Bu yıl yaptığım geziler
içinde, zamanlaması belki de en iyi olanı İzlanda oldu benim için. Çünkü
İstanbul’da sıcak ve nemin yükselip de insanı halsiz bıraktığı günlerde kuzeyin
bu sakin topraklarına uzanmak, ortalama 10 derecelerde yağmur ve ardından açan
güneşin yarattığı gökkuşaklarıyla buluşmak her anlamda harika oldu. Eğer yaz
mevsiminde illa da deniz kenarında oturup, kumsallarda güneşle buluşmak lazım
demiyorsanız, ya da güneşi severim ama arada serin bir kaçamağa ayıracak
zamanım ve bütçem de var diyorsanız o zaman size önereceğim en ilginç yerlerden
biridir İzlanda.
Dünyanın gittikçe birbirine
benzeyen köşelerinden biri değil İzlanda. Avrupa ama Avrupa değil! İskandinavya
ülkeleri içinde sayılıyor ama o da değil! Hiçbirine benzemiyor, hiçbir ülkeye
hiçbir toprağa benzemiyor İzlanda. Doğanın en el değmemiş, en bakir köşeleri
İzlanda’da karşınıza çıkıyor. Şaşırıyorsunuz! Demek ki insanoğlu olmasa, tabiat
böyle olacaktı diyorsunuz. Doğanın güçlerini yeryüzünü şekillendirirken
görüyorsunuz, hepsini hissediyorsunuz. Etkileniyorsunuz. Kendinizi tabiatın o
akılalmaz güçleri karşısında ufacık, güçsüz ve kısmen de çaresiz
hissediyorsunuz. Bir buzul gölünden geçerken o muhteşem yerin sadece 1930’larda
oluştuğunu duyunca, uzaktan zorlukça seçtiğiniz bir adanın 1960’larda denizen
dibinden bir patlamayla yükseldiğini duyunca kulaklarınıza inanamıyorsunuz.
Hani dünya oluşmuş, bitmişti? Meğer öyle değilmiş işte! O süreç burada her gün
birebir yaşanıyor. Yerkabuğu burada henüz kapanmamış, gözünüzle görüyorsunuz.
TV’lerde izlediğiniz belgesellerin içine girmek gibi bir şey İzlanda’ya
seyahat! Ve kimi bilim insanları İzlanda için yerkabuğunun kapanmamış yarası
tarifini kullanıyor ve siz oradayken bunu gözlerinizle görünce, hem onlara hak
veriyorsunuz hem de ayağınızın altında sağlam olduğunu zannettiğiniz toprağın
aslında hiç de öyle olmadığını idrak ediyorsunuz.
Peki İzlanda neden böyle?
Bu sorunun yanıtı kıtaların
üzerlerinde yer aldıkları plakalarda gizli.
İzlanda Amerika ve Avrasya
plakalarının birbirlerinden uzaklaştıkları bir hat üzerinde, Atlantik Ortası
Sırtı’nda yer alıyor. Bu sırtı deniz dibinde kuzeyden güneye uzanan bir sıradağ
kümesine benzetebiliriz. Ve bu sırtın yüksek kesimleri, ki İzlanda işte
böyledir, okyanusu delerek adalar oluştururlar. Ve plakaların birbirlerinden
ayrılması sebebiyle de uzun süreli volkanik püskürmelere ev sahipliği yaparlar.
İşte bu sebeple İzlanda’da çok kuvvetli ve aktif volkanlar vardır. Tektonik
plakaların birbirlerinden yılda ortalama 2-2,5 cm uzaklaşmaları sebebiyle İzlanda
ortasından yavaş yavaş ayrılmaktadır. Yani milyonlarca yıl sonra ada ikiye
bölünecek! Bu ayrımı, bu çökme bölgesini gezdiğinizde oradaki tuhaf enerjiyi
hissetmemeniz mümkün değil! Ya zihnimizin bir oyunu ya da gerçekten ayağınızın
altında olan biteni bilinçaltınız yaşıyor!
İzlanda’da 130 volkanik dağ
var ve bunlardan 18’I aktif halde. Her beş yılda bir bunlardan biri mutlaka
harekete geçiyor ve ortalığı kasıp kavuruyor. 2010 yılında gökyüzüne yayılan
külleriyle dünya hava trafiğinin en az dörtte birini, teleffuzuyla ise dünya
muhabirlerinin İzlandalılar hariç hemen hepsini felç eden o ünlü
Eyjafjallajökull püskürmesini hatırlarsınız. Çok büyük bir olaydı kabul
ediyorum ama aslında yanardağ sadece genzini temizlemişti! Bu ada tarihinde ne
kıtlıklar, ne zehirli gazlar ve ne büyük sel felaketleri görmüş! Bu püskürme
hafif gelmiş! Bu olaydan iki yıl önce, 2008 dünya ekonomik krizi ile iflas eden
İzlanda yine böyle bir anda, kendini dünya gündeminin ortasında bulmuştu.
Moralleri bozulmuş, gücenmişlerdi İzlandalılar. Bu çıkmazdan nasıl
kurtulacaklarını planlarken yaşadıkları ikinci kriz, Eyjafjallajökull
patlaması, İzlanda’yı istemeden yeniden gündeme oturtmuştu. Artık bu duruma
alışan ve gündemden kaçışın mümkün olmadığını anlayan İzlandalılar, bu volkanik
felaketi kendi mizahlarına uygun hale dönüştürüp şöyle sloganlar üretmişti:
İzlanda’yla dalaşmayın! Paramız olmayabilir ama yeterince külümüz var! We might not have cash but we do have ash!
Gerçekten de dünyayı altüst eden patlamayı bu kadar güzel kullanıp kendisine
reklam konusu yapabilmiş olmasına şapka çıkarıyorum. Aradan seneler geçmesine
ragmen hala bu patlamanın küllerini paketleyip ülkeyi ziyarete gelen turistlere
satıyorlar ya, ona da pek gülüyorum. İnsanlar da alıyorlar ya, o da ayrı! Demek
ki reklamın iyisi kötüsü olmuyormuş!
İzlanda yaklaşık
103.000km2lik bir ada ülkesi. Sınır komşusu yok, yolu sapa, öyle şuraya
giderken bir uğrayayım denebilecek bir yer değil. Yani hedefinize koyduğunuzda
yolunuz düşer ancak! Tarih boyunca da fazla gelen gideni olmamış. Çok büyük
savaşlar görmemiş. Birbirleriyle mücadele eden, didişen Viking klanlarının
öykülerinden başka pek bir savaş hikayesi yok anlatacak. Ama SAGA adı verilen o
öyküler öylesine önemli ki, bugün hala okunuyorlar ve toplumsal bellekte büyük
yerleri var. İlk yerleşimciler, ülkenin güneydoğusundaki adalara yerleşen
İrlandalı papazlarmış. Kimin kimsenin olmadığı bu adalarda inziva hayatı
yaşamak üzere buraya gelen papazlar, yaklaşık bir yüzyıl kadar sakin sakin
yaşamışlar ama sonra dokuzuncu yüzyıldan itibaren, bugünkü Norveç’in artık
kalabalıklaşan kıyılarından kaçan yeni insanlar sonunda adaya ulaşmış. İlk
yerleşimci İngolfur Arnarson’un geliş tarihi olarak 874 yılı verilir
kaynaklarda. Adanın güneydoğusundan batıya doğru devam edip kıyılarından
dumanlar yükselen geniş bir körfeze ulaşır Arnarson. Hava güzel, deniz sakin ve
yerleşime elverişli alan geniştir. Dumanlı Körfez anlamına gelen Reykjavik
adını verir buraya ve yerleşirler.
Günümüzde 326.000 nüfuslu
adanın 120.000’I başkentte ve yaklaşık 80.000’I de başkentin çevresindeki
yerleşimlerde yaşamaktadır. Geri kalan azıcık nüfus ise sahile yakın ve adayı
çevreleyen devlet karayolunun üzerinde, ekip sürmeye olanak tanıyan kısıtlı
arazilerde bulunuyor. Zaten adanın bulunduğu enlem ve toprağının kayalık,
dağlık, buzullarla kaplı yapısı sebebiyle tarım neredeyse yok denecek kadar az
İzlanda’da. Olan da genellikle hayvanların ihtiyacını karşılayan otlardan
oluşuyor. Soğuğa dayanıklı bazı tahıllar, başta tabii ki siyah tatlı ekmeğin kaynağı
olan çavdar ve az miktarda buğday ile bazı kök sebzeler dışında hiçbir şey ekip
biçebilmek mümkün değil. Ancak son yıllarda, ülkenin en büyük zenginliği olan
jeotermal enerjinin kullanıldığı modern seralarda taze sebze ve meyve yetiştirilebiliyor.
Sanırım ileride bu şekilde ihtiyacın çok daha büyük kısmını
karşılayabilecekler.
Ülkenin yüzölçümünün %11’i
buzullarla kaplı. Avrupa’nın en büyük buzulu VATNAJÖKULL burada. Buzulların
altında ise aktif yanardağlar var. Buzla ateş burada buluşuyor işte! Ve bazen
yanardağın erittiği buz devasa bir barajı doldurabilecek kadar suya dönüşüp,
hapsolduğu buzulun dış katmanını kırıp dışarıya taşıyor. Buna JÖKULHAUP
deniyor. Kül, kum, taş, toprak, kaya ve tabii ki milyonlarca metreküp su hızla
aşağı akarak, önüne her ne çıkarsa sürükleyip götürüyor ve ardında SANDUR denen
kilometrekarelerce uzanan kum ovaları yaratıyor. Boyutları görünce insan
aslında tabiatın güçleri karşısında ne kadar küçücük olduğunu İzlanda’da
hatırlıyor!
Bu yazıda İzlanda’ya bir
girizgah yapmış olalım. Bir sonraki yazımda size İzlanda’nın harika
çavlanlarından, volkanik siyah kumsallarından ve buzul göllerinden bahsetmek
istiyorum.
Yollarda görüşürüz…
Not: Bu yazı kokpit.aero sitesinde yayınlanmıştır.
BÖLÜM -2-
BÖLÜM -2-
Bir önceki yazımda İzlanda
hakkında bazı genel bilgiler vermiş ve bir sonraki yazıda ise sevdiğim
detaylara değineceğimi, çavlanlar ve buzul göllerinden behsedeceğimi
söylemiştim. Dolayısıyla bu güzellikleri paylaşmak için fazla beklemeye gerek
yok sanırım.
Izlanda tam bir çavlanlar
cenneti dersem doğru söylemiş olurum. Ama öyle böyle değil! En büyüğünden en
güçlüsüne, yamaçlardan ip gibi süzülenlerinden tutun, buzulların altından
hiddetle saldıranlarına kadar çeşit çeşit çavlan var bu büyüleyici diyarda! Bir
haftalık seyahatimizin bazı odak noktaları işte bu olağanüstü şelaleler oldu.
Türkçe’de Altın Şelale
anlamına gelen Gullfoss, hiç de sıradan bir şelale değil. Bir seferde
dökülmüyor mesela. Hvita nehri üzerinde biri 11 diğeri 21 metrelik iki görkemli
zikzak yaparak, kocaman basamaklar halinde, 32 metrelik derin ve dar bir
yarığın içinde gözden kayboluyor. Müthiş fotojenik bir şelale Gullfoss,
fotoğrafçılar doyamıyor...
Kilometrelerce öteden, gökyüzüne yükselen bulut gibi serpintileriyle
yerini açık eden bir çavlan. Yaz aylarında eriyen karın buzun sularıyla iyice
debisi artıyor. Bir de öyküsü var: Arazinin sahipleri Tomas Tomasson ve Halldor
Halldorsson, bir elektrik santrali yapımı için bu araziyi ve tabii ki şelaleyi
yabancı bir firmaya kiralarlar. Neden bilinmez, ama bir türlü bu proje hayata
geçirilemez. Ama bununla ilgili anlatılan öyküde Tomas’ın kızı Sigridur’un
kahramanlığı ön plana çıkar hep. Sigridur babasına gider ve ‘’Bu şelale benim en yakın dostum, arkaşadım,
sırdaşım. Sen benim arkadaşımı benden nasıl alabilirsin? Onu, üzerinde bir
baraj inşa edip öldürmeyi nasıl düşünebilirsin? Eğer bu konuda ısrarcı
olacaksan ben de kendimi şelaleye atarım’’ der. Kızının ciddi olduğunu
gören Tomas, bu sevdadan vazgeçer ve şelale İzlanda devletine satılır. O zaman
bile bir hidroelektrik santrali projesi konuşulmaktadır ama buna karşı çıkan
İzlanda halkı sayesinde, Hvita nehri ve şelale dokunulmazlık kazanır. Bugün
artık bütün nehir, şelale ve çevresi koruma altında. Bu vesileyle ülkemizde
ciddi bir sorun olan, ekosistemi altüst eden, para hırsıyla memleketi cehenneme
çevirip, can damarlarını kurutan HES’lere ve onların simgelediği her şeye karşı
hayatını ortaya koyan mücadeleci dostlara selam olsun! Sigridur Tomasdottir’in
bir heykeli var bugün Gullfoss’un yanıbaşında. Bizimkilerin akıbeti ise
belirsiz!
İzlanda’nın ünlü bir başka
çavlanı, adı Türkçe’de Tanrılar Çavlanı anlamına gelen Godafoss’tur. Ülkenin
kuzeyinde yer alan ve UNESCO tarafından koruma altına alınmış bir göl olan
Myvatn yakınlarında yer alan bu çavlanı görmeden giden yoktur herhalde ülkeden.
Diğeri kadar yüksek ve görkemli olmamasına ragmen, bu çavlan da son derece
fotojeniktir. Yaklaşık 12 metreden dökülen, 30 metra açıklığında bir şelaledir
Godafoss. Peki neden Tanrılar Çavlanı denmiş? Bunun da bir öyküsü var: İzlanda,
1000 yılında Hıristiyanlık dinini kabul eder. Kanun Sözcüsü Torgeir, Halk
Meclisi Althingi’de bunu prada toplanmış olan bütün klanların temsilcilerine,
şeflerine ilan eder. Bununla beraber, hala Pagan olanların da eski gelenekleri
sürdürmelerinde bir sakınca yoktur denir. Meclisin toplantısı bitince, yaşadığı
yere dönen Torgeir, bu bölgeden geçerken, beraberindeki eski NORSE tanrılarının
heykellerini, tuttuğu gibi şelaleye
atar! Hıristiyan olduğunun kanıtıdır bu artık! Bu manevi dönüşümün simgesi
olarak da kabul edilen Godafoss, diğer tüm çavlanlar gbi koruma altında. Ülkede
hala var olan paganlar ise, o eski tanrıların ruhunun hala bu şelalede
yaşadığına inandıkları için, özellikle gündönümlerinde buraya gelip bazı ritüeller
yapıyorlar. Kimse kimsenin inancına karışmadığı, benimki seninkinden daha
doğru, sen de benim yaptığım gibi yapmalısın demediği için, bu kavgalar 1000
yıl önce sonlandırıldığı için, az sayıdaki paganın bu ritüelleri yapmalarında
en ufak bir sakıca görülmüyor. Zaten yaptıkları da ne ki? Biraz dua, biraz iyi
dilek ve iyi insan olma çabasında doğanın desteğini istemek!
Bu iki çavlana hiç
benzemeyen, aslında gördüğüm hiçbir çavlana benzemeyen, beni gördüğüm her sefer
korkutan, ürperten ve bütün güzellik kalıplarını kökünden yok sayan bir başka
çavlandan daha bahsetmek istiyorum şimdi. Dettifoss! Vahşi, yıkıcı ve önüne ne
katarsa sürükleyip yok edeceğinden emin olduğunuz bir doğa gücünü simgeliyor
Dettifoss. Türkçe’de anlamı Düşen Sular! Düşmek de nasıl düşmek hem de! Hipnotize ediyor insanı.
Yakınına gittiğinizde başınız dönüyor resmen. Saniyede 193 metreküp debisiyle Avrupa’nın
en güçlüsü kabul ediliyor. İstanbul’un bir günlük su ihtiyacını, sadece üç
buçuk saatlik akışıyla karşılayabildiğini söyleyince bu gücü daha iyi
anlayabilirsiniz. Ya da 50 günde İstanbul’un 10 barajındaki bütün su rezervleri
doluyor dersem… İşte böyle bir canavar Dettifoss! Yanına yaklaşırken eski bir
nehir yatağından yürümeniz gerekiyor. Bu yatağı hangi güç nasıl oymuş olabilir
diye düşünürken, bir anda ayaklarınızın altında görüyorsunuz Dettifoss’u ve
anlıyorsunuz işte! Milyonlarca yıl önce bölgede yaşanmış olan depremler ve
volkanik patlamaların sonucunda defalarca yatak değiştirmiş Jokullsa a Fjollum
nehri. Bir seferinde ise beslendiği Vatna Buzulu’nun altındaki aktif
yanardağların erittiği akılalmaz miktardaki suyla birleşerek, bir super-nehir
yaratmış sistem. Ve işte o geniş nehir yatağını ve devamındaki devasa kanyonu
da bu şekilde oymuş Jokullsa a Fjollum nehri. Günümüzde, en azından şimdilik,
eskisine oranla daha sakin olduğunu söylüyorlar ama şelalenin yanına
yaklaştığınızda öyle hissetmiyorsunuz. Diyorum ya, ben neredeyse korkuyorum…
Son yıllarda bu bakir ve sıradışı doğasıyla, Hollywood yapımlarında kendine
sıkça yer bulmaya başladı İzlanda ve Ridley Scott ünlü Prometheus filminin
açılış sahnesinde bu çavlanı kullandı. Dünyadan ayrılıp bir başka gezegene
ışınlandığınızı zannedebileceğiniz yerlerden biri burası! Haksız değil ünlü
yönetmen! Bu etkileyici açılış sahnesini izlemenizi özellikle tavsiye ederim.
Çavlanları bir yana
bırakırsak, bana kalırsa bir başka etkileyici yer olan Jökullsarlon buzul
gölünden de bahsetmek gerekir. Burası Vatna Buzulu sisteminde dünyanın
yüzyıllar boyunca yaşadığı soğuma ve ısınmalar sebebiyle oluşan bir buzul
gölüdür. Günümüzdeki şekline 1930larda
kavuştuğu söyleniyor. Tabii son yıllarda küresel iklimin değişmesi ve
sıcaklıkların artması sebebiyle de büyümesi hızlanıyor. 1970lerin başından beri
gölün yüzölçümü dörde katlandı. Son yıllardaki hızlı buzul çekilmesiyle
derinliği 284 metreye ulaştı ve artık İzlanda’nın en derin gölü burası! Hayvan
varlığı da çok renkli Jökulsarlon’da. Denizle bağlantısı olduğu için foklar,
deniz kuşları ve tabii ki zengin balık çeşidini gözlemek mümkün. Buradaki en zevkli
etkinlik hem suda hem karada kullanılan anfibik araçlarla, lagüne inip, kimi 15
metre yüksekliğe ulaşan buzdağları arasında gezinti yapmak. Bence bu gezintinin
sonunda, göl ile denizi birbirine bağlayan nehrin kenarından sahile inip,
kıyıya vurmuş buzlar arasında dolanmak da işin keyifli kısımlarından…
İzlanda hakkında sayfalar
doldursak da yeterince anlatılamayacak nitelikte, hiçbir yere benzemeyen son
derece ilginç bir coğrafya! Avrupa ama Avrupa değil dedim ya bir önceki yazıya
başlarken, bunu hatırlatmak istedim yine. Avrupa’nın son vahşi toprakları diyor
kimi yazarlar İzlanda hakkında ve bence harika bir tanımlama bu! El değmemiş
topraklar nasıl olur acaba diye düşünenlerdenseniz, cevabınızı İzlanda’da
bulacaksınız kesinlikle. Türkiye’den direkt uçuş olmadığı için mutlaka
aktarmalı gitmek gerekiyor.Ben genellikle THY ile önce bir kuzey başkentine
uçuyorum ardından da İcelandair seferlerinden birine geçiyorum. Ancak daha
ekonomik olan WOWAir ile Avrupa’nın gittikçe artan sayıda noktasından İzlanda’ya
ulaşmak mümkün. Turizm gittikçe önem kazanıyor ve son 8 yılda yaşanan artışı
ben birebir gözlemledim, yaşadım, yaşıyorum. Dolayısıyla eğer gitmek varsa
planlarınızda, gittikçe kalabalıklaşmadan, bozulmadan – ki eninde sonunda
değişecek bozulacak maalesef her yer gibi- yapın bu işi derim.
Yollarda görüşürüz…
1 yorum:
ülkemizde sadece izlandaya tur düzenleyen şirketler varmı biliyormusunuz?
Yorum Gönder