Hani yavaşlamak istedikçe daha da hızlanır ya hayat, işte ben de aynen bu durumdayım. Aslında yavaşlamak istemek, akışa karşı durmaya çalışmak demek oluyor ki bu tamamen TAO'nun ruhuna ters! Her ne varsa ve nasıl akıp gidiyorsa, o zaten olması gerektiği gibi oluyordur DA gel bunu benim dingin sulara demir atmayı arzulayan gönlüme anlat! velhasıl diyeceğim odur ki, her şey yine her zamanki gibi hızlı! Amaaaa...Bu sefer ben daha dinginim, nasıl becerdiysem artık! Belki arada yaptığım inzivalar ve kendimle kalmalar sayesinde bunu başardım, bilmiyorum.
Son haftalar son derece keyifli ve verimli zamanları getirdi beraberinde. aslında keyifli süreç Temmuz ayındaki İzlanda turuyla başlamıştı. İzlanda'nın muhteşem yabanıllığı içinde, özüme dokunmuş, pagan köklerime dönmüş ve gecenin aydınlığı içinde, kafamdaki sorulara cevaplar aramış ve bir çoğuna da bulmuştum. Evet, İzlanda'nın benim üzerimde böyle bir tuhaf etkisi var. Başka türlü anlatamıyorum bunu...Kendime dönmeme yardım ediyor: Bir nevi TİBET! Zaten nedense iki coğrafyayı da benzetiyorum birbirine...İkisi de sonsuz düzlükler, insansız boşluklar ve insana kendini küçücük hissettiren dağlarla örülü...İzlanda da bir de deniz faktörü devreye giriyor tabii...İçine giremesem de, yüzemesem de bendeki İZLOMANİA'yı tetikleyen deniz faktörü...Kocaman dalgalar, simsiyah kayalıkları dövüyor. Kumsallar hiç de posterlerdeki gibi bembeyaz kum ve turkuvaz su kombinasyonundan değil. Aksine simsiyah, ürpertici ve hatta azıcık tehditkar ama ne gam! Dalgaların sesi kulaklarınızda davul çalarken, o ritmi kalbinizin ritmiyle birleştirdiğinizde, hissediyorsunuz ki siz de doğanın ayrılmaz bir parçasısınız. Bütünleşme, bir olma bu kadar mı güzel yaşanır?
İzlanda dönüşü Bodrum'a geçtim. Herkesin Bodrum'u kendine tabii ama benim Bodrum'um benim için en iyisi: Tepenin üzerinde bir taş ev, bolca kitap, müzik, çay, biraz yüzme, bolca sessizlik! İnsan daha ne ister ki? Eller havaya başkenti Türkbükü hemen altımda, ama sorun bana bu 3 sezonda kaç defa gittim? Sadece 1! O da bu sene, ayıp olmasın diye...Meşhur bir dondurmacı varmış Türkbükü'nde, adı DOĞAL DONDURMA imiş, BİTEZ dondurmacısından bile daha iyiymiş diye duya duya, bir akşam kalkıp gittik Osman'la. Sora sora Bağdat bulunur, bizde bulduk o meşhur dondurmacıyı. Kuyruk vardı önünde, biz de girdik bekledik. Konuşulanlardan anladığımıza göre o akşamki kuyruk kuyruk sayılmazmış...Kuyruk uzadı mı bir, bir buçuk saat beklenirmiş bazen dondurmaya ulaşmak için...Biz sadece 6-7 dakika bekledik ve o meşhuuuuur dondurmaya ulaştık. Peki neymiş? İtiraf edeyim mi: Ben pek bir şeye benzetemedim açıkçası...Belki lezzetli olabilir ama öyle uğruna bir saat kuyrukta beklenecek bir numara yok! İşte o dondurma seferimiz sırasında, asil ve necip Türkbükü sosyetesini yakından gözlemleme fırsatım oldu. Gözlemlerimi burada paylaşırsam, üzerine alınanlar çıkacaktır ve bir kere daha bir yazımı yayından kaldırmak istemiyorum. Haa evet, bir kaç sene evvel böyle bir şey geldi başıma da...Yazdığım bir yazıda, eleştirilerimi tamamen kendi üzerine alınan bazı üstün zekalılar, başıma olmadık işler açtılar. Arada çok sevdiğim ve saydığım insanlar vardı ve onların yüzü suyu hürmetine yazıyı yayından kaldırdım. Ama bu sadece bir kere olur... O da sadece hatır için...
Neyse nereden nereye geldik...
Diyordum ki Bodrum'da geçirdiğim o günler bana nefis bir terapi oldu. Yetti mi? Tabii ki yetmedi ama zaten orada yaşasam bile doyamam ki öyle bir ortama! İşte bu yüzden yarın tekrar uçağa atlayıp oraya gidiyorum. Yanımda yine bir dolu kitap olacak. Niyetim meditasyon, kitap ve müzikle dolu bir hafta geçirmek. Ayın sonuna doğru Bördübet'e geçeceğim. Orada "BUDA SİZE YEMEĞE GELSE" adlı kitabın yazarı HALE SOFİA SCHATZ'la, dostum ve koçum BANU GÜREL'in bir ortak atölyesi olacak. Konusu: Bedeninizle birlikte ruhunuzu da beslemek...Ne zamandır o yöreye gitmek istiyordum, işte bu atölye belki de bana ihtiyacım olan her şeyi verecek. Hem beden-ruh birlikteliği, hem de sessiz ve sakin bir ortamda, sonbaharı karşılama... Sonrasında en sevdiğim coğrafyalara uzanacağım harika bir dönem başlıyor:Nepal- Tibet- Bhutan- Myanmar-Tayland- Hindistan...Ekim-Kasım ve Aralık döneminde dokunacağım topraklar. Özlemiştim oraları!
Bunun dışında, en son Endonezya gezisi tam anlamıyla bir başarı öyküsü oldu bence...Hele SULAWESİ'de geçirdiğimiz günler, unutulacak gibi değildi gerçekten. Özellikle TORAJA bölgesinde, öyle bir cenaze merasimine rastladık ki, akıllara zarar! Bu mevsim, kuru mevsim olduğundan, aileler, ölülerini ebediyete uğurlamak için son derece geniş, zengin ve debdebeli törenler düzenliyorlar. Kişiler öleli çok uzun zaman geçmiş olsa bile, ölü, geçici mezarından çıkartılıp, bir katafalkın üzerindeki tabutuna yerleştiriliyor. Sonra hısım akraba, davetliler toplanıp, düzinelerce BUFALO kurban ediyorlar. İnanışa göre bu kurban edilen bufalolar, ölüyü gökyüzüne taşıyacaklar. Dolayısıyla ne kadar çok olursa bu göğe yükselme o kadar hızlı ve çabuk oluyor. Ailenin fertleri, evlatlar, yakın ve uzak akrabalar bu sevaba ortak olmak ve prestijlerini arttırmak için mutlaka bir ya da birkaç bufalo hediye ediyorlar. Sonra köyün ihtiyar meclisinin uygun gördüğü zaman için de,her gün bu bufalolar birbiri ardına kurban ediliyorlar. Bu işlemi yapacak kişinin son derece becerikli olması gerekiyor zira boğazı tek darbede kesmek lazım. Aksi takdirde bufalonun gazabına uğrayabilir...Hatta sinirlenen ve canı yanan hayvan etrafa saldırabilir. İşte biz de böyle bir törene denk geldik. Ölü evine eli boş gidilmez mantığı SULAWESİ'de de işlediği için, yoldan üç dört karton sigara ve bir iki şişe viski aldım. Cenaze sahibine verdim hepimiz adına ve şöyle dedim: Eğer bizim buradaki varlığımız, annenizin ruhunun göğe yükselmesini birazcık dahi hızlandıracaksa bu bizim için onur ve mutluluktur... Gözyaşlarına boğulan genç adam, bizi özel bir locaya aldı. İçecekler ikram ettiler. Ölünün tabutunun yanına çıkarttı. Bol bol fotoğraf çektik. Tabii ki inanılmaz bir deneyim oldu hepimiz için...
Turun son bölümü BALİ'de geçiyordu. Orada da deniz kenarında harika bir otele kaldık. Denize girme fırsatımız bile oldu. Otelin iki restoranı vardı. Serbest olduğumuz sabahlarda, tüm grup olarak, denize nazır olan restoranda sözleşmiş gibi buluşup, kahkahalar ve sohbet eşliğinde, masmavi okyanusu ve palmiye ağaçlarını seyrederek kahvaltımızı yaptık. Otelin ortasındaki kocaman lagünde yaşayan dev su monitorlarını besledik. Kumsala inip, şezlonglara yayıldık ve satıcıları ihya ettik. İyiydi yani...
Şimdi yine küçük bir ara vereceğim turlarıma. Biraz şarj edeyim pillerimi. Sonbahar yoğun ve hareketli olacak...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...
Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...
-
Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca, Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve sanat...
-
Avrupa’daki en sevdiğim başkentlerden biridir Viyana. Sık sık yolum düştüğü için de pek mutlu olurum. Geçtiğimiz günlerde yine bir g...
-
Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...
1 yorum:
merhaba sayfanızı gezinirken buldum ve okudum...yazdıklarınız çok güzeller, yazarken eğer ekleyebilirseniz görselde ekleyin lütfen...sizin kadar olmasada sizin yarınız kadar gezmek bile benim için hayalden öte...herneyse yazmaya devam edin lütfen
sevgi ve saygılarımla ece
Yorum Gönder