Marşı'nda avuçlarım patlayasıya el çırptım. Gözlerimde yaşlarla...



Evet, biliyorum, bu konser artık çok ticari gelebilir müzik ''ÇOKBİLEN''lerine, sanatsal anlamda yeterince üst düzey, sofistike bulmayabilirler, hatta çok turist geliyor diye burun kıvırabilirler ama ben aynı kanıda değilim. Yeni yıl konserinde hiç kimse sofistike bir program beklemiyor ki zaten!!! Bunu isteyenler için zaten tonlarca festival var. Burada amaç eski yılı müzikle uğurlayıp, yeni yılı keyifle karşılamak...Ve dün akşam bunu yaptık. Eski yılı Viyana Filarmoni'yle uğurladık!!! 

Bu yazının sonuna bir de ilave yapalım. Buradan sonra okuyacaklarınız, Andante dergisi'nin Şubat sayısında yayınlanan yazımdan alınmıştır:


Viyana Filarmoni Orkestrası’yla Yeni Yıla Dokunmak
İlknur AKMAN

Herkesin bildiği şeyleri anlatıp, malumun ilanını yapmak istemem ama yılbaşında Viyana’da olmak, havanın dondurucu ayazına rağmen , gönlümüzü sımsıcak etti.
Nasıl mı? İşte devamında okuyacaklarınız, bunun kısa bir hikayesidir.
Yılın son günlerini sanat ve müzikle sarıp sarmalanarak geçirmek hayaliyle, FEST TRAVEL’in organizasyonunda, Türkiye’den 30 kişi olarak yola çıktık. Niyetimiz hem şehrin seçkin sanat müzelerini gezmek, hem de yılbaşı akşamı, dünyanın en ünlü klasik müzik kurumlarından Viyana Filarmoni Orkestrası’nı  SİLVESTERKONZERT olarak bilinen yılbaşı konserinde izleyebilmekti. Aramızda bulunan bazı dostlarımız ise, bir adım ileri gidip, 1 Ocak sabahı, tüm dünya televizyonlarından naklen yayınlanan, YENİ YIL KONSERİ’nde bulunacaklardı. Heyecanlıydık…
Uçağımız Viyana’ya indiğinde, bizi açık ama oldukça soğuk bir hava karşıladı. Hava raporları önümüzdeki günlerin de benzer şekilde olacağını söylese de sonraki günler sandığımızdan daha yumuşak geçti.  Noelin hediye heyecanı bitmiş olmasına ragmen vitrinler hala ışıl ışıl, sokaklar hala cıvıl cıvıldı. Tatili fırsat bilen binlerce Avrupalı, şehri dostane bir istilayla doldurmuş ve  müzelerin girişlerinde uzun kuyruklar oluşturmuşlardı. Bu kuyruklara bizler de karıştık ve salonlarda omuz omuza Klimt, Brueghel ve Vermeer gibi ustaların izini sürdük. Güzel güzel gezip dolaşırken, aslında hepimizin gönlündeki arslan, tabii ki yılbaşı konseriydi.
En sonunda beklenen an geldi çattı: Otobüsümüze binmeden önce, toplu bir fotoğraf çektirip, Viyana’nın ve aslında tüm dünyanın en ünlü konser mekanlarından MUSİKVEREİN’ın, ALTIN SALON olarak da bilinen BÜYÜK SALON’una doğru yola koyulduk.
Eski şehrin surlarının bulunduğu bölgede, şimdinin moda tabiriyle, büyük bir kentsel dönüşüm projesi uygulamaya konulduğu sırada, artık işe yaramayan surlar yıkılır ve ünlü RİNG CADDESİ ortaya çıkar. Bu caddenin iki yanı, sıra sıra pek çok muhteşem binayla donatılır. İşte bu dönemde, 1863 yılında, İmparator I.Franz Joseph tarafından verilen arazi üzerinde yapımına başlanan Musikverein, devrin modasına uygun, neoklasik tarzda,  antik Yunan tapınağı şeklinde inşa edilir. Binanın mimarı olan TEOPHIL HANSEN, RING CADDESİ üzerinde bu tarzda daha pek çok bina inşa etmiş olmasıyla tanınıyor. Hızlı sayılabilecek bir tempoyla inşası süren MUSIKVEREIN, 6 Ocak 1870 tarihinde açılır.  Viyana’nın ileri gelenleri salona akın ederler ve bu artık yeni bir devrin başlangıcıdır.
BÜYÜK SALON, her yana hakim altın rengi, ihtişamlı tavan freskoları ve dikkat çekici heykelleri sebebiyle, her ne kadar kimileri tarafından ‘’Bir konser salonu için fazlaca süslü’’ olduğu ve ‘’İnsanı müziğe konsantre olmaktan alıkoyacağı’’ endişesiyle eleştirildiyse de, bu korkulan hiç bir zaman olmaz ve salon, güzelliği, zenginliği ve özellikle de olağanüstü akustiği ile tüm müzik dostlarının kalbine kazınır. İçindeki her santimetrekarenin, her sütunun ve her girinti çıkıntının titizlikle hesaplandığını pek çok kaynaktan okuyoruz. İşte bizler de 31 Aralık 2012 akşamı, aklımızın bir köşesinde bu bilgiler ve gönlümüzde konser heyecanıyla ALTIN SALON’a girdiğimizde, 1870 yılındaki açılış konserinin havasını kokluyorduk adeta.
Bu yıl için hazırlanan konser programına göz attığımızda, alıştığımız Strauss valsleri ve polkalarının yanısıra, 2013’ün anlamını vurgulayan iki parça, özellikle dikkat çekici geldi. Müzikseverlerin bildiği gibi, 2013 yılı tüm dünyada, Wagner ve Verdi tutkunları için çok çok özel bir yıl olacak. 200. doğum yılları münasebetiyle, bu iki büyük bestecinin eserleri özel sunumlarla sahnelere, salonlara ve hatta binlerce yıllık arenalara taşınacak. Viyana Filarmoni Orkestrası da, tüm dünya tarafından izlenen yılbaşı konserinin programına, bu iki bestecinin eserlerini alarak, 2013’ün Wagner ve Verdi’yle anılacağını bir kere daha kanıtlamış oldu. Tarihsel bağlara baktığımızda ise, Strauss kardeşlerin Wagner’in müziğine olan hayranlıklarını, Strauss Orkestrası’nın Wagner’in pek çok eserinin Viyana’daki ilk seslendirilişlerini yaptığını ve Wagner’in de  özellikle oğul Johann Strauss’un eserlerinin bazılarını uyarladığını görüyoruz. Benzer durum Verdi-Strauss ilişkisinde de görülebiliyor. Viyana ile İtalya ve de özellikle Milano arasındaki müzikal bağlar tarih boyunca çok kuvvetli olmuştur.  Pek çok müzisyen bu iki şehir arasında adeta mekik dokumuş ve Giuseppe Verdi de 1843-1852 yılları arasında pek çok kere Viyana’ya gelip, operalarını yönetmiştir. Özellikle 12 Mayıs 1852 tarihli Rigoletto temsili, büyük bir başarı kazanmış ve aynı yılın Temmuz ayındaki Volksgarten konserlerinde, oğul Strauss’un  ‘’Melodies Quadrille’’ serisine ilham vermiştir.
Bir zamanlar Avusturya toprağı olan Dalmaçya kıyılarında doğup, İtalya topraklarında müzik eğitimi alan ve sonunda Viyana’ya demir atan Franz von Suppe’nin ‘’Leichte Cavallerie’’ operetta’sının uvertürü, Gustav Mahler’in ardılı olarak Filarmoni konserlerini sürdüren oğul Josef Hellmesberger’in polkası, dansın Mozart’ı olarak anılan Joseph Lanner’in Styria Dansları konser programına renk ve zenginlik katan diğer eserler oldular.
Bu güzel konseri, Viyana’nın en önemli sanat kurumlarından Viyana Devlet Operası’nın başındaki isim, Franz Welser-Möst yönetti. 1950 yılında Linz’de dünyaya gelen Welser-Möst, hepimizin hatırladığı gibi, iki yıl önceki yılbaşı konserini de yönetmişti. Ben tabii ki böyle dünyaca ünlü ve çok önemli konumdaki bir şefin yetkinliğini ölçüp biçecek konumda değilim ama bana ‘’ nasıl yönetti’’ diye sorsalar, ‘’yumuşacık’’ diye cevap verirdim… Konserin son parçasında, önündeki koca sandığı açıp, orkestranın, marifetlerini en iyi şekilde sergileyen üyelerini bir Noel Baba edasıyla, çaldıkları enstrümanları da hatırlatan hediyelerle ödüllendirmesi, bu yılki konserin hoşluğu oldu.
Gelenekselleşmiş olduğu üzere, konserin bis bölümünde Mavi Tuna’yı dinleyip ardından Radetzky Marşı’nda el çırparak orkestraya eşlik ederken, hepimizin gönlünde, bir hayali gerçekleştirmiş olabilmenin mutluluğu vardı. Bir yılı bu şekilde bitirip, yenisine adım atmak umutlarımızı tazeledi ve bu hayali gerçekleştirmemizi mümkün kılan FEST TRAVEL’e teşekkür ettik.
Ne diyelim? Hepimizin tüm hayallerinin gerçek olacağı güzel bir yıl olsun…








Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...