Geri dönemem artık! Beni orada bekleyen hiç kimsem kalmadı. Ardıma bile bakmadan yoluma devam etmeliyim. Olan oldu, giden gitti...Her ne yaşanacaktıysa, yaşandı bitti. Hem gitsem de kim karşılayacak beni? Kim alır ki beni yanına? Bunda şeyden sonra...Peşime düşerler bir de üstelik. Rahat yüzü göstermezler. Bin pişman olurum, biliyorum, gidersem. Acırlar bana...Acısınlar istemiyorum!
Bu ıssız, soğuk coğrafyaya sığındım. Kimseyi tanımıyorum, kimse de beni tanımıyor. Bazen sırf gece, bazen de gündüz. Kıyının bu tarafında yerleşirken, eşyalarımı taşımama yardım eden adamlar burası çok rüzgar alır, rahat edemezsin demişlerdi. Evin kirasının neden bu kadar ucuz olduğu da böylece anlaşılmıştı. Haklılarmış ama bilmiyorlar ki dışarda rüzgar gürleyerek her şeyi birbirine kattığında içimin fırtınaları diniyor.
Yürüyorum uzun uzun. Denizin eteklerine dokunarak yürüyorum. Martılar görüyor gözyaşlarımı bir tek...Orman falan yok. Sadece yemyeşil düzlükler...Git git bitmiyor. Tepeler, dağlar ve yemyeşil düzlükler. Bu mevsimde mor çiçekler açıyor da renk geliyor etrafa. Bir de kayalar, canavar dişi gibi denizden fırlamış kayalar...Simsiyah! Kumsal bile simsiyah...Her şey siyah... Ama deniz gri...Beyaz köpüklerle hafifleyen bir gri. Oysa böyle miydi geçmişimin denizleri? Masmavi derinliklerine sığınırdım mutsuzluklarımda, avuturlardı beni...O mavilik, saçlarıma, kirpiklerime yapışırdı tuz gibi...Burada ise gri! Kül gibi...Zaten kül de yağıyor havadan. Küçük yanardağ yine öksürüyor. Soğuk kuzey rüzgarları bu külleri taşıyıp, denizin tuzuyla üzerime bırakıyor. Avuçlarımı açıp, külleri topluyorum havadan. Yakamadığım ölülerimin külleri bunlar! Ben onları yakamadım, ama onlar beni her gün yakıyor! Yanıklarım bir türlü iyileşmiyor, kabuk tutmuyor, hep yumuşak, hep sulu...Tıpkı buranın yerkabuğu gibi... Her yanı yumuşak, sulu ve altından tıslayarak buharlar çıkıyor. Buranın yarası da kapanmamış bir türlü!
Konuşmuyorum. Susuyorum. Konuşacak kimse yok nasıl olsa... En yakın komşum sekiz kilometre ötede. Koyunlarıyla yaşıyor, onlarla konuşuyor. Bir de içki şişesi var baş köşeye yerleştirdiği. Bu şişeyle de konuştuğunu sanıyorum. Taş topluyor. Bir omzundan aşırıp çarpraz astığı bir deri çantası var. Elinde küçük bir balta ve bir de bastonla uzaklara yürüyor sık sık. Bazen günlerce görünmüyor. Yamaçlardan, dere yataklarından, deniz kenarlarından taşlar toplayıp dönüyor evine. Bütün evren bu taşın içinde saklı demişti bir kez bana. Koca bir jip kullanıyor, tekerleri de kocaman. Her ayın üçüncü Perşembesi şehre iniyor. Yeğeni varmış bir tek, onu ziyaret ediyor, erzak alıyor ve koca tekerleriyle küllerin üzerinde derin yarıklar bırakarak eve dönüyor. Dağların arasındaki toprak yoldan geçiyor hep. Karla kaplı zirvelerle konuştuğunu da duymuştum bir kere. Bunu ben de yaptığım için yadırgamamıştım... Dağ geçitlerinde yaşayan hayaletlerden bahsedince, kalkıp gitmiştim yanından. Hayatın şakalarının sonu yok muydu acaba? Hayaletlerimden kaçmak için buraya gelip başka hayaletlerin ortasına düşmüşüm meğer! Yine de gecenin kopkoyu karanlığındaki ıssızlıktan gelen seslerin sahipleri anlaşılmıştı bu sayede. Hayaletler! Hayaletlerden korkmam, insanlardan korkarım ben!
Şelale var yakınımda. Rüzgar durunca, onun sesi artıyor bu sefer. Sessizlik arıyordum ama saf sessizlik yokmuş meğer! Dalgalar, rüzgar, şelale ve hayaletler... Damı tıkırdatan küllü yağmur... Toprağın altından fışkırıp, evlere dağıtılan sıcak suyun sesi. Damarlarda dolaşan kan gibi hışırdayarak geçiyor borulardan. Sürekli hareket halindeki yerkabuğunun sesi...Boğuk... Radyo tek bir istasyon çekiyor, o da sabahtan akşama kadar buranın bilmediğim dilinde şarkılar çalıp duruyor. Telefon yok! Telefonlaşacak insan da yok ya zaten! Kalmadı...
Buradayım artık. Mavileri, kırmızıları ve sohbetleri defterimden çıkardım, hayaletlerim yanımda bir tek! Taşlar, küller ve köpüklü gri dalgalar...Yeni arkadaşlarımı takdimimdir...
1 yorum:
Neruda okumak lazım. O taşları iyi biliyor. Ama neresi orası?
Yorum Gönder