Türkbükü Manzaraları

Ömrümü bu şekilde geçirebilirmişim gibi geliyor. Yani böyle bir tepenin üstünden denize bakarak, kah kitap okuyup, kah yazılar yazarak... Doğanın seslerini, cırcır böceklerini ve rüzgarı dinleyerek. Ay büyürken seyrederek... Verandada oturup, dakikalar boyu hiçbirşey yapmayarak... Ama sayılı gün çabuk geçer, neredeyse sona ulaşıyoruz tatilimizde. Birkaç gün sonra her şeye rağmen çok sevdiğimiz devvv şehrimize geri döneceğiz ve hayat kaldığı yerden devam edecek. Çalışmaya başladığım seneden beri hayatımda ilk defa Temmuz ayında, üç hafta tatil yapma olanağım oldu. Hep özlediğim ve imrendiğim bir şeydi bu... Çok hoşuma gitti. Tabii bu tatilde en sevdiğim şey, otelde kalmıyor olmamız. Evde, kendi düzenimizde yaşıyoruz ve bu müthiş bir şey. Bundan sonra her yıl bunu gerçekleştirmenin bir yolunu arayacağım. İnşallah!!!
Bulunduğum yer meşhuuuuur! Türkbükü'ne çok yakın ama biz bir kere bile gitmedik oraya. Pek çok kez içinden geçtik arabayla ama durmadık bile. Koylarda müthişşş tekneler, yatlar demirlemiş. Sahilde "sosyetik" olarak adlandırılan ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini anlayamadığım bir sürü "beach club" . Zaten biz herhalde giremeyiz, bizi almazlar muhtemelen zira o kulüplerin kapısına baktığınızda sadece ve sadece, erkek arkadaşımın tabiriyle, "agresif görünümlü araçlar" görüyorsunuz. Bir tane normal, dört kapılı, sedan türü aile arabası yok. Ya simsiyah camlı, tank büyüklüğünde jipler ya da her biri bir ev parası eden, hayatımda ilk defa gördüğüm bazı lüks otomobiller... Bizim Renault'yu oraya park bile ettirmezler... Aslında jip kullananlara biraz hak veriyorum zira ortalık delik deşik! Binek arabalar zorlanıyorlar gezerken... Türkbükü, ki memleketin en pahalı butik otelleri ve yazlık konutları, rezidansları orada, toz bulutu içinde yaşıyor... Milyon dolarlık villalardakiler, toz solumamak için, tankerlerle su getirtip evlerinin önündeki yolları ıslatıyorlar. Tabii yolların asfaltı, parçalı bulutlu olduğundan, asfaltın kalmadığı yerlerdeki toprak o boşa akıtılan suyla, kızıl renkli bir çamura dönüşüyor. Dolayısıyla milyon dolarlık rezidanslarından çıkan sosyetikler, ya çamura ya da toza bulanmadan bir yere gidemiyorlar.
Bir de gecesi 500 Euro'dan başlayan butik oteller var... Onların durumu daha da acıklı bence. Zira bu butik oteller zaten genellikle dağın başındalar...İçine iki "trendy" obje - tablo - mobilya - havuz koyan her otel, artık kendini butik otel olarak nitelemeye başladı, ki bu da ayrı konu! Neyse, buradakilerin çoğu, vallahi abartmıyorum, resmen dağın başındalar. Herhalde müşterileri denize indirmek için bir yöntem düşünmüştür bu otellerin işletmecileri... Tabii tozlu ve çamurlu yollar, derin çukurlar ortamı kebabi Bodrum tatilinden çok, meşakkatli Camel Trophy'e dönüştürüyor ama ne gam! Türkbükü' ndeler ya! Yeter!
Peki hiç mi güzel yanı yok?
Ahh ahh, olmaz mı?!
Herşeye rağmen dün akşam bir ay doğdu Türkbükü'nün üzerine, benim bile ağlayasım geldi! Yani, NASIL ANLATSAM; NERDEN BAŞLASAAAMMM? BODRUM BODRUM!!!

Verandamdan ...

Tatil devam ediyor. Bodrum'dayım ama kaldığım yer, bütün kalabalıktan uzak, gürültü yok, hava aşağılarda ne kadar sıcak olursa olsun burada hep tatlı tatlı esiyor, muhteşem bir doğa parçasının göbeğindeyim, kaktüsler, agaveler, begonviller bir harika... Tam bir tepe üstü burası, bir yanımda Türkbükü'ne inen, diğer yanımda Gündoğan'a açılan koy var. Gece oldu mu uzaklarda, Didim Altınkum'un ışıkları görünüyor. Günbatımları bahçenin Batı köşesinden nefis seyrediliyor. Bugünlerde güneş tam denize dalıyor... En yukarıda, personel bir organik tarım köşesi yaratmış, rokalar, maydonozlar... Evin önündeki zakkumların üstünü hafif budayınca, hiç de fena olmayan bir deniz manzarası ortaya çıktı. Dolayısıyla verandada ders çalışırken, bir baş hareketiyle, denizin mavisini de görebiliyorum. Biliyorum, 09.00-18.00 çalışmak zorunda olan şehir tutsaklarına nispet yapar gibi oluyor bu yazdıklarım ama bir de şunu düşünün: 25 sene boyunca, yaz aylarının en sıcak zamanlarında en zor turları yapıp durdum ben. Siz hiç Temmuz sonu Efes antik kentinde, bir öğleden sonra gezi yaptınız mı? Taşlar ısınmış, yüzünüze hem yukarıdan hem aşağıdan fırın gibi bir hava esiyor, arkanızda da 40 kişi, kimi dinliyor, kimi cezalıymış da onun için oradaymış gibi bir tavırla, bir an evvel bitir diye gözünün içine bakıyor. Bu bir örnek... Aynı dönemlerde Pamukkale'nın sıcağını hiç anlatmayayım isterseniz... Ya da anlatayım da şimdiki durumumdan neden bu kadar mutlu olduğumu daha iyi anlamış olun: Bir akşam, saat 19.30... Kapadokya'dan sabah saat 06.30 da yola çıkmışız. Yolda Sultanhanı Kervansarayı gezmişiz. Öğlen Konya'da Mevlana Müzesi'ni gezip yemek yedikten sonra yeniden yola koyulmuşuz. Sultandağı ve Dinar'da ihtiyaç molaları vermişiz ve 12 saat sonra Pamukkale'ye gelmişiz. Ben rehber olarak bu 12 saatin hoş geçmesi için bütün gün mikrofonda, dereden tepeden anlatmışım...Kaptanımız ise, bütün gün direksiyon sallamış... İkimiz de yorgunuz yani... Gelmişiz Pamukkale'ye ve gruba demişiz ki, gün batımına kadar güzel güzel gezin dolaşın...Muavin demiş ki, size bir kahve yapayım... Yap demişiz keyifle... Gölgelik yer aramaya başlamışız, altına otobüsü park etmek için...Bulmuşuz...Ve o yorgunlukla, bir de cigara tüttürelim bari deyip, otobüsten inmişiz, elde kahveler... Ama ne mümkün? Sıcaktan nefes alınamıyor zira... Otobüsün termometresine bak demişim muavine...Bakmış...39 derece abla... Hadi canım, saat neredeyse akşamın sekizi, sen yanlış baktın herhalde demişim ve üşenmeyip kalkmışım yerimden...Ve bakmışım ki, gerçekten 39 derece... Kaçmışım gerisin geriye otobüsün içine, bacaklarım titreyerek... Ne kahve kalmış, ne cigara anlayacağınız... Gece ayrı perişanlık! Pamukkale otellerinde yaşanan klima rezaletlerini de anlatayım bari yeri gelmişken: Pamukkale otelleri aslında nefis tesislerdir ama, üç kuruşa, maalesef üç kuruş bile etmeyecek nitelikte tur operatörleri tarafından, (bir daha maalesef) ucuzun ucuzu turistlere pazarlandıkları için, acaba nereden ne kısıntı yapsak da azıcık kara geçsek diye düşünüp dururlar. Türkiye'nin değil, resmen dünyanın en pahalı şişe suyunu Pamukkale otellerinde içersiniz. Dünyanın en sıcak ve lezzeti kaçmış birasını, dünyanın en sirke olmuş şarabını, belki üç değil ama iki Michelin yıldızlı restoran fiyatına içersiniz oralarda. Her gün 500-800 kişi girer ve çıkar, hatta belki daha bile fazla... Otelin yıpranma katsayısını anlatamam bile... Öyle felakettir... Tabii iş kısıntı yapma durumunda ilerlediği için bu kısıntılar klima sistemi üzerinden de yapılır...Şöyle ki: Akşam saatlerinde normal ve serin üfleyen klima, gece yarısından sonra, siz uyurken, bir anda artık serin üflememeye başlar. Neden mi? Çünkü genel merkezden soğutma sistemi kapatılır ve sadece üflemesi kalır. E peki bu neden yapılır? Çünkü soğutma işlemi için daha fazla enerji tüketilir. Daha fazla enerji tüketimi ise daha yüksek elektrik faturası demektir otel için. Ve otel iki kuruşçuk daha fazla kara geçebilsin diye bunu yapmak zorundadır... Ve siz güzel güzel uyurken, bir anda terlere bulanmış bir şekilde uyanırsınız... Çarşaf vücudunuza yapışmıştır. Gözleriniz bile şişmiştir sıcaktan... Sabahı sabah edersiniz ondan sonra, kolay mı bir daha uyumak o saunanın içinde? Bir de işin daha da kötüsü, ertesi sabah, gece boyunca aynı ıstırabı çekmiş olan gruptan işiteceğiniz lafları düşünür, hiç uyuyamaz olursunuz. Falan filan... Devamı daha da berbat, o yüzden daha fazla yazmayayım...İşte tam da bu yüzden, şu anda oturduğum serin verandanın tadını çıkarıyorum ve bana bunu veren Tanrı'ya şükrediyorum.
Peki verandada oturup ne yapıyorum? Valla, yine ders çalışıyorum. Önümüzdeki ay yine yollara düşüyorum her zamanki gibi. Bu sefer ise istikamet Endonezya! Çok çok heyecanlıyım. İlk defa tur götüreceğim oraya...Yani daha önce Bali'ye gitmiştim ama tabii ki kültür turu konsepti bambaşka, hele bir de FEST'le olunca daha da keyifli. Zaten turun yarısını önceden tanıdığım ve çok sevdiğim insanlar oluşturuyor. Hem de Java, Bali ve Sulawesi adaları var programda. Kültürel anlamda inanılmaz bir deneyim olacak gelenlere. İşte onun için, harıl harıl ders çalışıyorum, bir ton güzel şey öğreniyorum ve bu öğrendiklerimi/derlediklerimi bu sefer turuncu kaplı defterime yazıyorum. Bu sefer turuncu dememin sebebi, aslında her zaman siyah kaplı Moleskine defterler kullanmam. Ama bu sefer, Endonezya'nın renkliliğine paralel bir renk olsun istedim ve geçen yıl erkek arkadaşımın hediye ettiği turuncu defteri seçtim kendime... Endonezya hakkında derlediklerimden ilginç bir seçkiyi belki yarın bloga koyabilirim. Çünkü Endonezya'da gerçekten HER ADA BİR DÜNYA!!!

Tatil? Okuma Maratonu?


Tatil demek okumak demektir benim için. Evet tabii ki biraz deniz, biraz uyku ve güzel yemeğe de hayır demem ama öncelik hep okumaktadır.

Geçen hafta İstanbul'dan yola çıkmadan önce evde bir hazırlık yapıp okunacak 37 kitabı kenara ayırmıştım. Bunların çoğu, tatilde okunmak üzere seçip İdefix'ten son haftalarda getirttiğim kitaplardı. Sonra kitapların oluşturduğu yığına bakıp, kendimden utanmıştım. Olacak şey değildi! 20 günlük tatile 37 kitapla çıkılır mıydı? Bunun üzerine ben de oturup, bir eleme yapmıştım; daha doğrusu eleme yapmak zorunda kalmıştım: Bir tür Sofi'nin Seçimi hali! Hangi evladımı kurban edeceğimi bilememiştim uzun süre ama en sonunda 37 kitabın neredeyse yarısını evde bırakmayı başardım. Yani aramızda kalsın, yine de yanımda 20 kitap getirdiğimi söylemek zorundayım ve "Evet Sayın Hakim, Pişman Değilim! Yine Olsa Yine Yapardım"...

Günlük rutinim şöyle:

Sabah en erken 09.30 da uyanma, terasta kahvaltı ve gelen gazetelerin özellikle magazin eklerine göz atma...Neden magazin ekleri diye sormayın. Çünkü "gerçek" dünyanın sivri köşeleri artık çok canımı acıtıyor. Hiç olmazsa tatilde kim hangi mayoyu giymiş, kimin selüliti daha çok, kim kaçıncı kere evlendi/boşandı gibi çok ulvi şeylerle dalgamı geçeyim... Kahvaltı sonrası kitap, öğlene doğru havuz veya deniz, öğle yemeği genellikle yok, kısa bir internet molası, Tour de France haberlerine bir bakış, öğleden sonra kitap, meyve ve bol bol çay, akşamüstü havuz veya deniz, akşam yemeği havuz başında sakin, akşam yemeğinden sonra tüm gece kitap ve bilgisayarda posta-facebook kontrolü...Geceyarısı okumaya devam ama gece 01.30 civarı tumba yatak! Bulunduğum yer eller havaya mekanlarıyla ünlü Türkbükü'ne çok yakın ama bir tepenin tam zirvesinde bulunduğumuz için en ufak bir ilgimiz yok aşağıdaki tantanayla. Müzik sadece ipod'umdan seçtiğimiz parçalar: Az önce Chopin Nocturne'ler vardı şimdiyse Loreena McKennitt şakıyor... Evde TV yok, ne mutluluk! Verandada oturmuş, dışarıya taşıdığım ayaklı abajurun tatlı ışığında yazıyorum bunları...Arada gecenin seslerini dinliyoruz. Daha ne ister ki bir insan?

Okuduklarıma gelince:

Şu ana dek birkaç kitap bitirdim:


  • Jean Christophe Grangé'nin son kitabı ÖLÜ RUHLAR ORMANI'nı okudum, bitti ama açıkçası pek beğenmedim. Yani eğer sıkı bir Grangé fanatiği değilseniz, vaktinizi daha iyi şeylere vakfedin derim ben... Yok eğer illa da Grangé okuyayım diyorsanız, eski kitaplarından LEYLEKLERİN UÇUŞU'nu okuyun, olsun bitsin!

  • Michel Faber'in iki kısa romanını okudum, bitti, çok beğendim:)) Biri, dünyanın en ünlü A CAPPELLA müzik topluluklarından birinin, çok önemli bir konser öncesi, Belçika'daki bir şatoda yaptıkları iki haftalık provanın öyküsü... Müzikle ilginiz varsa, daha çok keyif alacaksınız okurken. İsmi CESARET BEŞLİSİ...Diğer bir kitap ise YÜZDOKSANDOKUZ BASAMAK. O da, bir bacağını Bosna'da kaybetmiş bir genç arkeolog kadının, bir manastır kazısı sırasında yaşadığı, aşk+dostluk+gizem dolu birkaç ayı anlatıyor.

  • Şu anda elimde Ferit Edgü'nün nefis bir eseri var: BİÇİMLER RENKLER SÖZCÜKLER. Resim ve Yazın sanatının beraber okunduğu güzel bir sanat kitabı. Özellikle Almanya ve Avusturya turlarımda müzelerde büyük faydasını göreceğim bir kitap.

Sırası gelince diğerlerini de yazacağım. Tabii ki birkaç Enis Batur kitabı da getirdim yanımda her zamanki gibi. Onlarsız çıkmam yola...Ancak hemen söyleyeyim: SEL YAYINLARI'nı takip edin. Nefis kitaplar basıyorlar. Piyasa işi değil hiçbiri ve okumaya kıyamazsınız. Hele GECEYARISI KİTAPLARI serisindeki kitaplar var ya, inanılmazlar gerçekten. Nasıl güzel bir seçki! Evet yaa, iyi aklıma geldi...Saat da geceyarısını geçti zaten. Bu yazıyı burada bitirip kendime güzel bir GECEYARISI KİTABI seçeyim şimdi...


Yaşasın TATİL!!!

Lance Armstrong Güzellemesi

Kahramanımdır...
Örnek alınası insandır.
Dünyanın en iyi sporcularındandır.
İnatçıdır.
Selesinin yüksekliğini milimetresine kadar kendi ayarlayacak kadar disiplinlidir.
Dünyanın en zorlu spor müsabakası olan Tour de France'ı, 7 defa üs üste kazanarak "gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi" ünvanını sonuna kadar hak eden kişidir.
Bütün bedenini sarmış olan kanserle inatla savaşıp, onu yenendir.
İşte o hastalığı sırasında "öldü bu adam artık" deyip kendisini hasta yatağında terk edenlere ve de özellikle eski takımına inat, dünyanın en zorlu yarışını üst üste 7 kere kazanan mucizedir.
Zaferine inanmayıp onu kötülemek için "Bu adam kanser ilaçları sayesinde dopinglendi" diyenlere "Ben 1 Ocak sabahı Pirenelerde, kar altında antreman yapıyordum; ya siz neredeydiniz?" deyip, gülüp geçendir.
Sporu bıraktıktan 3 sene sonra, kanser konusunda farkındalığın arttırılması için yeniden Tour de France'a dönüp, yine de 3. olmayı başarandır. Bir sürü insan bunu hayal bile edemez üstelik!
2010 senesinin aktif spor yaşamındaki son yılı olduğunu, 4 çocuğuna ve eşine daha fazla zaman ayırmak istediğini söyleyen yüce insandır.
Çok da yakışıklıdır üstelik...
Severim, sayarım...
2010 Tour de France'da başarılar diliyorum. O'nu podyumda görmek istiyorum.

Kitaplar, Kitaplar... Naçizane Tavsiyeler...

Yeni kitaplarım geldi. Tatilde okunacakları hazırlıyorum şimdiden. İnternetten araştırıyorum, buluyorum, işaretliyorum ve satın aldıktan sonraki o iki üç gün var ya, nefis bir bekleme sürecine giriyorum. Ha geldi, ha gelecek... İçinde ne olduğunu bilmeme rağmen, o paketi açma anı var ya, işte o inanılmaz! En sevdiğim an...
Bu seferki paketten çıkanlar:
  • Can Yayınları, Gerilim serisine başlamış. Ben bilmiyordum ya da farketmemişim geçen haftaya dek. Jasper Kent'in ONİKİ isimli bir romanını aldım. Napolyon'un 1812 yılında Rusya'ya yaptığı büyük sefer sırasında yaşananları anlatan, enteresen bir eser. Bütün Rus şehirleri yenilmiştir ve sırada da imparatorluğun kalbi Moskova vardır. Moskova'yı korumak için son çare olarak, sadece geceleri ve yalnız başına savaşan 12 efsanevi savaşçı çağrılır... ve olaylar zinciri böylece başlar. Tarih ve gizem iç içe...Biraz sayfaları karıştırdım, heyecanlandım...
  • Jean Christophe Grangé'den ÖLÜ RUHLAR ORMANI diğer bir kurgu roman... Gerilim kitaplarının, LEYLEKLERİN UÇUŞU'ndan beri sevdiğim ve hepsi olmasa da bir çok kitabını okuduğum ustası Grangé, bu sefer de gerim gerim gereceğe benziyor beni. Yalnız başınayken hayatta okuyamam ben bu tip romanları. Zaten gerilim filmlerini de hiç seyretmem ama bu adamın yazdıklarını merak ediyorum. Haa bu arada, eğer LEYLEKLERİN UÇUŞU'nu okumadıysanız, bu yaz kendinize bir iyilik yapın ve mutlaka okuyun...Evet kitap bir "çok satar" olabilir ve evet edebiyat açısından çok çok parlak da olmayabilir ama fikir ve kurgu açısından MÜKEMMEL bir macera/gerilim kitabı...
  • Diğer bir kitap ise, İş Bankası Yayınları'ndan çıktı. Geçen seneden beri listemde ve aklımdaydı. Sonunda getirttim: Thierry Zarcone'un yazdığı YEŞİMTAŞI YOLU. İpek Yolu'yla paralellik taşıyan, Türkistan'da çıkarılıp Çin'de satılan yeşimtaşının izlediği yolun hikayesini anlatıyor kitap. Yeşimtaşı, hepimizin bildiği gibi Çin'de hem dini hem de siyasi önem taşır ve YANG ilkesinin en kusursuz simgesidir. Yeşimtaşı'nın merkeze alındığı bu güzel kitapta kentler, vahalar ve seyyahların öyküleri var...
  • Ben kitap alırım da, içinde Enis Batur'um olmaz mı? Piyasada bulamadığım bazı kitapları nihayet buldum ve daha yeni olanlarıyla birlikte getirttim:
  1. KARA MİZAH ANTOLOJİSİ: Müthiş bir derleme...Ancak Enis Batur böyle bir şeye kalkışırdı herhalde...Ve de kitabı basanlar da en az Batur kadar deli olmalılar. Nefis nefis...Kitapta kimler yok ki? Marquis de Sade'dan, Neyzen Tevfik'e, Orhan Veli'den Edgar Allan Poe'ya, Aziz Nesin'den Samuel Beckett'e bir geçit resmi ki, kelimeler yetmez! Bulun, alın, okuyun ve kitaplığınızda her zaman yakın bir yerlerde tutun.
  2. CÜZ, KIPKISA METİNLER ise bir başka Enis Batur şahseri...Bazı metinler tek cümle, hatta bazıları ise tek KELİME!!! Dil cambazlığı ve kıvrak zeka bir araya gelince, işte bu kitaplar çıkıyor ortaya...
  3. Bir diğer Enis Batur kitabı ise BAŞKALAŞIMLAR XXI-XXX... Deneme-temrin-eleştiri-eskiz hepsi bir arada. Ve tabii ki görsel pek çok malzeme...Bayılıyorum, bayılıyorum...
  4. Ben bir kitap yazarsam ŞEHR'ENİS gibi olur. OKUYUN! Gezi kitabı değil, tam da benim yazmayı hayal ettiğim gibi gezi denemeleri. Kısacık, ama "anlayana sivrisinek az" tadında gezi yazıları.

Şu sıralarda, bir başka sevdiğim yazarın kitabını okumaktayım: Selçuk Altun'dan KİTAP İÇİN... Selçuk Altun, bence yurdumuzun tartışmasız en iyi yazarlarından biri. Sığ ve tatsız olana dimdik karşı çıkıyor. Entelektüel birikimi o kadar yüksek ki, çoğunluğa fazla gelebileceğini/geldiğini adım gibi biliyorum ama okunmazsa olmaz yazarlardan...Eğer hiç okumadıysanız hemen alın: ANNEMİN ÖĞRETMEDİĞİ ŞARKILAR, SENELERCE SENELERCE EVVELDİ, YALNIZLIK GİTTİĞİN YOLDAN GELİR, BİR SEN YAKINSIN UZAKTA KALINCA... İnanın müthiştir ve üstelik okurken bir ton şey öğrenirsiniz. "Has edebiyat" okumuş olursunuz...Kitabın fonunda hep bir müzik vardır sanki, öyledir resmen...

Az sonra yeniden internette kitap alışverişi yapacağım. Yeniler gelince onları da yazarım.

Haa bu arada bir soru: İHSAN OKTAY ANAR nerelerde kaldı? SUSKUNLAR'dan sonra büyük bir SUSKUNLUK içinde de...

Tecritte 3. Hafta... Her şey normalmiş gibi yaşamaya çalışmak...

Günler birbirini hızla takip ederken, bir de fark ettim ki, tecritteki 3. haftamızı doldurmuşuz geçen Perşembe. Bugün Cumartesi... Sa...