Kaşifler Limanı Lizbon


1994 yılının Ocak-Nisan ayları arasında, 3 ay Lizbon’da kalıp Portekizce öğrenmiştim. Sonra yolum bir defa daha düşmesine ragmen, kaldığım o üç gün içinde oradan oraya koşturmaktan, hiçbir şey anlamamıştım Lizbon’dan. İlk gidişimin 20. yıl dönümünde  yolum yine bu güzel şehre düştü ve ben hem hatıralar arasında gezinirken duygusal anlar yaşadım, hem de o günden bugüne ne değişiklikler olmuş bunları gözlemleme fırsatı buldum.
Bu sefer mesleki değildi Lizbon’a gidişim, dolayısıyla sorumlu olduğum bir grubum yoktu. Sadece ben ve eşimdik. Geçtiğimiz Ekim ayının sonlarında, geçerliliğini yitirecek olan millerimizle, THY’den ödül bilet alarak uçtuk. Hatta, güzel de denk geldi, çok az bir farkla, ekonomi sınıfı yerine business sınıfından bilet bulunca, seyahat iyice konforlu bir hale büründü. Aslında Avrupa destinasyonları içinde uzun sayılabilir Lizbon uçuşu. Ne de olsa kıtanın en batı noktasına uçuyorsunuz. Giderken neredeyse beş saate yakın sürüyor. Uçuşun sabahın çok erken bir saatinde olmaması da, hoşuma gitmedi değil! Business kontuarlarından hızla yaptığımız bilet ve bagaj işlemleri sonrası, yine hızlıca, Business yolcuları ve THY/Star Alliance Elite Plus kartı sahiplerinin kullandıkları özel alandan, direkt Lounge İstanbul’a girdik. Hep gülerek derim zaten: Bu keyfi ve rahatlığı yaşadıktan sonra, ekonomiye dönüş zor oluyor…  Bu arada malum, İstanbul Lounge gittikçe büyüyor.  Eklenen alanlarla dünyanın sayılı dinlenme, bekleme ve hatta eğlenme alanlarından bürüne dönüşmüş durumda. İkramda da kusur edilmiyor, hatta 5 yıldızlı otel konforu var dersem de yanlış söylemiş sayılmam.
Sakin ve huzurlu bir uçuştan sonra, pırıl pırıl bir havada Lizbon’a indik. Lizbon Portela Havalimanı, Portekiz’in ana kapısı olarak kabul ediliyor. Güney Avrupa’nın en büyük havalimanlarından biri olan Portela Havalimanı’nın iki pisti var. Resmi internet sitesine baktığımda, 2013 yılında 13milyon yolcuya hizmet vermiş olduğunu öğrendim. Şehir merkezine sadece 7 km uzaklıkta olduğu için, ulaşım da çok kolay. Varışta taksi, dönüşte ise şehrin ana arterinden geçen belediye otobüsü seçeneklerini kullandık. Taksinin rahat olacağı muhakkak da belediye otobüsü de hiç fena değildi.
Portekiz küçük bir ülke ama tarihle biraz içli dışlıysanız, dünyanın en büyük ve zengin sömürge imparatorluklarından birini Portekizliler’in kurmuş olduklarını hatırlarsınız.  14. Yüzyılın sonlarında, Denizci Henrique olarak bilinen krallarının öngörüsü ve desteği ile dünyaya açılmaya başlayan Portekizli denizciler, bir sonraki yüzyılda Keşifler Çağı olarak adlandırılan çağı başlatan en büyük güç olmuşlar. Bu dönemde Macellan dünyanın çevresinde turlamış, Vasco da Gama Afrika’nın en Güney ucu Ümit Burnu’nu dönüp Hindistan’a ulaşmış, yine bir başka Portekizli Pedro Alvares Cabral,  Güney Amerika’ya ulaşıp, Brezilya’yı Portekiz’e bağlamış. 15. ve 16. yüzyıllarda Portekiz’I tam bir dünya imparatorluğu olarak görüyoruz. Nitekim Asya, Afrika, Güney Amerika ve hatta Okyanusya’ya kadar uzanan bir coğrafyada, Portekiz, hem ticaret imtiyazları elde etmiş, bir sonraki adımda da varlık gösterdiği coğrafyaları tamamen kontrolü  altına alıp resmen kendine bağlamıştır. Ancak 16. Yüzyılın sonunda İspanya’yla, İngiltere’ye karşı yapılmış yanlış ittifak, ardından 1755’teki  Büyük Deprem, bunu takip eden yıllarda sadece Avrupa’nın değil, bütün dünyanın dengesini altüst eden Napolyon Savaşları sonucu, neredeyse bütün kolonilerini kaybeden Portekiz, 1986’da Avrupa Birliği’ne katılana kadar, kendi yalnızlığına gömülmüş bir şekilde yaşamıştır. Tabii 1974 yılına kadar süren 40 yıllık Salazar diktasından bahis bile etmek istemem!
Lizbon bana, Portekiz’in bir deniz ve keşifler ülkesi olduğu zamanları hatırlatır hep. Hep o büyülü zamanların peşine düşerim gezdiğim yerlerde. Çocukluğumun kahramanlarıdır o kaşifler benim için. Bilinmezlerin peşinde, ucu bucağı görünmeyen sonsuzluklara yelken açan denizcilerin figürleri, hep hayallerimi süsler hala. Hep düşünürüm: Hiç mi korkmadılar giderken? Hiç mi ailelerinden ayrılırken, acaba bir daha onları görebilecek miyim diye düşünmediler? Avrupa’nın en batı ucu CABO DA ROCA’da, yine okyanusu seyrederken, bu sorular geçti aklımdan. Rüzgarın her şeyi havalara savurduğu kayalıkların tepesinden, nefes alıp veriyormuş gibi bir kabarıp bir inen okyanusa bakarken, fotoğraf makinamı iyice ufuk çizgisine zoom yapıp, bir süre oradan seyrettim denizi. Herhalde sadece bunu gördüler Macellan’ın denizcileri… Ya da Cabral’ın… Ya da Cenevizli Colomb’un… Anakarayı arkalarında bıraktıktan sonra günlerce bu maviliğin içinde kaldılar sadece. O duyguları anlamaya çalışmak bile çok zor! Ben de yelken yaptım, denizlere açıldım. Yaz veya kış zamanı Ege’de Akdeniz’de günlerce seyahat ettim ama kara parçası görmediğim hiçbir an bile olmadı! Hep bir yerlerden kerteriz alabildim. Başım sıkışırsa, karaya çıkabileceğimi hep bildim. Fırtına koptuğunda en yakın burnun kuytusuna sığındım ama ya onlar? En yakın kara parçasından günler hatta haftalar önce ayrılmışken, fırtına koptuğunda ne yaptılar, ne hissettiler acaba? İşte seneler sonra yine CABO DA ROCA’dan Atlas Okyanusu’nu seyrederken bu sorular gelip geçti içimden. Rüzgara karşı sessizce oturdum dakikalarca… Sonra da denizde yaşamını yitirmiş tüm ruhlara kendimce bir dua gönderip, yoluma devam ettim.
Bu seferki Lizbon gezimizde, bol bol tramvaya bindik. Hele ünlü 28 numaralı tramvay! Ben orada yaşarken böyle bir çılgınlık yoktu, çünkü bu kadar çok turist yoktu etrafta ve uçakların biri inip biri kalkmıyordu henüz. Şimdi, dedim ya, tam bir çılgınlığa dönüşmüş durumda. Yerliden çok yabancı gezmen, sabahın erken saatlerinden itibaren başlangıç durağında birikip, şehrin yokuşlarla dolu daracık sokaklarından geçerek, gerçekten de harika bir tur yapan bu tramvaya binmek için birbirleriyle yarışıyorlar artık. Eskiğimiz kalmasın dedik ve biz de bu tramvaya –itiraf ediyorum defalarca- binip gezip dolaştık sokakları. Müthiş bir keyifti gerçekten. Gidecek herkese bu tramvayı hararetle tavsiye ediyorum. Tabii yer bulup oturabilmek büyük şans, onu baştan söyleyeyim!
Lizbon da tıpkı İstanbul ve Roma gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş. Ufak parke taşlarıyla kaplı yokuşlar, mutlaka, LARGO denilen meydancıklara açılan daracık sokaklar, kimsenin kesmeyi aklına bile getirmediği kocaman ağaçlarla dolu uygar parklar, Akdeniz ikliminde olduğumuzu hatırlatan harika palmiyeler, açık kapılardan dışarıya taşan mis gibi kahve kokusu, binbir şekilde pişirilen BACALHAU balığı, yani morina ve üzerine bolca tarçın serpilerek gövdeye indirilen altı milföy hamuruna benzeyen ve içi vanilyalı krema ile dolu, fırınlanmış PASTEİS DE NATA tatlısı… İşte Lizbon sokakları en çok bunlarla dolu…
İstanbul’a benzetenler de vardır Lizbon’u. Aslında haksız da sayılmazlar çünkü şehrin ortasından TAGUS nehri geçiyor. Avrupa’nın pek çok nehri gibi boz bulanık bir su değil, pırıl pırıl mavisiyle, gerçek bir nehir bu. Üzerindeki asma köprüsüyle biraz İstanbul’u, bizim Boğaz’ı andırıyor gerçekten. Nitekim, ben de eskiden, evimi özlediğim zamanlarda, kıyıya inip, köprüyü ve kıyıları uzaktan seyredip, İstanbul’da olduğumu hayal ederdim. Sonra aynı şeyi, Lizbon’u özlediğimde İstanbul’da yaptım…
Gezilecek çok yer var tabii. Ben olsam önce ALFAMA’dan başlardım. Eski Lizbon’un en eski mahallelerinin olduğu yer ALFAMA. Günün hemen her saatinde gölgeli olan daracık sokakları, Gotik SE Katedrali, Aziz Antuan Kilisesi, şehre tepeden bakan ve temeli Romalılara kadar uzanan  Aziz George Kalesi, bir günlük gezmeye yeter miktarda malzeme veriyor zaten. Akşamüstü saatlerini ise mutlaka PORTAS DO SOL’da, ya beyaz minderleriyle çok havalı, şık bir kafede ya da bizim yaptığımız gibi, manzaralı kaldırıma kurulu sokak kahvesinde geçirin derim. Hayatta kahve içmeyen eşim bile, o sokak kahvesinin sütlü kahvesini o kadar çok sevdi ki, bir haftada üç kere oraya gittik. Biz böyleyiz biraz…Bir şeyi veya bir yeri çok beğendiysek, yine oraya döneriz. Başka yerler aramaya kalkmayız çünkü hiçbiri o çok beğendiğimiz yer gibi olmaz nedense. Ve hep pişman oluruz, keşke bizim oraya gitseydik diye… Hele o turistik kitaplar var ya, hani şunu yapın, bunu edin, görülecek 10 yer, top ten listeler falan, onlar hiç bize göre değil zaten! Bir şehri, sadece görülecek tarihi yerler, kiliseler ve müzelerden ibaretmiş gibi sunan kitaplara hiç itibar etmeyiz biz. O kitaplarda yazılı listelerin hiçbirini tam olarak bitirememişizdir ama, koşturmadan, kendimize göre, harika geziler yapmışızdır her seferinde. Bu sefer de aynı şeyi yapıp, o güzelim terasta, o lezzetli kahveyle, elimizde kitabımız, yüzümüzde ılık rüzgar harika akşamlar geçirdik.
BAIRRO ALTO ise, Türkçe’ye tercüme edecek olursak, Yüksek Mahalle, özellikle son yıllarda hem nitelikli gece hayatı, hem kaliteli butikler, sanat galerileri ve yine son derece kendine has sokaklarıyla şehrin en güzel köşelerinden biri. Hemen altında yer alan şık CHIADO semtiyle birleştirip gezdiğinizde yine çokca zamanınızı alır. CHIADO’nun en ünlü kahvehanesi A BRASILEIRA, ne kadar turistik olursa olsun, hala çok şık, hala çok güzel. Portekiz’in ünlü şairi FERNANDO PESSOA’nın heykeliyle de ünlüdür bu kafe. Tüm hayatını yalnız başına geçiren bu hüzünlü adamın heykeli, yanına oturan, fotoğraf çektiren, sarılıp yanağından öpen pek çok kişiyle, eski zamanların yalnızlığına nazire yapar gibi artık hiç yalnız değil. Günü bitirmenin güzel bir yolu da, Aşağı Mahalle demek olan BAIXA’da gezinip, PRAÇA DO COMERCİO, yani Ticaret Meydanı’na inerek, nehrin kenarında, köprü manzaralı bir köşe bulup, sokak müzisyenlerinin güzel nağmelerine kendinizi bırakmak olabilir bence. Hava geç karardığı için günler uzun Allahtan!
Anlatacak çok şey var daha ama bu haftalık bu kadar olsun. Haftaya sizi Lizbon’da biraz daha gezdirdikten sonra, izninizle, kısacık da olsa, Porto’ya götürmek isterim.
Yollarda görüşürüz…


Hiç yorum yok:

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...