Uzun zamandır bu kadar sakin bir bahar yaşamamıştım. Nefis oluyormuş meğer...
Evet, New York'taki opera turumdan döneli neredeyse bir ay oluyor ve ben bu bir ay zarfında evde olmanın keyfini yaşamaktan başka hiç bir şey yapmadım. Yaşasın tembellik!!! Tabii sadece boş boş oturduğum sanılmasın, arada koskoca, binlerce kitaplık bir evi taşıdım, yine... Ev yerleştirdim, ustalarla boğuştum, eksikleri tamamladım, misafir ağırladım, kitap okudum, Osman'ın sunumlarına tercümeler yaptım, kitapları tarayarak malzeme topladım, adaya kaçtım, orada kaldım kendi kendime bir iki gün ve sadece DVD seyrettim kanepede uzanarak. Kitabımla ilgilenip biraz yazdım. Arkadaşlarımı gördüm, yemekler yedim...Bir ay dediğin ne ki zaten? Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor.
Kitap okuyorum, hem de güzel kitaplar: Şu anda elimde en sevdiğim yazarlardan Jack London'un biyografisi var. Ne kadar sıradışı, gözüpek, dünyaya metelik vermeyen ve başına buyruk bir adammış! Ne kadar çok şey yaşamış genç yaşında. Açlığı, soğuğu, ölümü ve aşkı tatmış sadece yirmili yaşlarına kadar. Denizlerde korsanlık yapmış, Alaska'da altın avcılığı. Savaş muhabirliği yapmış ve orduyu korsanlık günlerinden kalma kendine has yöntemlerle izlemeye kalkınca hapse düşmüş. Para kazanmış, para kaybetmiş. Annesinden çok çekmiş, babasını hiç bilmemiş. Trenlerde gizlice seyahat edip, uyumuş. Sıkı bir sosyalist olmuş kapitalizmin kalesi Amerika'da. Yirmili yaşlarımın başına geldiğimde,Türkçe'de yayınlanmış bütün eserlerini okumuştum. Bugün bile mütevazı kütüphanemin en değerli köşelerini Enis Batur'la paylaşan en önemli yazarımdır.
Ada nefis bu arada...O kadar hoş ki, kelimelere dökünce, hissettiklerimi tam aktaramıyorum, olmuyor ama adada olmak bana ve benim gibi islomanlara zaten yetiyor. Anakara'dan kopuk olmayı bilmek, bende, ''ne olursa olsun, hiç bir şey umrumda değil'' hissiyatı yaratıyor. O anda kıyamet kopsa, o bile dert değil...
Akşam saatlerinde yürüyüşler yapıyorum. Saat 19.00 21.00 arası, hafta içi, adanın en kendiyle kaldığı zamanlar bu mevsimde. Gündüz gezmeye gelmiş olan kalabalık gitmiş oluyor ve adanın sakinleri, sakin sakin sokaklarda ve çarşıda oluyorlar. O saatlerde iskele ve çarşı civarında dolaşmak bana çocukluğumu hatırlatıyor nedense. Evlerine dönen ve dönerken de çarşı içinden son alışverişlerini yapan anne babaları seyretmek çok tuhaf yapıyor beni. Manavlar, fırınlar...Rengarenk! Bostan Manavı ve Yalovalı Kardeşler... Adadaki en sevdiğim iki esnaf!!! Adada gittikça azalan ve bana kalırsa kelaynak muamelesi görmeleri gereken gayrımüslimlerden öğrendikleri adapla, müşterilerine zarif kelimeler ve hareketlerle hizmet eden esnaf bunlar. Şehirde kaldılar mı bilmiyorum. En azından şehrin benim oturduğum kısmında bu tip eski tip esnaftan pek kalmadı maalesef.
Akşamın o saatlerinde, özellkle 20.30'a doğru, sahil kısmı bu mevsimde inanılmaz oluyor. Kimsecikler yok...Ama devvvv İstanbul'un bütün ışıkları karşımda...Canavar gibi uzanmış yatıyor . Denizin sesini dinliyorum, dalgaları izliyorum, bazen adayla Maltepe arasından yük gemileri geçiyor, onları seyredip hayal kuruyorum. Bir gün bir yük gemisiyle seyahat edeceğim mutlaka! Çakıl taşları toplayıp denize fırlatıyorum. Issız mahalleler arasında dolanıyorum, evlerin bahçelerindeki, tüm ihtişamlarıyla açmış, güzelliklerini dört gözle bekledikleri ama bir türlü şehirdeki hayatlarından kopup da adaya gelemeyen sahiplerine saklamış, hüzünlü gülleri seyrediyorum. Kimsesiz açıp soluyorlar o ıssız, sessiz bahçelerde...İçimden hepsini koparıp evdeki vazolarıma doldurasım geliyor, onların o benzersiz güzelliklerini kimsenin görmediğini, takdir etmediğini düşünüyorum. Bunu görüp takdir edemeyecek kadar meşgul olduğunu düşünüyorum insanların, hepimizin... Güllere haksızlık yapıldığını düşünüyorum...Sadece güllere mi, sümbüllere, filbahrilere, şakayıklara ve kendi kendilerine açıp mevsimi geçince solan diğer bütün isimsiz çiçeklere... Ben diyorum, onlara fısıltımla seslenerek, sizi görüyorum, kokluyorum, seviyorum, takdir ediyorum ve sizin için, sizi daha iyi görmek ve doyasıya yaşayabilmek için hayatımı yavaşlatıyorum diyorum. Duyduklarından adım gibi eminim...Üstelik aldığım yeni hayat kararlarını uygulamaya koyduğumda daha da çok emin olacaklar onları ne kadar önemsediğimden...
Bugün şehirdeyim hala, bir türlü paçamı sıyıramadım hayhuydan ama yarın, yarın.... Yarın adaya atacağım kendimi...
Kimsesiz gülleri sevmeye...
Bu vesileyle Gertrude Stein'ın ünlü dizesinin verdiği ilhamla yapmış olduğum bir gül resmiyle açtım yazıyı...
Evet, New York'taki opera turumdan döneli neredeyse bir ay oluyor ve ben bu bir ay zarfında evde olmanın keyfini yaşamaktan başka hiç bir şey yapmadım. Yaşasın tembellik!!! Tabii sadece boş boş oturduğum sanılmasın, arada koskoca, binlerce kitaplık bir evi taşıdım, yine... Ev yerleştirdim, ustalarla boğuştum, eksikleri tamamladım, misafir ağırladım, kitap okudum, Osman'ın sunumlarına tercümeler yaptım, kitapları tarayarak malzeme topladım, adaya kaçtım, orada kaldım kendi kendime bir iki gün ve sadece DVD seyrettim kanepede uzanarak. Kitabımla ilgilenip biraz yazdım. Arkadaşlarımı gördüm, yemekler yedim...Bir ay dediğin ne ki zaten? Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor.
Kitap okuyorum, hem de güzel kitaplar: Şu anda elimde en sevdiğim yazarlardan Jack London'un biyografisi var. Ne kadar sıradışı, gözüpek, dünyaya metelik vermeyen ve başına buyruk bir adammış! Ne kadar çok şey yaşamış genç yaşında. Açlığı, soğuğu, ölümü ve aşkı tatmış sadece yirmili yaşlarına kadar. Denizlerde korsanlık yapmış, Alaska'da altın avcılığı. Savaş muhabirliği yapmış ve orduyu korsanlık günlerinden kalma kendine has yöntemlerle izlemeye kalkınca hapse düşmüş. Para kazanmış, para kaybetmiş. Annesinden çok çekmiş, babasını hiç bilmemiş. Trenlerde gizlice seyahat edip, uyumuş. Sıkı bir sosyalist olmuş kapitalizmin kalesi Amerika'da. Yirmili yaşlarımın başına geldiğimde,Türkçe'de yayınlanmış bütün eserlerini okumuştum. Bugün bile mütevazı kütüphanemin en değerli köşelerini Enis Batur'la paylaşan en önemli yazarımdır.
Ada nefis bu arada...O kadar hoş ki, kelimelere dökünce, hissettiklerimi tam aktaramıyorum, olmuyor ama adada olmak bana ve benim gibi islomanlara zaten yetiyor. Anakara'dan kopuk olmayı bilmek, bende, ''ne olursa olsun, hiç bir şey umrumda değil'' hissiyatı yaratıyor. O anda kıyamet kopsa, o bile dert değil...
Akşam saatlerinde yürüyüşler yapıyorum. Saat 19.00 21.00 arası, hafta içi, adanın en kendiyle kaldığı zamanlar bu mevsimde. Gündüz gezmeye gelmiş olan kalabalık gitmiş oluyor ve adanın sakinleri, sakin sakin sokaklarda ve çarşıda oluyorlar. O saatlerde iskele ve çarşı civarında dolaşmak bana çocukluğumu hatırlatıyor nedense. Evlerine dönen ve dönerken de çarşı içinden son alışverişlerini yapan anne babaları seyretmek çok tuhaf yapıyor beni. Manavlar, fırınlar...Rengarenk! Bostan Manavı ve Yalovalı Kardeşler... Adadaki en sevdiğim iki esnaf!!! Adada gittikça azalan ve bana kalırsa kelaynak muamelesi görmeleri gereken gayrımüslimlerden öğrendikleri adapla, müşterilerine zarif kelimeler ve hareketlerle hizmet eden esnaf bunlar. Şehirde kaldılar mı bilmiyorum. En azından şehrin benim oturduğum kısmında bu tip eski tip esnaftan pek kalmadı maalesef.
Akşamın o saatlerinde, özellkle 20.30'a doğru, sahil kısmı bu mevsimde inanılmaz oluyor. Kimsecikler yok...Ama devvvv İstanbul'un bütün ışıkları karşımda...Canavar gibi uzanmış yatıyor . Denizin sesini dinliyorum, dalgaları izliyorum, bazen adayla Maltepe arasından yük gemileri geçiyor, onları seyredip hayal kuruyorum. Bir gün bir yük gemisiyle seyahat edeceğim mutlaka! Çakıl taşları toplayıp denize fırlatıyorum. Issız mahalleler arasında dolanıyorum, evlerin bahçelerindeki, tüm ihtişamlarıyla açmış, güzelliklerini dört gözle bekledikleri ama bir türlü şehirdeki hayatlarından kopup da adaya gelemeyen sahiplerine saklamış, hüzünlü gülleri seyrediyorum. Kimsesiz açıp soluyorlar o ıssız, sessiz bahçelerde...İçimden hepsini koparıp evdeki vazolarıma doldurasım geliyor, onların o benzersiz güzelliklerini kimsenin görmediğini, takdir etmediğini düşünüyorum. Bunu görüp takdir edemeyecek kadar meşgul olduğunu düşünüyorum insanların, hepimizin... Güllere haksızlık yapıldığını düşünüyorum...Sadece güllere mi, sümbüllere, filbahrilere, şakayıklara ve kendi kendilerine açıp mevsimi geçince solan diğer bütün isimsiz çiçeklere... Ben diyorum, onlara fısıltımla seslenerek, sizi görüyorum, kokluyorum, seviyorum, takdir ediyorum ve sizin için, sizi daha iyi görmek ve doyasıya yaşayabilmek için hayatımı yavaşlatıyorum diyorum. Duyduklarından adım gibi eminim...Üstelik aldığım yeni hayat kararlarını uygulamaya koyduğumda daha da çok emin olacaklar onları ne kadar önemsediğimden...
Bugün şehirdeyim hala, bir türlü paçamı sıyıramadım hayhuydan ama yarın, yarın.... Yarın adaya atacağım kendimi...
Kimsesiz gülleri sevmeye...
Bu vesileyle Gertrude Stein'ın ünlü dizesinin verdiği ilhamla yapmış olduğum bir gül resmiyle açtım yazıyı...
1 yorum:
Ilknurcum, yazmaya devam et. Hep okuyorum hep yorum yazamasam da... Senin gozunle ben de goruyorum yazdiklarini. Sagol.
Yorum Gönder