Sabah erkenden uyanmışım, kalabalık grubumun tüm o tatlı sorumluluğu omuzlarımda, tren istasyonuna gelmişim.
Trenle rahat bir yolculuktan sonra, inip, kıyıda kalmış eski bir krallığın kalıntılarını gezdirmişim.
Sonra yola vurmuşuz kendimizi... Karşıdan gelen kamyonlarla kafa kafaya geldiğin kadar dar, kaplaması yer yer kalkmış ve oturduğun yerden tavana kadar zıplatan çukurlarla dolu yola... Ve 5 saat de böyle gitmişiz. Ben de yolun sıkıcılığını örtmek için elde mikrofon habire bir şeyler anlatmışım gün boyu.
Sonunda otele varmışız. Anahtar dağıtımı, valiz işaretleme falan derken saat olmuş sekiz...
Uzun zamandır görmediğim bir rehber arkadaşımla, tesadüfe bakın ki, tam da orada buluşmuşuz. Memlekette görüşemeyiz ama Hindistan'da yolumuz birbirimize çıkmış. Sözleşmişiz ve beraber, benim otelimde, akşam yemeği yemeğe karar vermişiz.
Sonunda restorandayız...
Arkadaşımın kız arkadaşı da yanımızda. İtalyanca ve Türkçe karışık sohbet ediyoruz. Dereden tepeden... Günün yorgunluğu ve yolun sarsıntısı hala bacaklarımı titretiyor ama olsun, arkadaşlarla sohbet güzel ve rahatlatıcı...Chiara kırmızı şarap içiyor, ben de Eray'la bir büyük Kingfisher paylaşıyorum.
Ve restoranın uğultulu ortamına, yavaş yavaş, kaba saba bir kahkaha senfonisi hakim olmaya başlıyor. Kaba saba çünkü bu öyle şen şakrak, neşeli kahkahalardan değil. Bir tuhaf! Çığlık atar gibi, etine bıçak sokulur gibi, haykırır gibi... Başımı çevirip bakıyorum o tarafa. Yaklaşık on kişilik bir masa ve masanın üstündeki şarap şişelerinin sayısı, o tuhaf, neredeyse histerik kahkahaları açıklıyor...
Neyse, diyorum, boşver takılma...
Kendi masamdaki sohbete dönüyorum.
Aradan kısa bir süre geçiyor ve gürültü iyice dayanılmaz bir hal alıyor. Restorandaki diğer masalar da rahatsız ama kimse bir şey yapmıyor. Hintli garsonlar da durumdan memnun değiller ama ''beyaz adama'' ''mem sahibe'' nasıl da gidip susun desinler?!
Restoran şefini çağırıp, gürültü konusunda bir şeyler yapmalarını rica ediyorum. Yanımdaki Hollandalı çift de söylediklerimi duymuş olacaklar ki, başlarını onaylar biçimde sallıyorlar.
Garsonlardan biri gidip o masayı uyarıyor ama nafile! Gürültü aynen devam! Arkadaşlarımla sohbet edemez haldeyim artık gürültüden dolayı...
Son bir gürültülü kahkaha patlamasıyla artık daha fazla dayanamayıp yerimden fırlıyorum hiç düşünmeden. Niyetim tepelerine dikilip, bu görgüsüz Amerikalıların ağzının payını vermek! Gerekirse bağırıp çağırmak, utanmaz insanlar, siz Amerikalılar hep böylesiniz, kendinizi her yerin sahibi sanıyorsunuz demek...
Fakat kendi masamla onların masası arasındaki mesafeyi hızla ve hiddetle aşarken bir şey oluyor bana. İki adım sonra acaba o kadar sert davranmasam mı, neticede onlar da eğleniyorlar ve belki de çizgiyi aştıklarının farkında değiller diye düşünmeye başladığımı fark ediyorum. Ve o sırada adımlarım beni kendiliğinden onların masasına taşıyıveriyor. Öylece dikili kalıyorum ayakta. Masa sessizleşiyor, hepsi birden bana bakmaya başlıyorlar merakla...Kim bu kadın ve neden sessizce masalarının başında dikiliyor?
Saniyenin onda biri gibi bir süre içinde bir durum değerlendirmesi yapıyor galiba iç dünyam. Ve hiddetle konuşmamın bir işe yaramayacağını o anda anlayıveriyorum sanki:
Size imreniyorum. Çok eğleniyor gibisiniz. Keşke ben de sizin masanızda olsaydım...
Evet, bu sözler çıkıyor ağzımdan kendiliğinden...
Hemen bir sandalye çekmeye davranıyor içlerinden biri ve buyrun katılın bize diyor neşeyle...
Yok diyorum, katılamam, çünkü bu masa çok fazla gürültülü benim için...
O zaman anlıyorlar durumu ve çok mu gürültü yaptık diyor içlerinden bir ALFA ERKEĞİ...
Nazikçe gülümseyerek, evet diyorum, ve ekliyorum, bu restoranın akustiği de çok kötü ve her yer uğulduyor siz böyle devam ettikçe ve ben masamdaki arkadaşlarımı duymakta bile zorlanıyorum. Üstelik bütün gün çok yoruldum, buradaki hemen herkes gibi ve biraz daha sakin bir atmosferde yemek yemeyi umuyordum diyorum.
Ses tonum ve beden dilim de gayet yumuşak ve kibar... Masadan kalktığım andaki hiddetli halimden eser yok. Durga gitmiş, Parvati gelmiş...
Uyardığınız için teşekkür ederiz diyor ALFA ERKEĞİ...Ve soruyor, nerelisiniz? Türküm diyorum...Aaa, ne tesadüf, benim babam da Mersin'de doğmuş diyor... Tekrar özür diliyorlar ve ben de masama dönüyorum... Kahkahalar devam ediyor ama daha alçak perdeden...
Ertesi gün ve daha sonraki neredeyse bütün günlerde o grupla karşılaşıyoruz. Havalimanlarında, vize kuyruklarında, ören yerlerinde ve bekleme salonlarında...Ve her seferinde birbirimize yumuşacık tavırlarla selam veriyoruz.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra benim grubumdaki hanımlardan biri gelip şöyle diyor:
İlknur Hanım, siz bu Amerikalılara ne yaptınız?
Neden, ne oldu ki? diyorum...
Hiiç, habire gelip sizin ne kadar özel, ne kadar bilge biri olduğunuzu söyleyip duruyorlar bize. Bir BUDA'yla beraber seyahat ettiğimizi biliyor muymuşuz acaba? Siz onlara harika bir hayat dersi vermişsiniz...
Gülümsüyorum... İçimdeki o gelgiti hatırlayınca, yumuşak tarafı seçtiğim için ne kadar akıllılık ettiğimi anlıyorum.
Bu da bana bir ders oluyor:
Eğer eskiden olduğu gibi, sert tarafa meyletseydim, muhtemelen tartışma çıkacak ve bu grupla her karşılaştığımızda aramızda kötü duygular gidip gelecekti. Oysa ben yumuşak tarafta kalmayı tercih ederek bunu bertaraf ettiğim gibi, bir de üzerine hakkımda söylenen güzel sözleri duyma ödülüne kavuşmuş oldum.
Hindistan topraklarına yaptığım her seyahat bana kendim hakkında da bir çok şey öğretiyor. Bu hikaye de son turumdan bir sayfa...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder