Geçen yazımda Dalaman’dan başlayıp, Datça’ya kadar
gelmiştik. Bu bölümde ise, badem çiçeklerinin peşinde, yarımadanın en uç
noktasına uzandığımız günü anlatmak istiyorum.
Geldiğimiz gün, herhalde Datça’nın en doğuk günlerinden biri
yaşanıyordu. Fırtınanın etkisiyle ayaklarımız neredeyse yerden kesilmişti
birkaç kez. Yine de sezon dışı olmasına rağmen, yarımadanın en sevdiğim
yerleşimi olan Yakaköy’de, normalde bu mevsimde kapalı olan çok takdir ettiğim
bir işletmede kalma kararımızdan vazgeçmedik.
Evet, Yakaköy, turkuaz renkli sularıyla ünlü Palamutbükü’nün
sırtını yasladığı yamaca kurulmuş, taş evleri ve manzarasıyla dikkati çeken çok
güzel bir köy. Havası güzel, tertemiz ve pırıl pırıl. Yazın bile o bölgeye
gitsem, kalabalık sahillerden ziyade, tepede kurulu bu köyde kalmayı hep tercih
ederim. Yakaköy’ün tam karşısında boy sırasına göre dizilmiş gibi duran üç
tepecik yer alıyor. Tepeciklerin altında ise, bu üç tepeden ismini alan Triopium
adındaki bir antik kenti ya da tapınak kompleksinin kalıntıları görülebilir.
Çok eski zamanlarda Tanrı Apollon adına düzenlenen şenliklere katılan ve kimi
zaman da ev sahipliği yapan bir yer olduğunu anlatıyor kaynaklar. Ancak daha
fazla bir bilgi de yok elimizde. Yüzey araştırmaları dışında pek bir çalışma
yapılmamış. Yine de konumu ve sükuneti açısından gezmeyi pek sevdiğim yerlerin
başında geliyor.
Ancak tabii ki Datça dendiğinde, hepimizin aklına ilk olarak
ünlü Knidos şehri gelir. Akdeniz’le Ege’nin birleştiği noktada kurulmuş,
rüzgarları, doğası, Afrodit heykeli ve limanlarıyla ünlü bu güzelim şehre
uğramadan döndüğüm olmamıştır. Ancak yaz aylarında dahi insanı serseme çeviren
kuvvetli rüzgarları olan Knidos’u, bu soğuk Şubat fırtınasında nasıl ziyaret
edecektik? Ben hava raporlarına uymaya karar verdim ve rüzgarın kesileceği güne
dek bekleyelim dedim. Nitekim iyi ki öyle yapmışız. Fırtınanın hemen
ertesindeki durgun günlerden birinde şehri gezmeye gittiğimizde, yaprak dahi
kıpırdamıyordu. Hayatımın en güzel Knidos ziyaretlerinden birini
gerçekleştirdim diyebilirim.
Knidos’tan kısaca bahsetmek isterim. İlk bilimsel kazı
çalışmaları İngiliz Arkeolog Charles Thomas Newton tarafından 1857-58 arasında
yapılmış. Şehri kimin kurduğu yönünde hala kafa karışıklıkları var. Kaynakların
çoğunluğu Knidos’un bir Dor yerleşimi olarak, beş diğer Dor kenti ile bir tür
federasyonun parçası olduğunu söyler. Dor Hexapolis’i olarak anılan bu
federasyonun içinde Rodos adasından üç kent, Halikarnassos ve onun karşı
komşusu Kos vardır. İşte bu altı şehir, Apollon adına düzenlenen bu oyunlar ve
şenlikler için, yarımadada toplanır, tabiatın uyanışını kutlarlarmış.
Knidos, yarımadanın ucundaki ayrıcalıklı konumu ve korunaklı
limanları sayesinde büyümüş, zenginleşmiş ve hatta Adriyatik denizine kadar
uzanan bir coğrafyada, bazı koloniler kurmuş. Anadolu Pers istilasına
uğrayınca, önce Sirus’a sonra da
Atina’ya boyun eğmişler. Hatta geçen haftaki yazımda, şehirleri istila
edilmesin diye, yarımadanın en dar yerinde kanallar kazarak, yarımadanın bulundukları
kısmını adaya dönüştürmeyi bile düşündüklerini anlatmıştım.
Büyük İskenler’le başlayan Hellenistik dönem, Knidos için
aslında sakin bir dönem olmuştur. Sonra Roma yönetimini görüyoruz. Roma’nın
Anadolu’da yayılışı sırasında, Knidos olumlu ve işbirlikçi politikasıyla
içişlerinde özerklik kazanıyor.
Knidos’un kurulduğu iki alan var. Şehrin bir bölümü
anakarada bulunurken, diğer bölümü eskiden Triopion denilen adanın üzerine
kurulmuş. Knidoslular adayı anakaraya köprülerle bağlamışlar. Sonra da denizi
doldurup suni bir geçiş yaratarak, şehre bir tane daha liman kazandırmışlar.
Bugün gezi teknelerinin gelip bağlandıkları bölge burası işte. Deveboynu
denilen bu mevkide bir de meşhur bir deniz feneri bulunuyor. 1931 yılında
yapılan fener, iki denizin birleştiği noktayı belirliyor adeta. İçeride 16
tonluk bir sarnıç varmış ve eski fenercinin anlattıklarına göre, suyu keçeyle
süzerlermiş, buz gibi su tertemiz olurmuş. Fenerin altı odası varmış. Yapıldığı
zamanlarda gazla çalışıyormuş. 19722den itibaren tüpe geçilmiş. 1990’da
otomatik olmuş. Şimdi ise elektrik ve güneş enerjisiyle çalışıyor. Her 15 saniyede
iki kez çakıyor ve iki şimşek arası 3 saniye. Oldukça güçlü bir fener, 950
mumluk bir gücü var. Bodrum Kırlar’dan görülebiliyor.
Yapılan kazılar sayesinde tiyatro, odeon, Diyonisos tapınağı
ve daha başka çok sayıda bina ve tapınak belirlenmiş. Hellenistik dönemin en
büyük heykeltraşlarından Praxiteles tarafından yapılan ve bugün artık kaybolup
gitmiş en güzel Afrodit heykeli, Knidos
için yapılmış. Ancak günümüze kadar gelebilmiş sonraki dönem kopyalarının
hiçbiri Knidos’ta değil, dünyanın değişik müzelerine dağılmış durumdalar. Yine de Knidos, Afrodit’in şehri olarak
anılmaktan vazgeçmiş değil.
Heykel demişken hemen bir parantez açıp Yakaköy’e geri
dönmek isterim zira burada kurulmuş bir sanat merkezi, bahar aylarından
itibaren dünyanın dört bir yanından heykeltraşları ağırlayıp, onlara eserlerini
yaratma fırsatı tanıyor. Sergiler, konserler, şiir buluşmaları ve daha başka
pek çok etkinik ile, ıssız topraklara can getiriyor. Gerçek bir ütopya! Hemen
bu akademinin adını vereyim: UKKSA yani Uluslararası Knidos Kültür ve Sanat
Akademisi. Hayatını sanata adamış bir galerici ve sanat kitapları basımcısı
Nevzat Metin tarafından yoktan var edilmiş bir yer burası. İstanbul Moda’da
galeri sahibiyken tanımıştık kendisini. Sonra bütün gücünü seferber edip
yurdumun bu cennet köşesinde bir hayalini gerçekleştirdi. Datça’ya gelin,
Yakaköy’e mutlaka uğrayın ve tabii UKKSA’da durup bir çay için, heykelleri
görün.
Dönüyorum Knidos’a…Dediğim gibi havanın da yardımıyla harika
bir gezi yaptık o gün. Karış karış gezdik şehri. Tabii bu mevsimde genellikle
pek kimseler uğramadığı için, bütün tesisler kapalı olduğundan çok istesek de
denize karşı bir bardak çay içemedik. Oysa o durgun havayı bulmuşuz, tam
zamanıydı… Belki ileride ufak bir çay kahve makinası koyarlar. Parasını atarız,
çayımızı alırız…
Tabii geçen haftaki yazının başında da söylediğim gibi bizim
bu mevsimde buralara gelmemizin esas sebebi badem çiçeklerini görmekti. Kış
geçen yıllara göre daha cetin geçtiği için çiçekler her yerde açmamıştı henüz
ama kuytularda harika manzaralarla karşılaştık. Örneğin Çeşme köyünde, çiçek
yüklü bir ağacın fotoğraflarını çekmek için durduğumuzda, bize selam veren Ayhan
Amca’nın önerisiyle, o yoldan devam ederek Palamutbükü’ne indik. Bir de ne
görelim? Her yer çiçek! Güzel Türkçemizin güzel tabiriyle kendimizi kaybedip,
bahçelere daldık, her bir dalı, her bir çiçeği görmek, dokunmak istiyorduk.
Geçen sefer de söylemiştim, insanda tatlı bir sarhoşluk, bir hafiflik duygusu yaratyor
bu çiçekler. Tıpkı Japonların SAKURA dedikleri kiraz çiçekleri gibi…Bunlar da
bizim sakuramız ama ne yazık ki kimsenin haberi yok! Hatta Datça’nın bile
bundan faydalanmak gelmiyor aklına. Japonya’da hem yurt içi hem yurt dışı
turizm hareketlerinin en çok hızlandığı dönemlerden biridir Sakura dönemi. Hava
durumu verir gibi, TVlerde çiçek açma durumu haritaları yayınlanır o dönemde.
Ben gitmedim henüz ama çalıştığım kurum, senelerdir geziler düzenler Japonya’ya,
çiçekleri görmek isteyenler için. Tabii Japonlar için kutsaldır bu çiçekler. Solmadan,
en olgun, en gösterişli oldukları zamanlarında pat diye yere düşerler. Eskiden
samuraylar bu çiçeklere bakarak, her şeyin bir gün bir anda sona ereceğini
düşünürlermiş. Kamikazeler, savaşta uçaklarına bunları çizerek çıkarlarmış son
seferlerine. Her yıl Japonya’da bu fenomen için şenlikler düzenlenir.
Festivaller, şiir ve müzik buluşmaları, yürüyüşler yapılır. Kısacık sürse de
herkes heyecanla bu dönemi bekler. Ben de her yıl bademlerin açışını görmeye
Datça’ya geldiğimde, kaçınılmaz olarak bunu düşünürüm. Biz bunu neden
yapmıyoruz? Birileri başlatsa arkası gelir. Evet, Datça’da badem festivali
yapılıyor ama Altın Badem Sinema ve Kültür festivali olarak anılan bu festival,
Eylül’ün başında düzenleniyor. Ama düşünüyorum da, belki de böyle kalması daha
güzel! Kalabalıkların ve gürültünün ortasında seyretmek istemezdim badem çiçeklerini
doğrusu. Bizde festival dendi mi, işin neye dönüştüğü ne yazık ki hepimizin
malumu. Öyleyse bırakalım, bilen gelsin, bilen görsün, yurdumuzun en son bakir
kalmış bölgesine kimsenin eli değmesin.
Bakir deyince aklıma geldi: Burada da imar planları
değiştirilmeye çalışılıyor. Yani bu demektir ki, bir gün biri çıkıp, bir
kağıdın altına imzayı basacak. İşte o zaman elveda bademler, gelsin yazlık
siteler…Olmaz demeyin, 40 yıldır yurdumu geziyorum karış karış, her yerde böyle
oldu! Bir tane istisnası yok ne yazık ki! Yine de karamsarlık olmasın!
İkinci konu, dağları taşları yok eden taş ocakları! Burada
da, Mesudiye köyünün üzerindeki koca tepe, senelerdir kazıla kazıla gözümün
önünde eridi gitti! Hem korkutucu görünüyor, hem havayı ve suyu kirletiyor, hem
de bu kadar çok taş ocağına gerçekten ihtiyaç var mı? İstanbul’un her yanında
şık şık taş dükkanları açıldı. Ev dekorasyonunda, hastanelerde, otellerde, yeni
inşa edilen havalimanlarında doğal taş kullanılıyor. Şimdinin modası da bu ama
moda geçince dağlarımız, tepelerimiz ve ormanlarımız gitmiş olacak, kimsenin
umurunda değil…
Neyse, lafı daha fazla uzatmayayım. Badem çiçeği dedik,
buralara geldik. İyi ki gelmişiz… Bu yazıyı okuyan sevgili dostlar, lütfen bir
sefer siz de kıştır, soğuktur demeyin, bunu deneyin.
Yollarda görüşürüz,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder