İstanbul'daki son haftama girdim...Haftaya yollara dökülüp yine uzaklara gideceğim: Nepal-Tibet-Bhutan... Ne çabuk geçmiş bir yıl, inanamıyorum gerçekten. Daha dün gibi hatırlıyorum oysa geçen seneki seyahatimizi...İşte aynen bu hızla geçiyor insan ömrü ve sonra bir bakıyorsun, BİTMİŞ! Zaten yıl başlıyor ve daha ilk ay bitti mi, bende bir tuhaflık, yılı tüketmişim gibi. Ne acayip bir his değil mi? Ama yalnız mıyım? Yoo! Mesela Tütü de benim gibidir. Diyelim ki günlerden Salı ve saatler öğleden sonrayı gösteriyor. İşte o anda Tütü için hafta bitmiştir aslında. Ya da diyelim ki Haziran'ın son haftası gelmiş, o zaman yaz da bitmiştir...Benim için de biraz öyle...Ne zaman ki ağaçların yaprakları sararmaya başlıyor, benim için daha o zaman yaz bitiyor ve dikkat edin, yapraklar sararmaya sonbaharda değil, yazın başlıyor...Haziran'da!!! Temmuz sonunda ilk yapraklar düşmeye başlıyor. Ağustos'un zaten yarısı yaz, yarısı kış...Eh, ne kaldı elde? YAZ BİTTİ! Hele Güney Ege veya Akdeniz kıyısında değilseniz, yaz bitti gerçekten de. Bir de benim işimin akışı bana bu hissi veriyor: Sanki yaşam çok hızlı akıyormuş da ben tutamıyormuşum/tutunamıyormuşum gibi. Herşey ellerimden kayıyormuş gibi... Yine mesela ben 2010 senesinin tur tarihlerini, yeni mor defterime işledim bile. Benim için 2009 çoktan bitmişti zaten, dünden beri 2010'u da kafamda bitirdim bu şekilde. Tabii arada neler yaşanacak, onları beraberce göreceğiz ama kafam çoktan 2011'e saplandı kaldı... Amaann neyse ne...Yaşa ve gör!
Bu sıralarda neler okuyorum?
Yine birkaç kitabı aynı anda okuyorum:
Şevket Süreyya'nın "Enver Paşa"sına ara verdim ama hala elim üzerinde...Zaten ara vermeden okuyunca, insan hop oturup hop kalkıyor. Bir de sinirleri bozuluyor zira bir memlekette 150 senede hiçbir şey değişmez mi yahu? Rüşvet aynı rüşvet, çapulculuk-kabadayılık-eşkiyalık tam gaz devam, bağnazlık desek durum ortada, ülkeyi yönetenlerin beceriksizlikleri ve acizlikleri tavan yapmış... Osmanlı'nın son dönemi...Bugünden farklı değilmiş ve belli ki ders mers de almamışız, almayacağımız da çok açık...
Malcolm Gladwell "Outliers"... ÇOOOK enteresan şeyler öğreniyorum okurken. Başarılı kabul edilen sıradışı insanların nasıl/neden/hangi şartlar altında/hangi sosyal çevreler içinde başarıya ulaştıklarının hikayesini anlatıyor. Ancak bu kitabın öyle yokluktan gelme, hiçlikten varolma, tırnaklarıyla kazıyarak bütün engellere ve kötülüklere rağmen zirveye ulaşma tarzında epik-romantik öykülerden oluştuğunu düşünmeyin; zira bazı tespitler romantik olmaktan çok uzak! Okuyucuya başarının oluştuğu şartların "büyük resmi"ni gösteriyor ve aslında kişiyi etrafını daha iyi gözlemlemeye yöneltiyor. Beni başarıya götürebilecek şartları nasıl oluşturabilirim, basamaklarım neler olabilir, yerleşik düzenin pompaladığı alışkanlıklar zincirini nasıl kırabilirim, nasıl farklı olabilirim???Okurken insanın kafası arka planda bunlarla meşgul oluyor. Ben beğendim...
Ramazan dönemi ya, içinde bulunduğumuz ayın ruhani havasına uygun olacak bir kitabı bitirmek üzereyim: Yaşar Nuri Öztürk' ün "Kuran Açısından Küresel Afetler" adlı eseri... Bütün kadim kültürlerde bahsi geçen, bütün semavi dinlerde yeri olan afetlerin bir de Kuran tarafından tasviri/yorumu ve günümüzdeki durumla karşılaştırılması epeyi ilginç geldi okurken. Hele depremleri anlatan o meşhur ZİLZAL suresi var ya, okurken insanı ürpertiyor gerçekten.
Jean Paul Roux' un "Türklerin Tarihi" adlı kitabı eskiden beri kütüphanemde durur ve ara sıra sayfalarını çevirip, okurdum. Kabalcı Yayınları yeni basımını yapmış ve Roux da Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Türki Cumhuriyetleri irdelemek için yeni bölümler eklemiş. Büyük ve bizler için çok önemli bir çalışma, bence okunmalı!
Arman Kırım'ın "Krizden Nasıl Çıkarız" adlı kitabı, herkesi yere yapıştıran krizin nasıl ve neden başladığını öğretti bana. Kitabın ilk bölümü, krizin çıkış sebebini bir türlü anlayamamış olan benim gibiler için çok net ve kolay anlaşılır ifadelerle, Amerika'da yaşanmış olan süreci özetliyor. Yine de açık söyleyeyim ki, kolay değil, sistemin işleyişini bilmiyorsanız, anlamakta zorluk çekiyorsunuz yine de...
Bu arada dün akşam çok ilginç bir yerdeydim: Greenpeace'in Rainbow Warrior adlı gemisi! 1957 yılında inşa edilmiş ve seksenli yılların ikinci yarısında modifiye edilip, Greenpeace tarafından kullanılmaya başlanmış olan bu "hanımefendi", beraberinde İstanbul'a getirdiği uluslararası mürettebatı ile beni çok etkiledi. 15 dakika içinde Ukraynalı bir doktor hanım, Alman bir tayfa, İspanyol Birinci Subay, Filipinli Şef Aşçı ve Brezilyalı İkinci Aşçı ile tanıştık. Yaşamlarını dünya davasına adamış genç insanları tanımaktan büyük keyif aldım. Neşeli, canayakın, mütevazı ve belli ki kocaman yürekleri olan genç insanlardı gördüklerim. Kaptan Yeni Zelandalı'ymış, maalesef göremedim... Yunanistan'dan gelmişlerdi Türkiye'ye ve orada sürdürdükleri başarılı çalışmaların ardından, Ege denizinin neredeyse tükenen rezervlerine dikkat çekmek için rotalarını Sığacık ile Datça' ya çevireceklermiş. Ne diyelim? Pruvaları neta, rüzgarlar kolaylarına olsun...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...
Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...
-
Daha önce yazmış olduğum yazılara bir göz atınca, Avrupa’daki en çok sevdiğim kentlerden biri olan Salzburg hakkında müzik ve sanat...
-
Avrupa’daki en sevdiğim başkentlerden biridir Viyana. Sık sık yolum düştüğü için de pek mutlu olurum. Geçtiğimiz günlerde yine bir g...
-
İstanbul’un kara ve kışa teslim olduğu şu son günlerde, ben evde olmanın mutluluğunu ve sükunetini yaşadım. Bol bol kitap okudum v...
2 yorum:
iyi yolculuklar..
gerçekten bir sene mi olmuş?? şaka gibi
ne güzeldi ama.. çok özledim oraları
tijen
Yorum Gönder