Geçtiğimiz haftalarda en sık duyduğun şey neydi diye bir soran olsa hiç tereddüt etmeden şu cevabı veririm: Yahu bu mevsimde ne işiniz var Datça’da?
Evet, bir grup yakın arkadaş olarak, bu ufak seyahati planlamaya başladığımız andan itibaren en sık karşılaştığımız soru bu olmuştu. Şubat başında, Türkiye’nin hemen her yerinde hala yoğun kış şartları yaşanırken, İstanbul kuvvetli lodos fırtınalarına teslim olup, şehrin hem hava hem de deniz trafiği kilitlenirken, okulların ikinci sömestri yeni başlamışken, ne işimiz olabilirdi Datça’da? Türkiye’nin batısındaki en ücra köşeye gitmek nereden gelmişti aklımıza?
Haksız sayılmazdı soranlar ama bilmedikleri bir şey vardı: Ben bunu hemen her sene yapıyordum! Yani hemen her sene, Ocak sonu Şubat başı gibi, İstanbul’dan atladığım gibi Dalaman uçağına, soluğu oralarda alıyordum. Peki illa bu zaman mı? Daha bahar olsa? Şöyle havanın daha yumuşadığı, çiçeklerin fışkırdığı, tabiatın uyandığı bir Ege baharında olsa olmaz mı? Tabii olur, olur da tabiatın uyuduğunu kim söyledi? Benim her yıl oralara, tam da bu mevsimde gitmemin en büyük sebebi, zaten tabiatın en büyük hediyelerinden birine tanıklık etmek arzum! Peki nedir bu hediye? Badem çiçekleri!
Her yıl, Ocak sonu Şubat başı, ufak ufak tomurcuklar patlamaya başlar Datça’nın ötesinde. O kış havalar çok soğuk yapmışsa, o zaman Şubat’ın ortasını bulabilir. Tabiat Ana bu, öyle saatli saniyeli program yaptırılmaz ki kendisine! O bilir en iyi zamanı evlatlarını güneşin koynuna uzatmak için… Ben hep Şubat ayının ilk on günü içinde o bölgede bulundum ve mutlaka bu doğa şenliğine denk gelmeyi başardım.

İşte aklımızda bu bilgilerle İstanbul’dan, yine kuvvetli lodos eşliğinde havalandık. Sabiha Gökçen’den tam iki saat rötarla kalkan uçağımız, Dalaman’a yaklaşırken, rüzgarın etkisiyle adeta sörf yapıyordu. Hem kalkışta hem de inişte sarsılsık, sallandık ama çok şükür, sorunsuz  indik. Bir araba kiralamıştık, zaten rötar sebebiyle yeterince vakit kaybettiğimizden pek fazla oyalanmadan, hemen yola düştük.
Hava parçalı bulutlu ve çok rüzgarlıydı. O rüzgarla içimize işleyen soğuk, bize İstanbul’u arattı desem yanlış söylemiş sayılmam. Dalaman’dan kırdım direksiyonu Ortaca ve Gökova istikametine. Radar kontrolleri sebebiyle 90kmyi aşmamaya gayret ederek, yemyeşil narenciye bahçelerini içimize sindire sindire batıya doğru ilerlemeye başladık. Ağaçlar yüklüydü ama ne yazık ki beklenmedik soğuklar üreticiyi fena vurmuş. Donan meyveler, onların tabiriyle yanmış. Yollardaki tezgahlarda mis kokulu portakallar, mandalinalar satılıyordu, o tezgahlardan birinde durup meyve satın aldığımızda öğrendik bu durumu. Üzüldük tabii… O kadar emek, bir anda heba oluyor!
Marmaris’e yaklaşırken, şehri tepeden gören manzara noktasında ufak bir fotoğraf molası verdik. Aklıma çocukluğumdaki Marmaris görüntüleri gelse de, altımda uzanan beton deryası, o görüntülerin çoook uzaklarda kaldığının canlı kanıtıydı adeta. Deniz ile Marmaris’in yayıldığı ovayı çevreleyen dağların arasında yeşil tek bir boşluk alan kalmamış. Şehir bütün yeşil ovayı yutmuş ve yetmemiş, dağlara doğru tırmanıyor… Bu kadarına artık dayanamıyorum. Bu açgözlülükle nereye kadar? Buna nasıl izin veriliyor? Bu katliam bir gün duracak mı? Büyümek gelişmek tabii iyi bir şey ama böyle olmamalı! Bütün temiz su havzalarını, ormanları ve yeşil alanları yok ederek, hepsinin üzerine beton yığarak, kendimizi ve daha da önemlisi gelecek nesilleri, evlatlarımızı öldürüyoruz. Cinayetin binbir türü vardır, bunun benim gözümde cinayetten hiçbir farkı yok!
İçimizi çeke çeke, tekrar arabaya doluşup, daha fazla görmemek için Marmaris’i hızla geçtik. İçeriye girmedik bile! Hisarönü’ne yaklaşırken, azıkan karınlarımızın çağrısına daha fazla direnemeyip, yaz kış açık, efsanevi pideci Mavi’ye uğradık. Mehmet Yaşin’in Lezzet Durakları programına çıkıp, gazeteye de yazı konusu olunca artık iyice meşhur oldu bu işletme ama hiç haksız değil bu ünü, zira hayatınızda yiyeceğiniz en ince hamurlu, çıtır pideyi burada tadacaksınız. Garanti veriyorum!
Pide molasından sonra, tekrar yola koyulduk ve bir sonraki fotoğraf molası olarak ünlü Balıkaşıran Geçidi’ne vardık. Burası en tepede 350 metre rakıma erişen, manzaralarıyla ünlü harika bir nokta. Yarımadanın en dar yeri. Öyle ki zirvede durduğunuz noktada bir yanda Ege, diğer yanda Akdeniz’i seyredebiliyorsunuz. Yarımadanın genişliği burada 800 metreye iniyor. Kuzeye bakan tarafından Bördübet , güneye bakan tarafında ise Hisarönü, bencik limanı yer alıyor. Balık bir yandan öbürüne aşabilir gibi geliyor gerçekten insana. Direnen doğanın zerafetini, gücünü ve sükunetini hissediyorsunuz. İşte bu diyor insan! Ormanın yeşili, denizin laciverti ve gökyüzünün mavisi… İşte bunu korumak lazım! Hiç olmazsa burası kalsın! Diğer yerleri mahvettiniz, bari burayı bırakın evlatlarımıza çığlığı yükseliyor içimizden.
Bu noktada tam bu mevki hakkında anlatılan bir efsaneyi aktarmak gerekir. Binlerce yıl evvel, Persler Anadolu’yu istila ettikleri zaman, İyonya’nın da Pers işgalinde kaldığı haberini alan Knidoslular, ellerine kazma küreklerini alarak, tam bu kıstakta, yarımadalarını anakaradan koparmaya çabalamışlar. Knidos’u bir adaya dönüştürüp, işgalden kaçabileceklerini düşünmüşler. Ancak taşları kıranları başta gözleri olmak üzere her yerlerinde onulmaz yaralar açılmaya başlamış. Bunun tanrıların bir gazabı olduğunu düşünen Knidoslular, bu sevdadan vazgeçmişler.
Fotoğraflarımızı çektikten sonra, yola devam ediyoruz. Viraj viraj yaklaşıyoruz Datça’ya ve önce, merkeze 4 km mesafede bulunan Gebekum mevkine varıyoruz. Burası aslında o kadar önemli ki! Koruma altında olmasına rağmen, yeterince korunamamış bir sahil şeridi. Farklı bir ekosistemi var. Yürüyen kumlar da denen, kum tepecikleri ile, tamamı fosillerden oluşmuş incecik taneli bir kumsalı var. Bazı bölümleri dikenli tellerle çevrili olmasına rağmen, daha önceki yıllarda bu fosil kumların üzerine berbat yazlık siteler ve çirkin tatil köyleri inşa edilmiş bile. Koruyamamışız yani! Neyse ki, yurdumuzun diğer sahil yörelerine nazaran, daha az buradaki betonlaşma. Ama ne yazık ki uzun sürmez zira gözlerini bu son kalmış bakir yöreye diken rant sevdalıları, buradaki imar planını değiştirmek için senelerdir çırpınıyorlar. Biliyorum ki, günün birinde bir rüşvet zinciri kurulacak ve buraları da bir anda imara açılacak. Hep böyle oldu ne yazık ki! Datça’da yaşayan yerli halk, diğer yörelerden daha farklı, delidolu Knidos’luların torunları diyorum ben onlara. Bugüne kadar direndiler, eminim daha da direnecekler… Gebekum’un bir diğer önemli özelliği ise, denizi ve kuvvetli rüzgarı. Deniz genellikle dümdüz ama yarımadanın öte yanından aşıp da gelen rüzgarı epeyce kuvvetli. Bu durum rüzgar sörfü yapmak için elverişli bir ortam yaratıyor. Bir iki sörf okulu tabelası gördüm. Eminim yaz mevsiminde, burası rengarenk sörflerle dolup taşıyordur. Bu mevsimde pek kimsecikler yoktu etrafta.
Yine bu civarda, Datça merkeze 8km mesafede, yeldeğirmenleriyle ünlü Kızlan köyünü görmeden geçmemek lazım. Yarımadanın en fazla rüzgar alan noktası burası olduğundan çok sayıda değirmen bulunuyor.
Datça’nın şehir merkezine girmeden, iki gece kalacağımız Yakaköy’e doğru devam ettik. Ve benim en sevdiğim manzaralar başladı. İlk badem çiçeklerimizi de bu noktada gördük. Bembeyaz çiçekleriyle gerçekten gelin başlarını andıran dalları görünce, sevinçle gülmeye başladık. Neden bilmiyorum ama bu çiçeğe kesmiş ağaçlar insanın içine tanımsız bir mutluluk hissi veriyor. Sarhoşluğa benzer bir mutluluk, ya da eskilerin Euforia dedikleri türden bir mutluluk… Aklın başında ama tatlı bir duygu seliyle ayakların yerden kesilmiş… İşte bende bu duyguları uyandırıyor bu badem çiçekleri.
Bir sonraki yazımda sizlere badem çiçeklerini ve biraz da Knidos’un kış halini anlatacağım.
Kış bitmeden baharı getirdik, iyi de oldu!
Yollarda görüşürüz,




Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...