Penceremin önünde bembeyaz bir tüy uçuyor. Bir kuşun yoksa bir meleğin kanadından mı geldi, bilemiyorum. Rüzgarın kollarına vermiş kendini, bir o yana bir bu yana dolanıyor. Tam gitti diyorum, pencereme yanaşıyor bir daha...O kadar hafif, o kadar süzül süzül bir şey ki, bana olamadığım her şeyi hatırlatıyor aslında. Ağırlıksız olma, hafif olma, kendini rüzgara bırakma, çabasız olma, nasıl olsa yere çakılmayacağını bilerek semalarda dolanma...Güvenme... Kendine, bugününe, ana ve gelip gelmeyeceğini hiç bir zaman bilemediğimiz o meçhul yarına güvenme... ''Bırak, nasıl olsa su yolunu bulur'' a güvenme...
Penceremden dışarıyı seyrediyorum arada. Artık başka bir manzaram var mutfak penceremden. Yine mekan değiştirdim. Son 4 yıldaki 7. evimdeyim. Bakalım buranın macerası ne kadar sürecek? S. Bey'in Büyülü Berber Dükkanı'nı görmüyorum artık mutfaktan. Ama hala O'na çok yakınım. Arka kapıdan çıktığımda, yanındayım S. Bey'in. Geçenlerde selamlaştık. ''Epeydir görmüyordum sizi'' dedi bana...''Yaa, yoktum buralarda. İş güç, seyahat...'' dedim. Diyemedim ki, penceremden sizi gözlüyordum uzaktan. Dua ediyordum sizin için. Sizi yazıyordum arada sırada...Sustum ve ''Çaya geleceğim size, sohbetinizi özledim'' dedim. Mutlu oldu ve beni şaşırtan şeyi de ilave etti: ''Artık manikürcümüz de var, üç ay oldu''... Bundan öncekilerin sadece bir iki hafta dayandığını bildiğim için, şaşırdım ama belli etmedim. '' Hayırlı olsun, Allah bol müşteri versin'' dedim. '' Bu sene yaz çok sıcak geçecek, bu gece de ay çok yakın olacakmış, deprem meprem olabilir'' diyerek, her zamanki gaipten haberler serisine yenisini ekledi. Güldüm kendi kendime, ''Olmaz bir şeycikler merak etmeyin'' dedim. '' 1999'da da aynen böyle çok sıcak bir bahar yaşamıştık. Sonra da Ağustos'ta kıyamet!!!'' dedi gözlerini devirerek. Komik adam vesselam, hayatımın renklerinden biri!
Artık seyrettiğim manzara bambaşka. Biraz daha fazla yeşillik görüyorum eskisine nazaran. Yeşillikle dalga geçer gibi yükselen çirkin ve kara renkli bir de mini-gökdelen var solumda. Tatlıcı'ların ihtilaflı çirkin yapılarından biri...Diğer yanda eskiden geometri dersinde kullandığımız gönyeye benzeyen, modern ama bir o kadar antipatik bir plazanın siyah-beyaz rengi karışıyor sahneye. Plaza'nın alt katında kocaman bir banka şubesi, bankanın üst katlarında aynı bankanın yönetim katları ve en üst katında da çok ünlü ve prestijli bir havayolu firmasının ofisleri bulunuyor. Plaza'nın önünde, siyah renkli makam arabaları duruyor hep. Bu arabaların şoförleri sürekli camları siliyorlar, aynaları parlatıyorlar. Üst düzey yöneticilerin arabaları bunlar ve iş çıkış saatlerinde şöförler kıymetli yolcularını beklerken yazın klimayı kışın kaloriferleri çalıştırarak, büyük kişi geldiğinde konforlu bir araca girmelerini sağlamaya gayret ediyorlar. Büyük kişi gelene kadar, benzin paraları yarım saat, bir saat havaya uçup gidiyor. Nihayet beklenen büyük kişi döner kapıda göründüğünde, şoför bey, koşar adım büyük kişiye doğru atılıp, elindeki çantasını kapıyor ve hemen arka sağ kapıyı açarak, kıymetli yolcusunu makamına oturtuyor. Özenle kapıyı kapatıp diğer tarafa çantayı yerleştirdikten sonra, gayet hızlı ve çevik hareketlerle direksiyonun başına geçip gazlıyor. Bu her akşam yaşanıyor...
Plaza'nın sol köşesinde, yeşilliğe yakın bir nokta var, çiçek tarhlarıyla daha da sevimli oldu. Gündüz mesai saatlerinde, plaza insanlarının nefes alma köşesi oluyor orası. Beyaz yakalılarla siyah topuklular burada buluşup, karton bardaklarındaki kahvelerini yudumlayarak, iki nefes sigara tüttürüyorlar. Hemen anlaşılıyor flörtöz durumlar...Kızlar saçlarını savurarak gülüyorlarsa, belli ki, '' elektrik alınmış''... Yakışsın yakışmasın bütün kızların ayaklarında, aynı tip platformlu ayakkabılar... Kimi yürüyemiyor ama olsun! Herkes giyiyor, onlar da giyecek! Genç adamlarda saçlar bakımlı, beyaz gömleklerin kolları hafifçe kıvrılmış, akıllı telefonlar ve sigara paketleri aynı elde... O onbeş dakikalık molalarda ne hayaller kuruluyordur kimbilir. Ne tartışmalar yapılıp, ne aşkların temelleri atılıyordur.
Hafta sonu geldiğinde, yeşil köşe kimsesiz kalıyor iki günlüğüne...Pazartesi yeniden... Aralarında bazen, hepsinin tekno-dahi olduklarını sandığım Hintliler görüyorum. Yuvarlanan R'leriyle konuşuyor kendi aralarında, kafalarını iki yana sallaya sallaya... Mesai saatinin bitimine doğru, hepsi beyaz, hepsi bir örnek minibüsler, plaza çalışanlarını evlerine taşıyor. Herhalde uyuya uyuya gidiyorlardır evlerine. Gece karanlık çöktüğünde ise, bankanın ışıklı adı parlıyor gecenin içinde. Gece bekçilerini görüyorum o zaman da...
Bunlardan başka, bizim sitenin girişindeki sazları gözlüyorum heyecanla...Yükselip, rüzgarla dalgalanmalarını seyredeceğim günleri bekliyorum. Bir sağlık kurumunun yemyeşil bahçesi görünüyor, içinde nefis serviler var. Bana Arnold Böcklin'in Ölüler Adası tablosunu hatırlatıyor ama etrafta bu kadar plaza, gökdelen ve makam arabası olunca, tablonun melankolik hali kalmıyor pek Allahtan.
Bu pencereden daha fazla gökyüzü görüyorum artık. Uçakların geçişlerini, bulutları, martıları ve kargaları seyrediyorum. Ön pencereden de Atatürk havalimanı için son manevralarını yapıp, iyice alçalan uçakları takip ediyorum. Azıcık Adalar görünüyor, bir parça da Üsküdar... Şehir manzaram ise kuvvetli... Şişli, Nişantaşı ve Fulya'nın çatıları bir deniz gibi uzanıyor önümde. İlk günlerde alışamayacağım sanmıştım ama alıştım. Hatta o ilk günlerde salonun başköşesinde duruyormuş gibi hissettiğim Şişli Etfal bile batmıyor artık gözüme. Sabahları uyanıp, hastaneyi gördüğümde, önce sağlıklı olduğum için dua ediyorum, sonra tüm sevdiklerimin sağlıklı kalmaları için dua ediyorum, hepsinin sonunda ise Şişli Etfal'de ve diğer tüm hastanelerde şifa arayan insanlar için dua ediyorum. Şükrediyorum ve hayatın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlıyorum bir anda...
Ama....Yine de penceremin önündeki tüy gibi hafif olmayı, kendimi rüzgara bırakmayı bilemiyorum. Beceremiyorum...Becerdiğim gün, yaşama bambaşka bakacağım, biliyorum...
Penceremden dışarıyı seyrediyorum arada. Artık başka bir manzaram var mutfak penceremden. Yine mekan değiştirdim. Son 4 yıldaki 7. evimdeyim. Bakalım buranın macerası ne kadar sürecek? S. Bey'in Büyülü Berber Dükkanı'nı görmüyorum artık mutfaktan. Ama hala O'na çok yakınım. Arka kapıdan çıktığımda, yanındayım S. Bey'in. Geçenlerde selamlaştık. ''Epeydir görmüyordum sizi'' dedi bana...''Yaa, yoktum buralarda. İş güç, seyahat...'' dedim. Diyemedim ki, penceremden sizi gözlüyordum uzaktan. Dua ediyordum sizin için. Sizi yazıyordum arada sırada...Sustum ve ''Çaya geleceğim size, sohbetinizi özledim'' dedim. Mutlu oldu ve beni şaşırtan şeyi de ilave etti: ''Artık manikürcümüz de var, üç ay oldu''... Bundan öncekilerin sadece bir iki hafta dayandığını bildiğim için, şaşırdım ama belli etmedim. '' Hayırlı olsun, Allah bol müşteri versin'' dedim. '' Bu sene yaz çok sıcak geçecek, bu gece de ay çok yakın olacakmış, deprem meprem olabilir'' diyerek, her zamanki gaipten haberler serisine yenisini ekledi. Güldüm kendi kendime, ''Olmaz bir şeycikler merak etmeyin'' dedim. '' 1999'da da aynen böyle çok sıcak bir bahar yaşamıştık. Sonra da Ağustos'ta kıyamet!!!'' dedi gözlerini devirerek. Komik adam vesselam, hayatımın renklerinden biri!
Artık seyrettiğim manzara bambaşka. Biraz daha fazla yeşillik görüyorum eskisine nazaran. Yeşillikle dalga geçer gibi yükselen çirkin ve kara renkli bir de mini-gökdelen var solumda. Tatlıcı'ların ihtilaflı çirkin yapılarından biri...Diğer yanda eskiden geometri dersinde kullandığımız gönyeye benzeyen, modern ama bir o kadar antipatik bir plazanın siyah-beyaz rengi karışıyor sahneye. Plaza'nın alt katında kocaman bir banka şubesi, bankanın üst katlarında aynı bankanın yönetim katları ve en üst katında da çok ünlü ve prestijli bir havayolu firmasının ofisleri bulunuyor. Plaza'nın önünde, siyah renkli makam arabaları duruyor hep. Bu arabaların şoförleri sürekli camları siliyorlar, aynaları parlatıyorlar. Üst düzey yöneticilerin arabaları bunlar ve iş çıkış saatlerinde şöförler kıymetli yolcularını beklerken yazın klimayı kışın kaloriferleri çalıştırarak, büyük kişi geldiğinde konforlu bir araca girmelerini sağlamaya gayret ediyorlar. Büyük kişi gelene kadar, benzin paraları yarım saat, bir saat havaya uçup gidiyor. Nihayet beklenen büyük kişi döner kapıda göründüğünde, şoför bey, koşar adım büyük kişiye doğru atılıp, elindeki çantasını kapıyor ve hemen arka sağ kapıyı açarak, kıymetli yolcusunu makamına oturtuyor. Özenle kapıyı kapatıp diğer tarafa çantayı yerleştirdikten sonra, gayet hızlı ve çevik hareketlerle direksiyonun başına geçip gazlıyor. Bu her akşam yaşanıyor...
Plaza'nın sol köşesinde, yeşilliğe yakın bir nokta var, çiçek tarhlarıyla daha da sevimli oldu. Gündüz mesai saatlerinde, plaza insanlarının nefes alma köşesi oluyor orası. Beyaz yakalılarla siyah topuklular burada buluşup, karton bardaklarındaki kahvelerini yudumlayarak, iki nefes sigara tüttürüyorlar. Hemen anlaşılıyor flörtöz durumlar...Kızlar saçlarını savurarak gülüyorlarsa, belli ki, '' elektrik alınmış''... Yakışsın yakışmasın bütün kızların ayaklarında, aynı tip platformlu ayakkabılar... Kimi yürüyemiyor ama olsun! Herkes giyiyor, onlar da giyecek! Genç adamlarda saçlar bakımlı, beyaz gömleklerin kolları hafifçe kıvrılmış, akıllı telefonlar ve sigara paketleri aynı elde... O onbeş dakikalık molalarda ne hayaller kuruluyordur kimbilir. Ne tartışmalar yapılıp, ne aşkların temelleri atılıyordur.
Hafta sonu geldiğinde, yeşil köşe kimsesiz kalıyor iki günlüğüne...Pazartesi yeniden... Aralarında bazen, hepsinin tekno-dahi olduklarını sandığım Hintliler görüyorum. Yuvarlanan R'leriyle konuşuyor kendi aralarında, kafalarını iki yana sallaya sallaya... Mesai saatinin bitimine doğru, hepsi beyaz, hepsi bir örnek minibüsler, plaza çalışanlarını evlerine taşıyor. Herhalde uyuya uyuya gidiyorlardır evlerine. Gece karanlık çöktüğünde ise, bankanın ışıklı adı parlıyor gecenin içinde. Gece bekçilerini görüyorum o zaman da...
Bunlardan başka, bizim sitenin girişindeki sazları gözlüyorum heyecanla...Yükselip, rüzgarla dalgalanmalarını seyredeceğim günleri bekliyorum. Bir sağlık kurumunun yemyeşil bahçesi görünüyor, içinde nefis serviler var. Bana Arnold Böcklin'in Ölüler Adası tablosunu hatırlatıyor ama etrafta bu kadar plaza, gökdelen ve makam arabası olunca, tablonun melankolik hali kalmıyor pek Allahtan.
Bu pencereden daha fazla gökyüzü görüyorum artık. Uçakların geçişlerini, bulutları, martıları ve kargaları seyrediyorum. Ön pencereden de Atatürk havalimanı için son manevralarını yapıp, iyice alçalan uçakları takip ediyorum. Azıcık Adalar görünüyor, bir parça da Üsküdar... Şehir manzaram ise kuvvetli... Şişli, Nişantaşı ve Fulya'nın çatıları bir deniz gibi uzanıyor önümde. İlk günlerde alışamayacağım sanmıştım ama alıştım. Hatta o ilk günlerde salonun başköşesinde duruyormuş gibi hissettiğim Şişli Etfal bile batmıyor artık gözüme. Sabahları uyanıp, hastaneyi gördüğümde, önce sağlıklı olduğum için dua ediyorum, sonra tüm sevdiklerimin sağlıklı kalmaları için dua ediyorum, hepsinin sonunda ise Şişli Etfal'de ve diğer tüm hastanelerde şifa arayan insanlar için dua ediyorum. Şükrediyorum ve hayatın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlıyorum bir anda...
Ama....Yine de penceremin önündeki tüy gibi hafif olmayı, kendimi rüzgara bırakmayı bilemiyorum. Beceremiyorum...Becerdiğim gün, yaşama bambaşka bakacağım, biliyorum...
2 yorum:
Güle güle otur ve yaz.Sevgiler.
Güle güle otur. Ne güzel anlatmışsın...
Yorum Gönder