Bir şehir bu kadar mı deli olur? Bu kadar mı Akdenizli ve bu kadar mı komik olur? Eğer adı NAPOLİ'yse oluyor işte!
Dün akşamüstü döndük Napoli'den. Kısacık bir kaçamak yaptık ve geri geliverdik. Şimdi her sabah yazılarımı yazdığım masamda oturup kahvemi yudumlarken, sanki hiç gitmemişiz de, ben rüya görmüşüm gibi hissediyorum.
Cuma günü gittik Napoli'ye. THY'nin direkt uçuşuyla kolayca ulaştık güneyin bu deli kentine. Uçaktan indik ve bizi otobüsle götürdüler terminale. İçeri girdik ve bir de gördük ki, yanlış yerde indirmişler bizi. pasaport kontrolünden geçmeden, valizlerin alındığı bantların oraya bırakmışlar. Tipik NAPOLİ!!! Neyse ki polisler de bizim havalarda... Hemen gayrınizami olmasına rağmen ,pratik şekilde arkadan dolaştırıp, pasaportlarımıza giriş damgamızı bastılar. Valiz bantında bizi bekleyen hamallar da NAPOLİ'ye geldiğimizi hissettiriyorlardı zira ellerindeki tabelanın üzerinde FEST değil SEFT yazıyordu. Öyle güldüm ki anlatamam! Dünyanın ennn ucubik ülkelerinde bile böyle bir karışıklık yaşamamıştım ama burası dünyanın herhangi bir yeri değil ki, burası LA BELLA NAPOLİ!!! Burada her şey kendine özgü akar! Her şey NAPOLİ'ye göredir. Ya alışır, uyum sağlar ve seversin ya da topukların popona vura vura kaçarsın. Ötesi yok! Ben sevenlerdenim tabii...Hatta abartacak olursam aşık olanlardanım... Napoli gibisi yok diyenlerdenim...
Bu seferki NAPOLİ kaçamağımızın esas sebebi, Ferzan Özpetek rejisiyle sahneye konulan LA TRAVIATA operasını izlemekti. Cuma akşamı saat 20.30 da başlayan temsilde, Türk olmanın gururunu ve heyecanını yaşadım. Aslında bu tip şeyler, milliyet sınırlamalarının kalktığı, evrensel sanatın ön plana çıktığı ve çıkması gerektiği şeyler ama ben hala duygusal olarak yaklaşıyorum hala. Yani eğer bir Türk yönetmen ödül alıyorsa, kendim almış gibi seviniyorum. Türk sanatçı yabancı sahnelerde alkışlanıyorsa, üzerime alınıyorum. O sanatçının milli kimliğinin esasen bir önemi kalmasa bile, artık milletlerüstü bir konumda olmasına rağmen, benim için hala Türk olarak anılması önemli oluyor. Dolayısıyla nasıl Fazıl Say'ın Salzburg'da dakikalarca alkışlanmasına sevinçle ağladım, Ferzan Özpetek'in de başarılı olup, olumlu yorumlar almasına sevindim.
Napoli'nin operası TEATRO SAN CARLO, Avrupa'nın hatta dünyanın en eski salonlarından. İçi Napoli Krallığı'nın ihtişamını günümüze taşıyan her türlü şaşaayla, kırmızı ve altın renginin patlamalarıyla dolu. Kraliyet locası inanılmazzz...Akustik müthiş ve koltuklar çoook rahat! Evettt... Genellikle eski opera salonlarındaki koltuklar feci rahatsız olurlar ama buradakiler, yenilenmiş oldukları için olsa gerek, son derece rahattılar. Bunda Napolililerin rahatlarına düşkün olmalarının da bir payı olsa gerek diye düşünüyorum.
Temsil güzeldi. OLAĞANÜSTÜ değildi ama güzeldi. Özpetek'in damgasını vurduğu bence iki yer vardı özellike: Biri uvertürde, sahnenin perdesine yansıtılan VIOLETTA filmiydi. Daha doğrusu, VIOLETTA'nın güzel yüzü, anlamlı bakışları, hüzün ve aşkla dolu ifadesi tüm uvertür boyunca bizi izledi, biz de onu. Ve böylece bir kere daha anladık ki, izleyeceğimiz öykü, bu güzel kadının öyküsü. Başka hiç kimsenin değil! La Traviata'yı oldum olası ok sevmişimdir. Aryalarını dinlemekten hiç sıkılmam. Geçen Nisan ayında New York Metropolitan sahnesinde NATHALIE DESSAY tarafından icra edilen La Traviata'da resmen havaya girip, ağlamıştım. Burada o kadar duygulanmadım ama yine de hoşuma gitti. Her seferinde ynı şekilde duygu patlaması yaşayamam ya! Özpetek'in damga vurduğu ikinci yer ise, VIOLETTA'nın karanlıklar içindeki hasta yatağının etrafında, o karanlığın içinden ışık hüzmeleri eşliğinde çıkıp giren geçmişindeki figürlerin yarattığı flashback'ler oldu. Bence resmen bir sinema filmindeki flashback'ler gibi etki yaratmayı başardı bu güzel düşünce. Özpetek'in yönetmenlik dehasının yansıdığı en önemli iki nokta buraları oldu bence.
Napoli nasıldı peki?
Nasıl olsun? Eğer NAPOLİ İtalya'ysa, ülkenin geri kalanına başka bir isim bulmak gerekiyor bence. Napoli tamamen kendi kuralları olan, ya da olmayan, yemesi içmesi son derece keyifli, nefis bir liman şehri. Manzara müthişşşş!!! Masmavi bir denize yansıyan VEZÜV dağı ufukta yükselirken, etkilenmemek mümkün mü? Tavanlara kadar makarna dolu minik dükkanlar, eski moda buzdolapları içinde etleri ve diğer şarküteri ürünlerini sergileyen kasaplar, içinden süt fışkıran top top mozzarellalar, kaldırım kenarlarında çöp dağları, balkondan sarkıtılan ve yağmurda ıslanmasınlar diye üzerine muşamba gerilen çamaşırlar, daracık sokaklar, içleri neredeyse görgüsüzce, zenginliği göze sokmak istercesine süslenmiş harikulade binalar, sizi ezmek istercesine hızla geçip giden minik motorinolar... Napoli, hiç bir yere benzemiyor yani...Kuzeyin o edepli, ölçülü, saygılı ama biraz da kasık şehirlerine nazire yaparcasına hayat dolu, edepsiz ve ölçüsüz. Ama aşık olunası, orası başka!!!
Cuma günü yine gidiyorum bir başka grupla. Heyecanlıyım...
Dün akşamüstü döndük Napoli'den. Kısacık bir kaçamak yaptık ve geri geliverdik. Şimdi her sabah yazılarımı yazdığım masamda oturup kahvemi yudumlarken, sanki hiç gitmemişiz de, ben rüya görmüşüm gibi hissediyorum.
Cuma günü gittik Napoli'ye. THY'nin direkt uçuşuyla kolayca ulaştık güneyin bu deli kentine. Uçaktan indik ve bizi otobüsle götürdüler terminale. İçeri girdik ve bir de gördük ki, yanlış yerde indirmişler bizi. pasaport kontrolünden geçmeden, valizlerin alındığı bantların oraya bırakmışlar. Tipik NAPOLİ!!! Neyse ki polisler de bizim havalarda... Hemen gayrınizami olmasına rağmen ,pratik şekilde arkadan dolaştırıp, pasaportlarımıza giriş damgamızı bastılar. Valiz bantında bizi bekleyen hamallar da NAPOLİ'ye geldiğimizi hissettiriyorlardı zira ellerindeki tabelanın üzerinde FEST değil SEFT yazıyordu. Öyle güldüm ki anlatamam! Dünyanın ennn ucubik ülkelerinde bile böyle bir karışıklık yaşamamıştım ama burası dünyanın herhangi bir yeri değil ki, burası LA BELLA NAPOLİ!!! Burada her şey kendine özgü akar! Her şey NAPOLİ'ye göredir. Ya alışır, uyum sağlar ve seversin ya da topukların popona vura vura kaçarsın. Ötesi yok! Ben sevenlerdenim tabii...Hatta abartacak olursam aşık olanlardanım... Napoli gibisi yok diyenlerdenim...
Bu seferki NAPOLİ kaçamağımızın esas sebebi, Ferzan Özpetek rejisiyle sahneye konulan LA TRAVIATA operasını izlemekti. Cuma akşamı saat 20.30 da başlayan temsilde, Türk olmanın gururunu ve heyecanını yaşadım. Aslında bu tip şeyler, milliyet sınırlamalarının kalktığı, evrensel sanatın ön plana çıktığı ve çıkması gerektiği şeyler ama ben hala duygusal olarak yaklaşıyorum hala. Yani eğer bir Türk yönetmen ödül alıyorsa, kendim almış gibi seviniyorum. Türk sanatçı yabancı sahnelerde alkışlanıyorsa, üzerime alınıyorum. O sanatçının milli kimliğinin esasen bir önemi kalmasa bile, artık milletlerüstü bir konumda olmasına rağmen, benim için hala Türk olarak anılması önemli oluyor. Dolayısıyla nasıl Fazıl Say'ın Salzburg'da dakikalarca alkışlanmasına sevinçle ağladım, Ferzan Özpetek'in de başarılı olup, olumlu yorumlar almasına sevindim.
Napoli'nin operası TEATRO SAN CARLO, Avrupa'nın hatta dünyanın en eski salonlarından. İçi Napoli Krallığı'nın ihtişamını günümüze taşıyan her türlü şaşaayla, kırmızı ve altın renginin patlamalarıyla dolu. Kraliyet locası inanılmazzz...Akustik müthiş ve koltuklar çoook rahat! Evettt... Genellikle eski opera salonlarındaki koltuklar feci rahatsız olurlar ama buradakiler, yenilenmiş oldukları için olsa gerek, son derece rahattılar. Bunda Napolililerin rahatlarına düşkün olmalarının da bir payı olsa gerek diye düşünüyorum.
Temsil güzeldi. OLAĞANÜSTÜ değildi ama güzeldi. Özpetek'in damgasını vurduğu bence iki yer vardı özellike: Biri uvertürde, sahnenin perdesine yansıtılan VIOLETTA filmiydi. Daha doğrusu, VIOLETTA'nın güzel yüzü, anlamlı bakışları, hüzün ve aşkla dolu ifadesi tüm uvertür boyunca bizi izledi, biz de onu. Ve böylece bir kere daha anladık ki, izleyeceğimiz öykü, bu güzel kadının öyküsü. Başka hiç kimsenin değil! La Traviata'yı oldum olası ok sevmişimdir. Aryalarını dinlemekten hiç sıkılmam. Geçen Nisan ayında New York Metropolitan sahnesinde NATHALIE DESSAY tarafından icra edilen La Traviata'da resmen havaya girip, ağlamıştım. Burada o kadar duygulanmadım ama yine de hoşuma gitti. Her seferinde ynı şekilde duygu patlaması yaşayamam ya! Özpetek'in damga vurduğu ikinci yer ise, VIOLETTA'nın karanlıklar içindeki hasta yatağının etrafında, o karanlığın içinden ışık hüzmeleri eşliğinde çıkıp giren geçmişindeki figürlerin yarattığı flashback'ler oldu. Bence resmen bir sinema filmindeki flashback'ler gibi etki yaratmayı başardı bu güzel düşünce. Özpetek'in yönetmenlik dehasının yansıdığı en önemli iki nokta buraları oldu bence.
Napoli nasıldı peki?
Nasıl olsun? Eğer NAPOLİ İtalya'ysa, ülkenin geri kalanına başka bir isim bulmak gerekiyor bence. Napoli tamamen kendi kuralları olan, ya da olmayan, yemesi içmesi son derece keyifli, nefis bir liman şehri. Manzara müthişşşş!!! Masmavi bir denize yansıyan VEZÜV dağı ufukta yükselirken, etkilenmemek mümkün mü? Tavanlara kadar makarna dolu minik dükkanlar, eski moda buzdolapları içinde etleri ve diğer şarküteri ürünlerini sergileyen kasaplar, içinden süt fışkıran top top mozzarellalar, kaldırım kenarlarında çöp dağları, balkondan sarkıtılan ve yağmurda ıslanmasınlar diye üzerine muşamba gerilen çamaşırlar, daracık sokaklar, içleri neredeyse görgüsüzce, zenginliği göze sokmak istercesine süslenmiş harikulade binalar, sizi ezmek istercesine hızla geçip giden minik motorinolar... Napoli, hiç bir yere benzemiyor yani...Kuzeyin o edepli, ölçülü, saygılı ama biraz da kasık şehirlerine nazire yaparcasına hayat dolu, edepsiz ve ölçüsüz. Ama aşık olunası, orası başka!!!
Cuma günü yine gidiyorum bir başka grupla. Heyecanlıyım...
1 yorum:
Offff çok canım çekti şimdi. Kocamla Mayıs'taki 20. evlilik yıldönümümüzde Venedik yapalım diyordum ama Napoli daha mı iyi olur ne... Zaten İtalya bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadı şimdiye kadar. Milano'dan Sicilya'ya kadar...
Yorum Gönder