Washington DC- New York Arası

Oydu buydu, geldiydi geçtiydi derken, yılbaşı tantanasını da ardımızda bıraktık. Aslında her sene yıl sonunda, yılbaşı gelmeden, biten senenin kendimce bir muhasebesini yapıp, yeni yıldan istediklerimin listesi çıkartırdım. Bu sene olmadı, yapamadım. Neden mi? Meşguldüm...Turda mı? Hayır! Amerika'ya gittim ve aile ziyareti yaptım, dolaştım ve ruhumu besledim.
İlk durak Washington DC oldu. Koca ülkenin başkenti beni çok etkiledi. Nasıl yeşil, nasıl geniş bulvarlar ve neoklasik tarzın en güzel örnekleri sayabileceğim nitelikte binalar! Gökyüzü muhteşem. Her şey kolay, düzenli ve sakin... Şehrin gece nüfusu 650bin oluyormuş, gündüz ise civardan gelenlerle bir milyonu ancak geçiyormuş. Bu nüfusun üçte ikisi de zaten devlet daireleri ve diğer resmi kurumlarda çalışanlarmış. Noel öncesi vardığımız şehirdeki güzel hava ve enfes gün batımları en büyük hediye oldular bana. Müzeleri gezdim gönlümce. Sokaklarda ve parklarda yürüdüm keyfime göre. Kitapçıları arşınladım ve kafelerde dergi karıştırdım. Aile ortamında yemekler yedim, fotoğraflar çektim, 4 aylık nefis bir bebeği kollarıma almanın hazzını yaşadım. Noel ağacının altına hediyeler koydum ve 25 Aralık sabahı kocaman renkli paketleri açmanın heyecanıyla neşelendim.
Yılbaşı akşamı, önce şık ama aynı zamanda da samimi bir Fransız restoranında erken bir akşam yemeği yedik sonra da eve dönüp koca TV'nin karşısında, Lincoln Center'dan naklen yayınlanan New York Filarmoni konseriyle şenlendik. Saat 24.00e gelirken, New York Times Square'den yapılan yayına bağlanıp, ünlü topun düşüşünü izleyip, geri sayım yaptık. Birbirimize sarılıp, hep birlikte olduğumuz için şükrettik. Yeni yılın hepimize iyilikler getirmesini ve tekamülümüze katkı yapmasını diledik. Olabilecek en güzel yılbaşıydı bence...
2012'nin ilk günüyle trene atladığımız gibi kendimizi, Büyük Elma'da bulduk. Bir sene önceden yaptığımız rezervasyon sayesinde, oldukça uygun fiyata aldığımız odamıza yerleştiğimizde, derin bir ohh çektim. Sonunda "emekli olduğumda yaşamak istediğim şehir" New York'a varmıştım.
New York tam anlamıyla bir şölen oldu benim için. Gündüz sokaklarda, özellikle de SOHO-TRIBECA-VILLAGE hattında karış karış gezmeler, müzeleri ezberlercesine ziyaret etmeler, dostlarla akşam yemekleri yiyip, ardından koşarak LİNCOLN CENTER'a gitmeler, konser senin, opera benim, her ne denk gelmişse hepsini izlemeler...Daha ne olsun???
Lincoln Center demişken, izlediklerimi de kısaca aktarmak isterim:
İlk akşam, yani 04 Ocak, Metropolitan Opera'nın en neşeli prodüksiyonlarından biri olan, THE ENCHANTED ISLAND'ı izledik. New York'luların sevgilisi mezzo soprano Joyce di Donato, barok eserlerin kuvvetli nefesi kontrtenor David Daniels, hem güzelliği hem de teatral yorumuyla soprano Danielle de Niese veeee operayı sevmeme yol açan isimlerden Placido Domingo'yu aynı sahnede buluşturan bu eser, tam anlamıyla bir şölendi. Vivaldi, Handel, Rameau ve Purcell gibi barok operaların büyük isimlerinin sevilen müziklerinin üstüne, Shakespeare'in Fırtına ve Bir Yaz Gecesi Rüyası eserlerinden esinlenilerek oluşturulan bir metin eklenmiş. Değişik eserlerden alınan parçaların, yepyeni bir bütünlük içinde bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu tarz eserlere "pastiche" deniyor. Ben çok beğendim ve o salonda bulunan binlerce izleyici de aynı şeyi düşünüyor olacaklardı ki, eser bittiğinde kimsenin salonu terk etmeye niyeti yok gibiydi. Alkışlar arasında sahneye, bizleri selamlamaya gelen sanatçılar da, zorlu çalışmalarının ardından gelen bu ödülü, sevinçle kabul ettiler.
İkinci akşam, 05 Ocak, New York Filarmoni'nin nefis bir konseri vardı. Geçen yıl MAYIS ayındaki MAHLER Festivali sırasında, 5. Senfoni'de yakaladığım bu büyük orkestrayı yeniden canlı dinleyecek olmaktan büyük mutluluk duyuyordum. Bu birlikteliğimiz daha da uzun olsun diye, orkestranın halka açık olarak yapılan son provasını da izledim. Provada, önce orkestra üyeleri günlük kıyafetleri ile sahneye gelip birbirleriyle neşeli bir şekilde sohbet ederken yerlerini aldılar. Ardından ünlü şef ALAN GİLBERT çıktı sahneye. Siyah pantolon ve siyah bisiklet yakalı bir tişört içinde, her zaman görmeye alıştığım fraklı haliden çok farklıydı.
Prova çağdaş bir eser olan POLARIS ile başladı. 1971 Londra doğumlu Thomas Ades'in 13 dakika süren bu kısa ama yoğun eserini ilk defa dinlediğimde, kendimi bir uzay yolculuğuna çıkmış gibi hissettim. Eserin isminin devamı zaten ORKESTRA İÇİN BİR YOLCULUK...Polaris, KUTUP YILDIZI demek...Bestecinin müziği de insanı galaksiler arası bir boyuta taşıyordu gerçekten. Prova sırasında, Şef Alan Gilbert bir kaç kez müdahele edip, eserin zorlu bölümlerini daha da mükemmel bir şekilde nasıl icra edecekleri hakkında kısa ama net uyarılarda bulundu. Hepsi o kadar! Provanın sonunda, eserin bestecisi de birkaç uyarı ve gözlemde bulundu. Meğer o da bizlerin oturduğu dinleyici bölümündeymiş...
O akşam icra edilecek ikinci eser, Mahler'in 9. senfonisiydi. Kimbilir o ana kadar ne kadar çok çalıştılarsa, son prova, adeta konserin kendisi gibi oldu. Şef bir kere bile durdurup müdahele etme ihtiyacı duymadı...Tabii ben müzisyen değilim, dolayısıyla provada olanın bitenin hepsini anlayamam ama, eminim Alan Gilbert o son provadan hem çok memnun hem de orkestrasına olan inancı bir kere daha tazelenmiş olarak ayrıldı.
Akşam ise, tüm MAHLER konserlerinde olduğu gibi, bir ayin havasındaydı salondaki atmosfer. MAHLER dinlemeye gelmek, insanda böyle bir ruh hali yaratıyor. Belki ben abartıyor olabilirim ama bence kesinlikle böyle! ANDANTE dergisinin genel yayın direktörü SERHAN BALİ ile de geçen yıl LEİPZİG'deki MAHLER FESTİVALİ'nde bunları konuşmuştuk. Kulakları çınlasın! Zaten NEW YORK'ta da epeyce çınlattım! Aslında bir mail atıp hatrını sorsam ne iyi olur! Neyse, konser salonu tıklım tıklımdı yine. 2700 kişilik salonda çok az boş yer kalmıştı. POLARIS, dinleyiciden yüksek bir not aldı galiba. Alkışlar onu gösteriyordu. Sahneye selamlamaya çıkan besteci de çok mutluydu. Fakat bence herkes MAHLER'i bekliyordu...Eser bitiminde ara oldu. Hepimiz kendimizi MAHLER öncesi fuayeye attık. Aman ALLAHIM ne kalabalık! İğne atsan yere düşmez bir kalabalık! Konuşulanlara kulak kabarttım: POLARIS beğenilmişti ama herkes, son yıllarda MAHLER'in senfonilerini birbiri ardına icra etmeyi kendine görev edinmiş ALAN GİLBERT'i ve orkestrasını, 9. Senfoni için bekliyordu heyecanla. Gong vuruşuyla tekrar salona döndük, yerlerimize oturduk ve bu sefer, sabahki cıvıltılı hallerinin aksine büyük bir sessizlik içinde yerlerine geçmiş orkestra üyeleriyle birlikte, şefi beklemeye başladık. Salondaki heyecan neredeyse havada somutlaşmıştı. Sessizlik derin ve kopkoyuydu, 2700 kişiden çıt bile çıkmıyordu. Sonunda alkışlarla şef geldi. Yerini aldı. Gergin bacakları üzerinde şöyle bir yükselip yaylandıktan sonra batonunu havaya kaldırıp, son bir defa orkestrasına baktı. Onlar hazırdı...Bizler de...Ve müzik başladı...Aradan 79 dakika geçip de eser bittiğinde gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Kendi kendime "Bu bir büyü" dediğimi hatırlıyorum.
Üçüncü Lincoln Center akşamı ise, DAVID H. KOCH THEATER'da 05-08 Ocak akşamları arasında sahnelenen bir ÇİN masalına gittik. Bu da ayrı bir tat oldu benim için. JINLING DANS TOPLULUĞU tarafından sahnelenen bu aşk hikayesinde, TANG HANEDANI devrinin tüm renklerini ve romantizmini gördük. PEONY PAVILLION adlı bu eserde, saf aşkın ölümü bile yenebileceğine tanık olduk. O akşam salonda bulunan seyircilerin yarısından çoğu New York'ta yaşayan Çinliler'di. Eserin aldığı alkışlar, sahnede terleyen dansçılardan bile daha çok mutlu etmişti onları. Gurur yüzlerinden okunuyordu.
Üst üste üç akşam, her biri birbirinden kıymetli ve farklı bu üç etkinliğe katılmak ruhumu besledi. Gündüzleri müzelere yaptığım saatler süren seferleri ise bir sonraki yazıma saklıyorum.

2 yorum:

Hande dedi ki...

Ne güzel yazmışsın! Seninle geziyor gibi oldum oraları. Ben DC'den çok hazzetmememe rağmen senin gözünden farklı göründü bana şimdi. NYC ise benim için çok özel bir yer. Ama emekliliğinde yerleşmek deyince durakladım bir an... Orası şimdi için güzel. Emeklilikte bilemedim.
Seni özlemişim. Keşke görüşebilsek. Seninle bir seyahat yapma fikri gün geçtikçe daha çekici geliyor bana. Çok sevgiler.

Melih Anık dedi ki...

Kıs-kan-dım.."Kem göz" değil ama..Hep böyle geçsin yeni yıl!

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...